GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KONYA
MECZUPLARI
Ali IŞIK
GİRİŞ
Sözlükte “kendine çekmek,
yaklaştırmak” anlamındaki cezb (cezbe) kökünden türeyen “meczûb”
kelimesi tasavvufta, bir daha kendine gelmemek üzere Allah’ın aniden
kendine çektiği, dost edindiği ve daimi surette huzurunda bulundurduğu velileri
tanımlamak için kullanılmıştır.
Dinî duygu ve heyecanlara
genellikle cezbe denir ve bu anlamda her dindar kişi ve salik az çok cezbe
sahibidir. Mutasavvıflar, bir anda Hakk’ın katına ulaşan meczupların bu yüce
mertebeyi kendi gayretleriyle kazanmadıklarını, bunun kendilerine Hakk’ın bir
lütfu olduğunu söylerler. Cezbe aklı baştan alan bir hâl olduğundan meczuplar
ömür boyu kendilerinden tamamen veya kısmen geçmiş bir durumda yaşarlar. Günlük
işlerini yönetip düzenleyemedikleri gibi dinî emir ve yasaklara zahiren tam
olarak riayet etmezler. Dinî yükümlülüğe temel oluşturan aklî dengeye tam
anlamıyla sahip olmadıklarından dinin emir ve yasaklarıyla da yükümlü
sayılmazlar (…).
Takıyyüddin İbn Teymiyye
de güçlü bir sevgi ve zikir sebebiyle içine aşk ateşi düştüğü için aklı
başından giden kişinin söz ve hâllerinde mazur olduğunu, bu durumda iken
söylediği sözler ve davranışları sebebiyle kınanamayacağını, Allah’ın
meczuplara akıl ve hâl verdiğini, sonra akıllarını başlarından alıp onları
cezbe hâlinde bıraktığını, dinin emir ve yasaklarına uymaktan da muaf tuttuğunu
söyler (…).
Abdurrahman-ı Câmî,
meczupları hakiki meczuplar, bunlara benzemeye çalışanlar ve meczupluk
taslayanlar diye üçe ayırır (…).
Gelecekle ilgili olarak
verdikleri haberlerin bazen doğru çıkması, bazen de hikmetli sözler söylemeleri
meczupların halkın gözündeki itibarını arttırmış, bu da dinî hükümlere ve ahlâk
kurallarına uymayan söz ve davranışlarının mazur görülmesine sebep olmuştur
(…).
Bütün İslam âleminde rastlanan
meczuplar bulundukları çevrelerde büyük saygı görmüş, meczup sıfatı birçok
sufinin unvanı olarak kullanılmış, ölen meczuplara türbeler yapılarak kabirleri
ziyaretgâh hâline getirilmiş, adlarına mescidler ve camiler yapılmıştır. Bazı
meczupların diğerlerinden daha üstün olduğunu belirtmek için onlara “kutbü’l-meczûbîn”
denilerek ruhaniyetlerinden feyiz alınması gerektiğine ve keramet sahibi
olduklarına inanılmıştır. Ayaşlı Şâkir Efendi ve Neyzen Tevfik
son devrin tanınmış meczupları arasında zikredilebilir.
Bu tür meczupların yanında ve
hatta bunlara nispetle daha çoğunlukta olan bir tür meczuplar daha vardır.
Bunlar halk tarafından genellikle “deli” olarak nitelendirilirler. Bu tür
meczupluk doğuştan olabildiği gibi maruz kalınan maddi-manevi ağır bir travma
sebebiyle sonradan da oluşabilmektedir. Makalemizin konusunu oluşturan
meczupların hemen hemen tamamı bu tür meczuplardır.
KONYA ÇARŞISI’NIN GÜLLERİ
A. Meczuplar
Konya’nın, henüz kentleşme
hatta anakentleşme sürecini yaşamadığı, dolayısıyla şehir kimliğini taşıdığı
yıllar… Kapı ve Aziziye camileri merkezli Konya Çarşısı’nın esnaf, tüccar ve
zanaatkârları gibi olmazsa olmazlarındandır meczuplar. Çarşı sakinlerince veli
mesabesinde görülen bu meczuplar “Konya Çarşısı’nın gülleri”dir. Bunlar, her
biri kendine özgü marifetleri olan kişilerdi. Onları sadece Konya Çarşısı’ndaki
esnaf değil, herkes tanırdı. Onlar, hiç kimseye zararları olmayan kimselerdi.
Kimisi dinî nasihatlerde bulunur, kimisi uğur dağıtır, kimisi güzel sesiyle
gazel çeker ve kimisi de Hükümet Meydanı’nda siyasi nutuklar atardı. Hiçbir
zaman el açmazlardı. İsteyenler, onları çağırır ve gönüllerinden ne koparsa
verirlerdi. Bu yardımların yapıldığı gün genellikle perşembe günü olurdu ve
verilen paraya da “perşembelik” denirdi.
Onların kendi aralarında
kurdukları gayriresmî dernekleri vardı, birbirlerini kollarlardı. Bir düğün
veya cenaze anında hepsi haber alır ve arzı endam ederlerdi. Aslında onlar
davetsiz misafirlerdi. Her düğün pilavının baş konuğuydular. Onlara ölçüsüz
yemek verilirdi. Hatta giderken tencereleri veya zembilleri ayrıca
doldurulurdu. Ramazanlarda topluca, özel olarak ağırlanırlardı.
Çoğu insanın “deli” deyip
geçivereceği bu insanları diğer Konya ahalisi de oldukça dikkate alırdı. Zaman
zaman şakalarıyla bunları kızdırsalar da; hiçbirini kırmayı akıllarının ucundan
bile geçirmezlerdi.
Konya Çarşısı’nın bu gülleri,
otuz ramazan iftarını da davetsiz geçirmezlerdi. Bu iftar davetlerinin takvimi
ramazan girmeden ayarlanır, biterdi. İmrenip de bir davet de ben yapayım,
diyenler gelecek ramazanı beklemeliydi.
İftar daveti için güllerin tek
tek davet edilmesine gerek yoktur. Birinin durumdan haberdar edilmesi,
tekmilinin iftarın verileceği evde toplanmasına yeterdi.
Meslek erbaplarını meşgul eden
iç çekişme ve kıskançlıklar Konya gülleri için de ayniyle vakidir. Bu vakıa
onların iftar sofralarına dek uzanır. Yemekler döküm saçım yenir, kahveler
çaylar da öylesine içilir. Bütün ikramlardan sonra bunları gönderme zamanı
gelip çattığında evi birbirine katma meşgalesine düşmüş gülleri kırmadan
uğurlamanın tek yolu tren tren oyunudur. Davetin akillerinden biri hemen ayağa
kalkıp tren taklidine başlar. Bunu gören güller birer birer bu trene eklenir.
Bu ilginç katar, kapılarının açılmasıyla evin bütün odalarını dolaşmaya başlar.
Evin odaları arasında cereyan eden bu turlamaların akabinde güller, ardına
kadar açılmış cümle kapısından dışarı uğradıklarının farkına bile varamazlar.
Durumun farkına vardıklarında ise kapı çoktan kapanmış olurdu.
Günümüzde bütün güllerin
yitirilmesi, yeni türeyenlerin de hâl ve tavırlarıyla bunların yerlerini
dolduramaması sonucu gül iftarları da tarihe karışmıştır.
Konya Çarşısı’nda iz bırakan
meczuplar şunlardı:
Ali Dayı
XIX. yüzyılın ikinci yarısı ile
XX. yüzyılın ilk yarısı arasında yaşayan Ali Dayı, geceleri saatlerce Mevlâna
Dergâhı’nın pencere demirlerine sarılarak İshak kuşu gibi: “Hakk, Hakk, Hakk
...” diyerek kendinden geçerdi. Gündüzleri Konya Çarşısı’nda kimin dükkânına
girip selam verse, onun gelişi uğur sayıldığından dükkân sahibi tarafından
gönlü hoş edilir; açsa karnı doyurulur, varsa ihtiyaçları giderilirdi.
Konya esnafı, geçmişten
günümüze, meczuplara karşı daima saygılı ve hoşgörülü olmuştur. Onların
meczuplara karşı bu yakınlığına Ali Dayı’ya ait şu anekdot yeterince ışık
tutmaktadır.
Eskiden birbirine dükkân
komşusu olan Konya esnafı, aralarında sıra kurarak haftada bir, birinin evinde
oturur beraberce yemek yer; birbirleriyle hemhâl olur, böylelikle dostluklarını
pekiştirirlermiş. Böyle bir düzenlemede ziyafet sırası kendine gelen bir esnaf,
evinden verilen ihtiyaç listesini sabah erkenden hazırlar. Bunları evine
göndermeye adam ararken gözüne ilişen Ali Dayı’ya seslenir. Yanına gelen Ali
Dayı’ya maruzatını bildirip hazırladığı zembili evine bırakmasını, akşam da
çorbada kendilerine katılmasını rica eder. Ali Dayı hiç düşünmeden, yüksünmeden
zembili sırtlanır.
Vakit ikindi olmasına rağmen
henüz ısmarladığı malzeme eline ulaşmayan evin hanımı telaş içindedir. Bir
komşu çocuğunu erinin dükkânına yollar. Durumu öğrenen esnafın tepesinden aşağı
kaynar sular dökülür. Hemen Ali Dayı’yı aramaya çıkar. Bir sokakta bulduğu Ali
Dayı’ya zembili evine niçin iletmediğini sorar. Ali Dayı kendinden emin bir
edayla götürdüğünü söyler. Bunun üzerine esnafın, nereye götürdüysen, haydi
beraber gidip bir bakalım, demesi üzerine Ali Dayı önde, esnaf arkada yola
düşerler. Çok geçmeden esnafın şaşkın bakışları arasında girdikleri mezarlıkta
bir mezarın önünde dururlar. Ali Dayı işte, deyip mezarın başındaki ağacın dalında
asılı zembili işaret eder. Esnaf kızgınlığını bastırmaya çalışarak sorar:
“Bizim ev burası mı?”
Ali Dayı:
“Evet, senin hakiki evin
burası, ama sen burayı hep ihmal ediyorsun.”
Ali Hoca
Konya’da doğdu. Ali Efendi diye
de tanınırdı. Ailesi Konya eşrafındandı. Özel Füyûzat-ı Hamidiye Mektebinin ilk
ve rüştiye kısmında okudu. Bir süre hafızlığa çalıştı. Füyûzat-ı Hamidiye
Mektebinin faaliyette bulunduğu dönemler dikkate alındığında onun 1880-1890
yılları arasında doğması muhtemeldir. Ali Hoca gençlik yıllarında sarıklı,
entarili; düzgün ve bakımlı bir vaziyette dolaşırdı. Kur’an-ı Kerim’i güzel
okuduğu için, zaman zaman Kapı Camii’nde ezan ve aşır okuduğu olurdu. Ali Hoca
daha sonraları, nedendir bilinmez, meczupça yaşamağa başladı.
Ali Hoca, 1950’li yıllarda kış
yaz bağrı açık, koynunda büyük bir masa saati, büyükçe bir Kur’an-ı Kerim ve
birkaç kitapla dolaşır dururdu. Bazen yerlerden kâğıt topladığı da olurdu.
Evini, aklı başında olan hanımı çekip çevirirdi.
Ona Alâeddin Caddesi’nde, Kapı
Camii ve Hükümet Binası çevresinde, çarşı-pazarda, her zaman rastlamak
mümkündü. Kendi hâlinde sessiz, sakin bir insandı. Lüzumsuz laf ettiği hiç
görülmezdi. Kimseden bir şey istemez, fakat verilenleri de geri çevirmezdi.
Ali Hoca, hayvanlarını
kırbaçlayan araba sürücülerine çok kızar, onların ahir ömürlerinde ekmek
bulamayacaklarını söylerdi. Onun bazen elini omuzu üzerinden arkaya doğru
salladığı olurdu. Niye böyle yaptığını soranlara: “İşe yaramayan şeyleri arkama
atıveriyorum” derdi.
Halk arasında pek çok menkıbe
ve kerametinden bahsedilen Ali Hoca, 1960’lı yılların başında vefat etti.
Onun gösterdiği bir kerameti
merhum araştırmacı-yazar Mahmut Sural (1914-1987) şöyle nakleder:
“Adamın biri Ali Efendi’ye “Ben
ne zaman öleceğim?” diye takılır, Ali Efendi cevap vermez geçermiş. Adam bir
gün Ali Efendi’yi yakalayıp ısrar etmiş. “Ben ne zaman öleceğim?” diye. Ali
Efendi gününü, yerini, saatini söyleyerek bir eşek üstünde öleceğini haber
vermiş ve adam cidden eşek üstünde, Ali Efendi’nin söylediği yer ve saatte
ölüvermiş.”
Bekereli Mustafa
Eski Konyalılar makaraya
“bekere” derlerdi. Bekereli Mustafa, makaranın bir ucunu keserek emzik
(ağızlık) yapar, sigarasını da makaranın diğer ucuna takarak tüttürürdü. Bundan
dolayı Konya’da “Bekereli Mustafa” olarak tanınmıştı.
Çok sakin, sessiz ve sevimli
bir meczuptu. Topraklık’ta, ağabeyinin yanında otururdu. Yengesi ona iyi
baktığından üstü başı hep temiz olurdu.
Eskiden her Konyalının evinde
kümesi bulunur, bu kümeslerin sokağa açılan birer de deliği olurdu. Hayvanlar
akşamları yemlenerek kümese sokulduktan sonra bu delikler kedi, köpek, tilki
gibi hayvanlar girmesin diye bir tıkaçla kapatılırdı. Bekereli Mustafa, seher
vakitlerinden de önce evinden çıkar, yolunun üstündeki kümes tıkaçlarını
deliklerinden çeke çeke Hacı Ömerler Camii’ne kadar gelir, sabah namazlarını
orada eda ederdi. O semt halkı, Mustafa’nın bu işi yaz-kış bir defa
aksatmadığın söylerlerdi.
Çoğu meczup gibi, o da camiye
ve cemaate pek meraklı idi. Öğle ve ikindi namazlarında, çokça Kapı ve Aziziye
camilerine gider, müezzinin arkasına durur, müezzin İhlâs okurken, kamet
ederken o da onunla birlikte mırıldanırdı. Bildiği kelimelerin tümü on beş
yirmiyi geçmediği gibi gerektiği biçimde namaz kılmayı da bilmez; herkesle
birlikte yatar, kalkardı.
Kendisini sevenler, onu esnaf
kahvelerinin önüne oturtur, sigara, çay, kahve ikram ederlerdi. Önce sigarayı
yakar, sonra ağızlığa geçirir, makarayı da ağızlığa tutturarak durmadan
çekiştirir, etrafını dumana boğardı. Etraftan: “Aman Mustafa, korktum” dendikçe
o sigarayı daha sık bir biçimde çeker ve korktuğunu söyleyen adamın üstüne
üstüne üfürür, öbürü sakınır gibi yapınca da, bundan büyük bir zevk duyardı. Bu
sırada gelen kahveyi almadan önce bacak bacak üstüne atar, şöyle bir kurulur,
bundan sonra da kahvesini höpürdetmeye başlardı.
Mustafa’nın bir marifeti de
gramofonluk görevi yapmasıydı. Sırtında bir el, kol çevrilirmiş gibi
döndürülünce Mustafa, sözde çalmaya başlayan bir gramofon kesilir, incecikten
bir sesle cızırdamaya başlardı.
Küçük yaştaki çocukları pek
sever, onlara hayran hayran bakar ve izlerdi. Eğer çocuklar ürküp kaçarlarsa
peşlerine düşer kovalardı.
Sabahları evden elinde bir
sepetle çıkar, nereye giderse gitsin, bu sepeti gözü gibi korurdu. Kimseden bir
şey istemez, ancak hayır sahipleri ne verirse onu alırdı. Yiyecek maddeleri
sepete konulur, paralar cebe giderdi.
Zeytinci
Ömer Ağa
Yine merhum Sural’ın
naklettiğine göre Zeytinci Ömer Ağa, korkunç ve saldırgan bir adamdı. Esrar
içmekten delirdiği söylenirdi. İstanbul’da Bakırköy Akıl Hastanesinde bir süre
tedavi görmüş, dönüşünde hayli uslanmış, zaman zaman şiddet tepkileri
görülmüşse de zararlı olmamıştır.
Ömer Ağa’nın en çok kızdığı
şey, birisinin önünden geçmesiydi. Eğer öyle bir şey yapan olursa, hemen geri
döner, o da önünden geçenin önünden geçerdi. Güçlü kuvvetli, iri yarı bir
adamdı. Babamı çocukluktan tanıdığı için bizim dükkâna gelir, abuk subuk
söylenir durur, ikram ettiğimiz çay veya kahveyi içer, giderdi. Yılda bir defa
yemeni yaptırır, parasını babam almak istemez, o zorla verirdi, hem de değer
fiyatından… Bir gün şöyle bir şey söylemişti, net olarak hatırlıyorum.
“Yolda gelirken, biri birine
sövdü. O demek istedi ki: ‘Ben eşeğim!’ Öbürü de ona aynı biçimde sövdü. O da
demek istedi ki: Ben eşşoğlu eşeğim!” Ve deli deli, sürekli bir kahkaha
bıraktı, ekledi: “Bana deli diyorlar, desinler. Delilik eşeklikten iyidir…”
O zamanlarda ben daha çok
gençtim. Delinin söylediklerinden daha çok davranışları beni etkiliyordu. Bu
sözlerin gerçek anlamını daha sonraları anladığım zaman, Ömer Ağa’nın
deliliğine şaştım. Bu Ömer ağa sokaklardan geçerken, çocuklar taşa tutar, o
kocaman iri yarı adam bu taş yağmurlarından korunmak için öyle atik sekişler
yapar ve kendisini bu taşlardan korurdu ki, şaşardım.
Çavuş
Gerçek adı bilinmeyen bu
meczup, merhum Sural’ın belirttiğine göre Konyalı iyi bir ailenin çocuğu idi.
Rivayete göre Birinci Dünya Savaşı’nda esir düşmüş ve bu sırada akli dengesi
bozulmuştur. 1925’lerde falan Konya’ya dönen Çavuş’u, bir ip cambazı
“Abdurrahim’in Hanı”nda yaptığı gösterilerde palyaço gibi kullanmak istemiş,
fakat Çavuş bu işi becerememiştir. Bundan sonra, Konya’nın muziplerinden sarraf
Evcizade Fehmi ile sarraf Kel Ahmet, Çavuş’a bir boya sandığı yaptırmış, Çavuş,
sözde ayakkabı boyacılığı yapmaya başlamıştır. Ama Fehmi ile Ahmet efendilere
şenlik de lazımdır. Çavuş, Kel Ahmet Efendi’nin dükkânının önüne boya sandığını
koymuş, kendisi de boyacı iskemlesine azametle kurulmuş, bir taraftan sigara
içmekte, bir taraftan da müşteri beklemektedir. Bir gün Sarraf Fehmi, bir başka
boyacı çocuğun eline bir beş kuruş sıkıştırıp: “Çavuş’un önünden geç ve: ‘Çek
burnunu Çavuş’ deyip kaç” diye tembih eder. Rahmetlinin burnu da hatırı sayılır
bir burundu. Boyacı çocuk Çavuş’un önüne gelip: “Çek burnunu be Çavuş Ağa,
geçemiyoruz” deyince Çavuş: “Ana anasını avradını…” diye parlar ve çocuğun
ardına düşer. Etraf gülmekten katılır. Sonraları, bu “Çek burnunu Çavuş” sözü
adamı bizar etmiş, her gelip geçen “Çek burnunu Çavuş” demeye başlamış. Lakin
zamanla Çavuş buna alışınca da işin tadı kaçmıştır. Ama Fehmi Efendi bir başka
çare bulur. Bir şişe rakı getirtip, Çavuş’a bir hamlede içtirip bırakır. Çavuş
sandığının iskemlesine oturur, sigaranın birini yakıp birini söndürürken rakı
tesirini gösterir ve Çavuş yerinden fırlayıp, gelene geçene sövmeye başlar.
Güçlükle teskin ederler. Bu defa: “Sen çavuşken talimi nasıl yaptırırdın, haydi
bir daha yaptır da görelim!” diyerek eline tüfek yerine, bir de sırık
tuttururlar. Çavuş, cadde ortasında komutlar vermeye başlar. Yat, kalk, silah
doldur gibi hareketleri tekrarlar, Sarraflar İçi bir ana baba gününe döner.
Kalabalığı gören Çavuş coşar, marş marşlarla bir o yana, bir bu yana koşar,
orada birikenler gülmekten katılır.
Çavuş sonraları saldırgan
olmaya başlamış, bu sebeple de Bakırköy Akıl Hastanesine gönderilmiş ve
İstanbul’da ölmüştür.
Halid Baba
Uzunca boylu, zayıf bünyeli,
yaşlı bir kişi idi. 1950-1955 yılları arasında Konya’da bulunmuştur.
Söylendiğine göre Nakşî tarikatına mensup olgun bir dervişti. Konya’da manevi
bir emir üzerine gelmişti. O zamanın Konyalı dervişlerinden bazıları Halid Baba
ile meşgul olmuş, fakat o bunların ikramlarını kabul etmeyerek, yaz kış Kapı
Camii’nin kuzey taşlığında yatıp kalkmıştır.
Zaman zaman türlü kılıklara
girer, iki omzundan çaprazlama geçirilmiş kırmızı bezlere bürünür, elinde iki
üç değnek veya baston ile dolaşırdı ve dans eder gibi bir yürüyüşü vardı. Ne
yer, ne içer, kimse bilmezdi.
1955 yılıydı. Rahmetli öğretmen
Memduh Yavuz Süslü ile bir gece evlerimize giderken Kayalı Park’ın önünde,
elinde değnekler, omuzlarından aşağılara doğru indirilmiş kırmızı bezlerle
karşımıza gelmiş, Süslü elini öpüp hatırını sormuştu. Halid Baba Süslü’ye
verdiği cevapta: “Evlat, zamanımız geldi, artık Hakk’a yürüyeceğiz, yakındır.”
demişti. Aradan çok geçmedi, duyduk ki, Halid Baba Kapı Camii’nin duvarlarına
pislemiş ve yapılan şikâyet üzerine de polis tarafından İstanbul Akıl
Hastanesine gönderilmiş. Ve yine çok geçmedi, Halid Baba’nın ölüm haberi geldi.
Derviş Mustafa Ağa
Derviş Mustafa Ağa, merhum
Sural’ın gençlik yıllarında yaşlı bir kişidir. Mustafa Ağa, omzuna aldığı bir
sırığın iki ucundaki iri kovalarla su taşır, sakalık yapardı. Küçümencik bir
vücut yapısı vardı, gözleri şehla idi. Su taşırken güzel sesiyle ilahiler
söyler, bu işi neşe içinde yapardı. Ve çok sevimli bir ihtiyardı. Yaşı
ilerleyince sakalığı bırakmış, hamiyetli Konyalıların yardımlarıyla hayatını
sürdürmeye başlamıştı. Bu sıralardaydı. Piri Paşa Camii’nde, Hacı Veyiszade
Hacı Mustafa Efendi’nin bu camide imam olduğu yıllarda, bir teravih namazında
rahmetli Derviş Mustafa Ağa önümüzdeki safta namaza durmuş, namazda iken
pantolonu düşüvermişti. Mustafa Ağa bir elini göğsünde tutarak, diğer eliyle
pantolonunu yukarıya çekmeye çalışıyor ve tabii başaramıyordu. Sağ ve solumda
bulunan Öğretmen Arif Etik ve tanınmış işadamlarımızdan Osman Sakallı’yla kendimizi
tutamayıp makaraları koyuvermiş, namazlarımızı bozmuştuk.
Daha sonraları, daha çok
ihtiyarlamış ve kendisine bakamaz hâle gelmiştir. Derviş Mustafa Ağa bu
durumdayken, Doğanlar Mahallesi’nden birisi Mustafa Ağa’yı sözde himayesine
almış, bir eşek üstünde köy köy dolaştırarak, adamcağızı alet edip
dilendirmiştir. Hayatında hiç kimseden hiçbir şey istememiş olan rahmetli
Derviş Mustafa Ağa, alın yazısının bu tecellisine de katlanmış, hiçbir şikâyeti
olmamıştır. Ve sessiz sedasız bu âlemden göçüp gitmiştir.
Demirci Mehmet
Konya’nın en ünlü demirci
ustalarından biri olduğu söylenirdi. Günün birinde bir tarikata intisap etmiş,
işini gücünü terk ederek kendisini ibadete vermiştir. Sonraları işi deliliğe
vurmuş, dayanılmaz bir perişanlık içinde hayatını sürdürmüştür. Kendisini
yakından tanıyanlar deli olmadığını bilir, saygı gösterirlerdi, ama o yine en
ciddi bir konu tartışılırken bile delilik belirtileri gösterirdi. Kanun
yolundan hiçbir sakıncası olmayan, fakat kendi inançlarıma göre vicdanımı kemirecek
bir işi yapmayı tasarladığım bir günde, yolumu kesip: “Sen boş yere böyle
şeyleri düşünüp durma. Sen o işi yapamazsın. Gerek kanunen ve gerekse şer’an
izin olsa bile, vicdanını kemirecek işleri aklından geçirme.” deyip hemen
benden ayrılmış ve beni şaşkınlığa uğratmıştı.
Ümmi olmasına rağmen tasavvufu
çok iyi bilirdi. Yaz kış, yıllarca sırtında bir sırığa takılmış ağır bir torba
ile bir ibrik ve içi kül dolu bir teneke mangal taşıyarak yaşamış, yırtık
pırtık çullar içinde ömür sürmüştür. Son demlerinde ve kış mevsimlerinde köprü
altlarında, şehir dışında kazdığı çukurları ateşle ısıttıktan sonra gecelerini
bu çukurların içinde geçirmiştir.
Öksüz Mehmet
Çocukluk ve gençlik yıllarımın
yakın arkadaşıydı Öksüz Mehmet. Ermeni tehciri sıralarında sokakta bulunmuş ve
Hediye abla adında bir kadın alıp büyütmüştü. Bu sebeple Ermeni asıllı olduğu
söylenirdi. On, on iki yaşlarındayken hem Kur’an’a çalışır, hem de sabahları
çörek satardı. Bu sebeple kendisine “Çörekçi” de denilirdi. Hacı Veyis
Efendi’den ve oğlu Hacı Mustafa Efendi’den Kur’an dersleri almış, hafız
olmuştur. Bu arada da Zekâi Efendi’den de usul dersleri almış, daha sonra
İstanbul’a giderek Ortaköy camilerinden birinin müezzini olmuş, sekiz on yıl
orada kalmıştır. Sonra Konya’ya dönmüş, Süt Tekkesi Camii’nin imamlığına
getirilmiş, bu görevdeyken de akli dengesini yitirdiği sanılmıştır. Bunun
sebebi son zamanlarında kendisini tamamen tasavvufa kaptırmasıdır. Ve yine bu
sebepledir ki, camiyi cemaati terk etmiş, en sevdiği arkadaşlarından bile kaçar
olmuştur. Eşi, onun bu hâline dayanamamış evini terk ederek kardeşinin yanına
gitmiş, rahmetli Öksüz Mehmet, gözlerden uzak yerlerde dolaşır olmuştur.
Emeklilik aylığından aldığı çok az bir para ile karnını doyurmuş, önceleri pek
temiz giyinen merhum, üstünü başını ihmal eder olmuştur. Bundan üç dört yıl
önce ve bir kış mevsiminde, kiraya verdiği evinin bodrum katında uyurken sessiz
sedasız vefat etmiştir.
Rahmetli Öksüz Mehmet’in tatlı
ve yanık bir sesi vardı. Kur’an-ı Kerim’i pek güzel kıraat eder, güzel Mevlid okur,
pek çok ilahi bilirdi.
Ahmet Ağa
Merhum Selçuk Es (1911-1980), Büyük
Konya Ansiklopedisi adlı uzun tefrikasında Ahmet Ağa’ya dair şu bilgileri
verir:
“Ahmet Ağa (Hacı): Otuz-kırk
sene evveline gelinceye kadar çarşı esnafının iyi tanıdığı ve hörmet ettiği
çarşı meczublarından bir şahıstır. Ahmet Rasih İzzet Koyunoğlu ağabeyimizin
ifadesine göre bu şahıs sabahları çarşıda elinde ufak çapda bir lengeri ile
Bakkalları, sebzecileri dolaşır buradan aldığı çeşitli kuru, yaş sebzelerle
kasaplara geçer oralardan verilen yağlı et parçalarını hep bir araya
karıştırır. İhtisab şadırvanında temizce yıkadıktan sonra hangi fırına tesadüf
ederse orada pişirtir, iki ekmek de alarak yaz günleri koyu bir gölgelikde, kış
günleri esnaf kahvesi köşelerinden birine çekilir, karnını doyurur, akşama
doğru yatacağı yerine giderdi. Bu adam hakkında kesin bir bilgi yokdur. Yalnız
Koyunoğlu ağabeyimizin ifadesine göre bu zatın evvelce Konya’da Ticaret’le
iştigal ettiğini, hac farizasını ifadan sonra Konya’da uzun yıllar ticaret sahasında
çalışdığı, Birinci Dünya Savaşı yıllarında iflas etmesi ile akli muvazenesini
de zayi ettiğini söylemiştir. Tahminen 1935 yılları sonunda ölmüşdür.”
Mahmut Sural da, merhum
eğitimci-yazar Memduh Yavuz Süslü’den duyduğu onun bir kıssasını şöyle nakleder:
Ahmet Ağa’nın komşularından
birisi hacca gitmiş. Takdir edersiniz ki o dönemlerde Konya’dan hac yolculuğu
pek uzun sürerdi. Hacı adayı Mekke’ye varmış, bir yere yerleşmiş. Tavaf gününü
beklediği sıralarda bir gün canı Konya’nın ünlü un helvasını çekmiş ve: “Ah bir
helva yapan olsa da yesem” diye düşünmüş. Ahmet Ağa o gün hacı adayının
buradaki evine giderek, evin hanımına: “Canım helva çekti. Bolca bir helva
pişir, çıkıla, bir saat sonra gelip alayım” demiş ve sıvışmış. Kadın:
“Mahallenin yoksulu, canı pek çekmiştir” demiş, bir saat içinde helvayı
pişirip, bakır iri bir lengeriye koyup çıkınlamış ve Ahmet Ağa’ya vermiş.
Mekke’deki hacı adayı, yatsıyı kıldıktan sonra kaldığı yere gelince bir çıkın
görmüş, açmış, bakmış… Ne görsün?.. Biraz önce canının çektiği un helvası değil
mi!.. Şaşmış ve helvayı yemiş.
Adamcağız hacdan döndükten
sonra eşi olan hanım helva çıkınını hacının eşyaları arasında görünce şaşırmış,
“Efendi, bu çıkını nereden aldın?” diye sormuş. Hacı olanları anlatınca kadın şaşalamış,
o da Ahmet Ağa’nın istediği helvayı hatırlayıp kocasına anlatmış.
Sait Ağa
Yine kırk yıl önceleri vefat
ettiğini sandığım bir de Sait Ağa vardı. Onun da üstü başı düzgün ve bakımlı
idi. Bembeyaz sakalı kırmızıca yüzüne pek uygun düşer ve adamı güzelleştirirdi.
Çokça mahallelerde dolaşır, kim ne verirse alır, fakat kimseden bir şey
istemezdi. Sait Ağa’yı gören çocuklar etrafına dolar: “Bizi sektir Sait Ağa”
diye bağrışırlardı. Rahmetli Sait Ağa o yaşlı hâli ve iri cüssesiyle
çocuklaşır, bir çocuğun iki elinden tutarak “hop hop” diye çocuğu zıplatır ve
sektirirdi. Çocuklar: “Beni de beni de…” diye bağrıştıkça sektirmekte olduğu
çocuğun elini bırakır, bir diğerinin ellerinden tutarak aynı tempoyla onu
sektirmeye başlardı.
Miyase’nin Oğlu
Konya’nın bayan güllerinden
Miyase’nin biricik oğludur. Adı Hüseyin olmasına rağmen “Miyase’nin Oğlu”
olarak tanınmıştı. Üzerine, eski madenî paralar dikilmiş bir palaskaya bağlı
iki omuzlarından çaprazlama geçirilmiş yine iki kılıç taşır, külot pantolonunun
paçaları içeride kalmak üzere, uzun boğazlı siyah yün çorap giyerdi. Bu çorap
çizme yerine geçerdi. Ayağında da meşinden yapılmış yemeni bulunurdu. O da
sabahın erken saatlerinde çarşıya çıkar, sebze ve meyvecilerle, kasapların ve
diğer esnafın mostralık mallarının üzerine elini sürer, bu işi dükkân atlamadan
yapardı. Halk bunun da uğur getireceğine inanır, Kılıçlı Hüseyin’i âdeta
beklerlerdi. Çok konuşmazdı, sessiz bir kişiliği vardı. Tüm esnafın mallarına
elini sürdükten sonra, işini tamamlayan insanların rahatlığı içinde çarşı pazar
dolaşır, kimseden bir şey istemez; verilen sadakaları ise kabul ederdi.
Hamza (Şembil)
Bazı Konyalılarca “Şembil”
olarak bilinen Hamza, Konya’da birdenbire ortaya çıkmış, uzun yıllar burada
yaşamış ve burada vefat etmişti. Belki Hintli, belki Pakistanlı idi. Nereden
geldiği, niçin geldiği bilinememiştir. Kapı Camii’nin kuzeyindeki taşlıkta, yaz
kış, yıllarca yatmış kalkmış ve sonra ölmüştür.
Dil bilmez, her rast gelen
adamın sadakasını kabul etmez, hiç kimseyle konuşmazdı. Nadiren kendi kendine
bir şeyler mırıldandığı görülürdü. Kış aylarının kuru ayazlarında, o taşlığa
konulmuş olan ticari eşya sandıklarının içinde nasıl yatardı, nasıl olup da
hastalanmazdı, şaşılası bir şeydi. Diğer meczuplar gibi o da camiye, cemaate
düşkündü. Namaz kılmasını o da bilmezdi, ama gerek namaz vakitlerinde ve
gerekse vakit aralarında, durmadan namaz kılar, daha doğrusu yatar kalkardı.
Devamlı olarak Kapı Camii çevresinde dolanır durur, bu çevreden dışarıya pek
çıkmazdı. Ne yer ne içer kimse bilmezdi.
Silleli İsmail (Pirali)
Silleli İsmail ya da nam-ı
diğer Pirali, çocukluk ve gençlik yıllarımda yolumun en çok kesiştiği
güllerdendi. Ona dair bilgiler hemşerisi ve emekli eğitimcilerden Yaşar
Barışık’a aittir.
1341 (1925) yılında Sille’de
doğdu. Babasının adı Mehmet, anasının adı Kezban’dır. Bazı büyükler bunun
doğuştan meczup olduğu konusunda hemfikirdirler. 1995 yılında Zafer
Meydanı’nda, Camlı Köşk adı ile bilinen çay bahçesinin önündeki alanda hakkın
rahmetine kavuşmuştur. Allah’ın veli kullarından olduğuna inanılır, pek çok
kerameti anlatılırdı. Konyalı olup da onunla bir anısı olmayan yok gibidir.
Kesinlikle bir vesile ile onunla tanışmıştır kişiler. Mücellitlerden tuzcu
Derviş İldiz çok kez onu hacda görmüştür. Yaşadıklarını “Bende kalsın” diye
aktarmadı. Yine Konya'nın tanınmış eğitimcilerinden ve Tekvando hocası Kayhan
Aytar da görüşmemizde gözleri dolu dolu olarak bana: “O anlatılmaz, yaşanır”
dedi... “Siz onu gece yarısından sonra hiç gördünüz mü?.. Gece yarısı onun
kokusunun güzelliğine dayanamazsınız; o benim manevi babam oldu” dedi.
İsmail Ağa 1987 yılında bir
trafik kazası geçirmişti. Evinde iki ayağı kırık şekilde yatarken biz de bir
arkadaşım ile ziyarete gittik onu. Evi küçük ama yüreği kocaman olan bu zat
hemen orada o yıllar 67 ilden insanlar vardı ziyarete gelen. Hemen iki kişiye
sen, sen, diye hitap ederek onları oturdukları yerden kaldırdı ve bizi oturttu
oraya. “Sizin zamanınız doldu, hadi gidin” dedi.
İsmail Ağa eğer bir kişinin
sıkıntısını hissederse, ona -işte ne kadar dediyse- şu parayı ver; yoksa şöyle
şöyle olacak derdi. Vermeyenlerin vay hâline! Rahmetli her gün o yıllar açık
olan şimdiki Beşyol’dan girişte bulunan Mehmet Emin abinin kahvesine sabah
erken saatlerde gelir ve ilk gelen kim ise ona çay söylettirirdi. Yine bir gün
zaman zaman çayını içtiği bir hemşehrimiz gelir kahveye erken saatte.
Sıkıntılıdır o gün… (Bu kişi
bunu anlattığında n’olur ismimi söyleme dediği için ismini belirtmeyeceğim) Her
gün İsmail Ağa’ya çay söyleyen bu zat düşünceli şekilde kahveye girince İsmail
Ağa hemen kahveciye: “Bugün çaylar benden” der. Çaycı çayları doldururken bu
kişinin cebine bir miktar para koyar ve derki sessizce: “Git arabana mazotunu
al. Çalış, senedini öde” dedikten sonra: “Yarın paramı isterim haaaa!” diye de
takılır. O zat o gün akşama kadar çalışır ve mazot parasıyla senet borcunun
daha fazlasını kazanır. Ertesi gün gelir ve parayı İsmail Ağa’ya verdiğinde
rahmetli sadece verdiği parayı alır ve gider…
Mustafa Ertan Seğmenoğlu
anlatıyor: “1974 yılıydı. Pirali İsmail, Tahir Paşa Camii köşesinde oturuyordu.
Geçerken beni çağırdı. Ne var, diye biraz alaylı şekilde yanına yaklaştım. 2,5
lira ver, dedi. Para varken yok, dedim. Hani o zaman iyi para. Bana üç dersten
kalacağımı söyledi. O sene üç dersten kalmıştım.
Bir ara Sarayönü’ne gitmiştim.
Ana caddeden bir sokak batıdaki ikinci caddede dikkatimi çeken bir şey oldu.
Pirali İsmail inşaatta çalışıyordu. Gözlerime inanamadım. Devinemeyen, zorla
yerinden kaldırılan İsmail Ağa ip doma ile harç çekiyor. Bana baktı kafasını
çevirdi, devam... Beş dakika kadar takip ettim çalışmasını. Sonra yoluma devam
ettim. Bu olaydan sonra İsmail’e takılanları hep uyardım.”
Ladikli Ahmet Ağa’nın kızından
torunu İsmet Eser abimiz Ladik’i bir ziyaretim esnasında anlatmıştı.
“Gece yarısı saat üç, üç buçuk
suları idi. Kapı zili ve kapı öyle çalınıyordu ki; korkup hemen kapıya gittim.
Baktım ki karşımda gecenin bu karanlığında Pirali İsmail Ağa… Şaşırdım. Bana
bir baktı, o an o bakışından çok korktum. ‘Ulan bu saatte yatılır mı kalllkk!’
dedi. ‘Senden dua bekler sense yatıyorsun’ deyince azıcık kendime gelir gibi
oldum. Sonra kaşla göz arsı kayboldu rahmetli. Vardır bunda bir hayır dedim…
Tabii tekrar uyumak mümkün mü? Hemen abdest alıp dedeme bir Kur’an okudum. Bu
esnada sabah olmuş, ezanlar okunuyor. Herkes kalkar. Namazdan sonra kahvaltı
sofrasında İsmet Eser’in o yıllarda Sarayönü İmam Hatip Lisesine giden kızı
baba, der. ‘Bu gece bir rüya gördüm. Okulda öğretmenimiz kompozisyondan imtihan
yaptı ve benim kâğıdım birinci oldu.’ der. İnşallah kızım, der İsmet Bey de.
Kızı: ‘Ama baba konusunu sormadın ki!’ deyince, ‘Tamam söyle neymiş konusu?’
deyince kızı: ‘Pirali İsmail’di’ der. Bunun üzerine İsmet Eser’i bir düşünce
alır. Akşam olmuş… Ve bir haber Konya’dan… İsmail Türe ölmüştür. Giderayak
Pirali İsmail Ağa bana bazı görevlerimi hatırlattı.”
Rahmetlinin ölümü de çok ilgi
çekicidir. Camlı Köşk’ün önünde otururken bir polis otosu oradan geçmektedir.
İçlerinden birisini çağırır ve oğlum işte beni yarım saat sonra burada bir
kontrol et der. Polis, ne hayır, deyince sen yarım saat sonra gel, der tekrar.
Tam yarım saat geçtikten sonra polisler tekrar geldiğinde İsmail Ağa rahmet-i
Rahman’a kavuşmuştur.
Parsanalı Mustafa
Konya Çarşı’sının son gülüdür.
Çarşıda genellikle Kapı Camii çevresinde eğleşirdi. 25-30 sene öncelerine kadar
–bizim gençlik yıllarımızda- Kapı Camii’nin musalla taşına bir tabut konmuşsa,
dolaştığı her sokakta, rast geldiği kişilerin ta gözlerinin içine bakarak
yüksek perdeden ve gayet ciddi olarak “Kapı Camii’nde ölü va, ölü va…” diyerek
bunu haber verirdi. İhtiyarlık döneminde bu âdetini bırakan Mustafa, çokluk
namaz çıkışlarında Kapı Camii’nin kuzey kapısı önünü bekler, gözüne kestirdiği
bir kişinin önüne geçer, kendisine kıyafet almasını isterdi. Bu hususta ısrarcı
değildi. Lakin onun arzusunu çok az insan geri çevirirdi. Son demlerinde onu
sıklıkla giydiren kayınbiraderim olan esnaf, adaşı (Şahan) idi. Mustafa
dükkânında giydirildikten sonra mutlaka giydiği ceketin iç tarafına büyük bir
cep ilave ettirilirdi.
Bir keresinde ona ben de
yakalanmıştım. Tevafuka bakın ki ramazanın, tıpkı şimdiki gibi kiraz mevsimine
denk geldiği günlerden bir gündü. Çıkrıkçılar İçi’ne henüz adım atmıştım. Malum
sokakta insan selinden güçlükle yol alınıyordu. Bu insan kalabalığının arasında
birden Mustafa ile göz göze geldik. Önüme geçti, manavın önündeki meyveleri
işaretle zor anlaşılır biçimde: “Bana şunlardan al” dedi. O yıllarda
Çıkrıkçılar’ın girişindeki lokantalar, ramazan vesilesiyle asıl işlerini askıya
alır, dükkânlarını manava çevirirlerdi. Mustafa’nın işaret ettiği tablalara
vardık. Tablalarda turfanda sebze türleriyle yeşillikler de bulunsa da; erik,
kiraz, kayısı gibi, insanın nefsini azdırıcı, turfanda yaz meyveleri nazarları
daha bir celbediyordu. Selam verdiğim, geçici manav, aynı sıcaklıkta selamımı
aldıktan sonra yutkunarak: “Abicim, bunların fiyatları baya pahalı be…”
uyarısını ihmal etmedi. Kendi kazancından önce benim cüzdanımı düşünen bu Ahi
nesline: “Olsun abicim” dedim “Bunca kalabalıkta Mustafa beni buldu. Bu
Allah’ın bir lütfudur. Geri çevirmememiz lazım” demem üzerine esnaf biraz
rahatlar gibi olduysa da; Mustafa’nın istediklerini tabladan kese kâğıtlarına
korken avucunun çapını hep küçük tutmuştu.
Vefatında, bunu haberleştiren
bütün mahallî gazeteler onun yaşının 108 olduğunu belirttiler. Vefat tarihi 17
Şubat 2014 olduğuna göre o, 1906 yılında doğmuş olmalıdır. Ona dair en kapsamlı
bilgiler, bir akrabası ve onu iyi tanıyan birkaç esnafla gerçekleştirilip
17.12.2014 tarihinde de isimsiz olarak Konya Postası’nda yayımlanan bir
röportajda yer almaktadır. Bu röportajda, halasının oğlu olan Rahim Bey’in
(yaşı 81) verdiği bilgilere göre Mustafa aslen Bozkırlıdır. Babası Bozkır’da
bir cinayet işleyerek cezaevine düşmüş. Rahim Bey’in dedesi de Bozkır
Cezaevinde başgardiyanmış. Babası cezaevindeyken Rahim Bey’in halası ile
evlendirilmiş. Mustafa’nın doğumundan bir müddet sonra annesi ölünce bakımını
dayısı olan Rahim Bey’in babası üstlenmiş. Ölünceye kadar da bu aile ile
birlikte yaşamayı sürdürmüş.
Mustafa’yı en iyi tanıyanlardan
ayakkabıcı esnafı Hüseyin Pekyatırmacı’nın (Konya, 1934 doğumlu) onun hakkında
verdiği bilgiler de şöyledir:
Gençlik yıllarında sabah
erkenden yola çıkarak yayan çarşıya gelen Mustafa, yolda gelirken yolulun
üstünde olup da sabah namazı vakti ışığı yanmayan evlerin kapılarını çalarak
onları sabah namazına kaldırırmış. Kendisi vakit namazlarını kılmaz, sadece
Cuma namazlarını, o da Selimiye Camii’nde olmak üzere, kılarmış. Selimiye
Camii’nin restorasyon sebebiyle ibadete kapalı olduğu aylarda cumalarını Kapı
Camii’nde kılmaya başlamış ve bir daha bu camiyi bırakmamıştır.
Pekyatırmacı, onunla ilgili
sözlerini şöyle tamamlar:
“Mehmet Aksu vardı Konya eski
Emniyet Müdürü. Konya’ya geldiği zaman mutlaka Mustafa Efendi’yi bulur ve onun ihtiyaçlarını
görürdü. En büyük özelliklerinden birisi de herkesten istemez, herkesten talep
etmezdi. Hatta herkesin verdiğini de almazdı. Aldığı eşyaların çoğunu da bizim
buraya getirirdi. Ceket, pantolon, pardösü, ayakkabı, mest-lastik, yeni yeni
aldırır ve bizim yukarıda birikirdi. Biz de bunları hayır kurumlarına gönderir,
dağıttırırdık. İlk zamanlarda aldığı şeyleri eve götürürdü. ‘Cici abam’ derdi,
yengesi vardı, o büyüttü onu. Bize: ‘Yeter artık bizim buraya getirmeyin burada
çok var, siz münasip yere dağıtın’ diye ruhsat verdiler bize. Adapazarı depremi
olduğunda bir minibüs dolusu eşyayı oraya gönderdik ve bir tanıdık vasıtasıyla
dağıttırdık. Evet, yeni yeni eşyalar aldırıyor, ama bunun bir hikmeti var. Bu
zatın hikmetsiz bir hareketi olmadı hiç.”
Onunla ilgili olarak anlatılan
birçok menkıbe ve latifeden bazıları şunlardır:
Kuruyemişçi Ali Yiğin
anlatıyor:
“Bir gün Kapu Camii’ne
gitmiştim Mustafa Efendiyi almak için. ‘Beni müdürüme götür’ dedi. O zaman
Emniyet Müdürümüz Mehmet Aksu idi. ‘Hadi götürüyüm’ dedim. Mesai bitmiş haberim
yok. Girdik. Girişte etrafımızı polis koridoru sardı. Emniyete giriyoruz, ‘Dur,
in aşağıya!’ dediler. İndik, arabanın altını kontrol ediyorlar. Ben şaşırdım
kaldım ne diyeceğimi de bilemedim. Karşıda park bahçe düzenlemesi varmış,
oradan görüp kucağını açarak ‘Mustafa abim gelmiş’ diye Konya Emniyet Müdürü
Mehmet Aksu karşıladı bizi ve makamına çıkardı. O umreden yeni gelmiş, bize
zemzem hurma ikram etti. Belki de Mustafa Efendi’nin ‘Beni götür’ dediği
‘mübarek olsun’ demek içinmiş. Müdürüm daha sonra bize de bi eskort verdi bizi
eve kadar getirdi.”
Rahim Efendi’den…
“Bir taksiciyi durdurmuş. Beni
kapı camisine atıver demiş. Taksici Sille’ye gidiyormuş müşteri almaya. ‘Beni
bi bırak ta öyle git’ demiş Mustafa Efendi. Taksici de ‘Mustafa git şimdi,
müşteriye gidiyorum’ demiş. Sonra çıkmış taksici yola. Sille’ye varmadan bir
köprü var, ‘Davudun Köprüsü’ denir. Orada Mustafa Efendi taksiciden önce varmış
ve tekrar durdurmuş taksiyi. Taksici şaşırmış, Mustafa Efendi tekrar ‘Beni bi
Kapu Camisi’nin oraya götür’ demiş. Taksici yine ‘Mustafa vaktim yok müşteri
bekliyor’ demiş. Mustafa Efendi ise ‘Senin zamanın var, zamanı dert etme’
demiş. Taksici Mustafa Efendiyi oradan almış Kapu Camii’ne bırakmış ve tekrar
dönmüş. Müşteriyi almaya Sille’ye vardığında daha hâlâ üç dakikası varmış.”
“Birisi bağ suluyormuş uyumuş
adam. Açmış suyu puştaya (üzüm sulaması). Su akmış, akmış dolmuş. Dolunca
taşmış, Adam rüyasında Mustafa Efendi’yi görmüş: ‘Kalk, kalk evin göçecek, eve
su doluyor!’ demiş. Adam kalkmış bir bakmış ki evin içine su doluyor, hemen
suyu kapatmış.”
Hüseyin Pekyatırmacı’dan…
“Her gün günde birkaç kere
olmak üzere burada üstünü soyunur buraya bırakır ve karşı tuvalete çıkardı.
Kendisi tuvalet ihtiyacını günde 3-4 defa giderirdi. Son zamanlarında ise
üzerini ve etrafını batırmaya başladı. Bizim bu emekli arkadaşımız Resul Dündar
hemen varır üzerini çıkartır temizler yeni çamaşır alır giydirirdi. Son
zamanlarında Resul’ün biraz zoruna gitmeye başladı. Sonra bizim Resul Mustafa
Efendi’yi küstürüyor. Sordum ‘Ne dedin’ diye. ‘Abi bi şey demedim; ama kalben
buğz ettim’ dedi. O tarihten sonra bir daha tuvalete girmedi.”
“Bir gün bir zat geldi buraya
alışveriş için, o sırada Mustafa Efendi geldi. Bu zat hâlen sağ. O zat
anlatmaya başladı: ‘Ben, hafız amca var, halıcı, onunla birlikte Uşak’ta otelde
kalıyoruz’ dedi. Sene 70’li yıllardı. Meşhur bir Gediz depremi olmuştu. Gece
Mustafa Efendi otel odasına geldi ve ‘Kalk kalk deprem olacak’ dedi ve
anlatmaya devam etti. Ben oturuma geldim. Hacı hafız da uyandı artık ve bana
‘Ne oldu’ diye sordu. Ben de Parsanalı Mustafa Efendi geldi deprem olacak diye
beni uyandırdı, dedim. O da bana: ‘Sen okumadan yatmışsındır. Oku yeniden yat’
dedi. Daha kafaları yastığa koyar koymaz birimiz bi tarafa öbürümüz diğer
tarafa devrildik depremin sarsıntısıyla’ diye anlattı. Şimdi biz bunu rüya
âlemi olarak görüyoruz ama işin ilginç yanı şu, bu arkadaş ‘Konya’ya geldik,
Mustafa Efendi karşıma çıktı ve ‘Size nasıl depremi haber verdim ya’ dedi.
Demek ki Mustafa Efendi bizzat Uşak’taki otele gidiyor ve kaldırıp depremi
haber verip ve dönüyor.”
“Şahit olan insanlar var, bazen
anlatırlar: Gece kabristanlıktan ses geliyor. Kuvvetle muhtemel Üçler olabilir.
Şöyle hafiften eğilip bakıyor, Parsanalı Mustafa Efendi’nin de dâhil olduğu 7-8
kişilik bir grup meczup. Bunlar karar veriyorlarmış. ‘Falan valiyi
değiştiriyoruz, şunu yapıyoruz, bunu yapıyoruz’ diye… Orada aldıkları karar ise
resmen ilan ediliyormuş. Bunlar böyle bir meczup işte. Eskiden Konya’nın eşrafı
bunları ramazanda at arabasıyla iftara evlerine götürürlerdi. Biz meczup diyip
geçiyoruz.”
Düt Selahattin
Çocukluk yıllarımda anne
dedemlerin Çiftemerdiven Mahallesi, Saray Sokağı’ndaki (günümüzde Ahmet Özdemir
Sokağı) evlerine gittiğimde mutlaka görürdüm Düt Selahattin’i. Galiba bu semtte
oturuyordu. Ufak tefek yapılıydı ve sanıyorum 30’lu yaşlarındaydı. Çoğunlukla
askılı kısa pantolon giyerdi. Bu kıyafeti ve ufak tefe yapısıyla yaşlı bir
çocuğu andırırdı. Kimseye bir zararı bulunmayan Selahattin’in en dikkat çekici
özelliği bir butona basarmışçasına başının üzerine parmakla basıldığında
“düüüt” diye ötmesiydi. Zaten bu özelliğinden dolayı herkes onu Düt Selahattin
olarak bilirdi.
Tut Salma Helil
İyi bir aileden geldiği
söylenirdi. Daima elinde urganla dolaşır, İstanbul Caddesi’nde yük taşıyarak
hamallık yapardı. Sakin bir adam olmasına rağmen “Helil, tut salma!” denildiği
zaman kızar, köpürür ve elindeki yükü atarak kendisini kızdıranın arkasından
koşardı. Kızdığında pes perdeden naralar atardı. Sakin zamanlarında kendisine sorulan
soruları cevaplandırırdı. “Helil güvercin çeşitlerini anlat.” diyen olursa
Konya güvercinlerinin cins ve özelliklerini bir bir sayardı.
Deli Veli
Bir ayağı sakat olan Deli Veli,
Doğanlar Mahallesi halkından idi. Bu da daima duvar diplerinde oturur ve
ayağını uzatarak, elini kulağına atar, gazeller çekerdi. Sesi güzeldi. Okuduğu
gazeller arasında en güzeli “Yeşil Kurbağalar” idi. Bu gazeli acıklı sesiyle
çok güzel okur, aldığı bahşişleri önüne açtığı bir mendil ile toplardı.
Bastonlu Hasan
Burma bıyıklı idi. Elindeki
bastonuyla yerleri titreterek efevari yürür. Bazen keyfe gelirse elindeki
bastonu saz gibi kullanarak, şarkılar söylerdi.
Amançi
Ağzı burnu salyalı ve konuşma
özürlü birisi idi.
Poşetli Dede
1980’li yıllardan itibaren
Konya caddelerinde görülmeye başladı. Ufak tefek yapılıydı. Başına, ayağına
geçirdiği ya da vücuduna doladığı poşetlerle değişik bir tipti. Elinde de içi
dolu poşetleri eksik olmazdı. Zaman zaman sağda solda uyuklar, zaman zaman da
canlanır, insanlardan para, sigara gibi şeyler ister; vermeyen olursa küfürleri
sıralar, bir güzel de tükürürdü. Sorulduğunda atomun yapısını, bombasını sular
seller gibi anlatması, onun Ortadoğu terk bir süper zekâ olduğuna dair bir
şehir efsanesinin doğmasına vesile olmuştu. Kendi hâlindeki kadınlara boş
bulundukları anlarında tacizde bulunduğuna da tanıklığım olmuştur. Bundan
dolayı yolda belde karşılaştığımda yakınından geçmemeye dikkat ederdim.
2014 yılı Eylülünde, Otogarda,
75 yaşında iken bir otobüsün arka tekerleri altında acı bir şekilde hayata veda
etmesiyle biyografisine dair sis bulutları dağılıverdi. Meğerse o akıllı
meczuplardanmış ve Konyalının meczuplara müşfik bakışını suiistimal eden bir
dilenci imiş. Vefatı sonrası iki devlet bankasındaki toplam birikimi de epey
dudak uçuklattı.
Asıl adı Mehmet Keleş’miş,
Çorumlu ve ilkokul mezunuymuş. Askerlik sonrası psikolojisi bozulmuş. İki
evliliği de boşanmayla sonuçlanmış. Hele ikinci eşi dilencilik yapmasından
dolayı evini terk ederek başka bir erkekle yaşamaya başlamış. Bu terk ediliş
sonrası Keleş, memleketinden kopmuş. Bir müddet Ankara, İstanbul ve İzmir
sokaklarında yaşadıktan sonra 1980 yılında Konya’ya gelip yerleşmiş.
B. Meczubeler
Konya’da erkek meczupların yanı
sıra birçok da tanınmış kadın meczup vardı. Bunların en bilinenleri de şunlar
idi:
Arap Şöhret Hanım/Kalfa
Konya’mızın o devirlerdeki
meşhur meczuplarından biri de hiç şüphesiz Arap Şöhret Hanım’dı. Şöhret
Hanım’ın en büyük meziyeti gayet temiz giyinir, üzerinde en ufak bir toz lekesi
dahi bulunmazdı. 160-170 boyunda 120-130 kilo ağırlığında olup, ekseriya siyah
ipek çarşaf içinde kalın bir peçe örtünürdü. Yazın sıcakta bunaldığından peçeyi
pek örtmeyerek yüzü açık gezer, teni marsık kömür gibi simsiyah kara ve
parlaktı. Ömrü bütün gün yüksek memur veya eşraf konaklarında geçer, kimsesi
olmadığından evine çok az uğrardı. Koltuğunun altında bohçası olup, misafir
gittiği evlerde bohçasını yanından ayırmaz, konuşması tamamen İstanbul şivesi
olduğundan muhatabına göre dil kullanırdı. Şöhret Hanım gençliğinde Konya’nın
bir numaralı ütü ve kalaycısıymış. Başından bir aşk macerası geçmiş, büyük bir
hüsrana kapılarak akli muvazenesini kayıp ederek meczup durumuna düşmüştü.
Boynunda envai çeşit ve renkte deve ve at boncuklan, kaplumbağa kabuklarından kolye
olup birkaç sıra teşkil ederdi. Tekerleme söylemeyi sever “kırk küp kırkının da
kulpu kopuk küp-ay bedir olmuş değirmilenmek için” sözlerim arkası arkasına
hızlı hızlı söylerdi. Tahminen 1925-26 senelerinde öldü ve konakların davetsiz
misafiri de bu suretle unutuldu.
Yazar Selçuk Es Arap Şöhret
Hanımla ilgili bir anısını şöyle anlatır: “Bu Şöhret Hanım birkaç defada bize
misafirliğe gelmiş, dolayısıyla yakinen tanımıştım. Bir gün bizde otururken
küçük amcam geldi. Şöhret Hanım hemen başındaki çemberi yüzüne kapatarak
erkekten kaçtığını ima ettirdi. Rahmetlik validem de “Aman hanımefendi kaçmayın
sizin ziyaretinize gelen paşadır, sizinle görüşmek ister” deyince hemen yüzünü
açarak ayağa kalktı ve yerden bir temennah çakarak “Buyurun paşa hazretleri, beni
bahtiyar ettiniz. Cariyenizi sevindirdiniz. Şöyle oturun aslanım” diyerek yer
gösterdi. Hal hatır sorduktan sonra öyle çıtır pıtır dil kullanıyordu ki
dinleyenler hayret ederdi.
Hiç unutmam yine bir gün bize
misafir geldi. Komşumuzun delikanlı oğlu vardı. Paşa diyerek takdim ettik.
Hemen ayağa kalktı ve aynı merasim ifa edildi. Arkadaş gösterilen yere
otururken o gelmeden az evvel efendimizin asası diye Şöhret Hanım’a verdiğimiz
bir değnek parçası vardı ki Şöhret büyük bir tazimle alıp yanına, duvara dayamıştı.
Arkadaş, bu değnek üzerine oturunca değnek kırıldı. Bizler de “Eyvah Şöhret
Hanım, efendimizin asası kırıldı” deyince o vücuttan ümit edilmeyen bir
çeviklikle hemen yerinden kalkarak değneğin yanına düşen parçasını eline alarak
“Alçak paşa gözün kör mü efendimizin asasını kırdın. Yarın ben huzuru mahşerde
ona nasıl hesap vereceğim” diye vurmaya ve “defol git” diye de kovmaya başladı.
Bizler derhal diğer bir değnek getirerek asıl bu olduğunu ve diğerinin yanlış
verildiğini söyleyerek teskin ettik. Bereket çabuk kandığında hiddeti geçti.
Paşa ile de barıştırmak içinde
hemen bir avuç unu kâğıda paket ederek yavaşça Şöhret Hanım görmeden arkadaşa
verdik. O da “üzülmeyin hanım efendi bakın size İstanbul’dan hediye pudra
getirdim” diyerek verdi. Şöhret tekrar eski kibarlığını ele alarak teşekkürler
ile kabul edip başladı yüzüne sürmeye.
Merhum gazetecilerimizden A.
Afif Evren (1910-1977) de hatıralarından Şöhret Kalfa’dan şöyle söz eder:
“Bilinci bozuk bir zenci kadını
idi. Onun, aklını oynattıktan sonra saraydan kaçtığı, (yâd eller)e düştüğü
söylenirdi. O, Enver Paşa’ya âşık imiş!..”
“(Sıtkı Dede’nin Hediye Hanım)ı
erkek kılığına girer, Enver Paşa rolünü oynardı; ağzı yüzü pudralanan (Şöhret
Kalfa) da onunla gerdeğe girerdi. Artık içeride konuşma ve sevişmeleri başlamış
olurdu. Seyircilerden birkaç hanım da, ikisi odaya girmeden (yüklük)e saklanmış
bulunurdu. Onlar oradan, dışarıdakiler pencere, kapı kıyılarından, anahtar
deliğinden içerideki âşıkane (!) sevişme sahnesini, gerçek komediyi, doya doya
seyreder, konuşmaları dinlerlerdi. Böylece oda içinde, bir (komedi), ya da
(vodvil) sahneye konulmuş olurdu.”
“Temsil bittikten sonra (Hediye
Hanım), başka bir odada eski, tabii kılığına girer; Şöhret Kalfa’ya paşa ile
nasıl buluştuklarını, seviştiklerini sorar, anlattırır; dinleyenler de katıla
katıla gülerlerdi.”
Deli Nine
Afif Evren hatıralarında andığı
meczubelerden biridir. Evre, onunla ilgili hatırladıklarını da şöyle zikreder:
“(Deli Nine) öbür lakabı ile
(Hacı Nine), bizim evin tek oda, bir aralıktan ibaret olan (hariciye)sinde
parasız otururdu. Hacı Nine, iki kez hacca gittiğini, Konya Ereğli’sinden
olduğunu söylerdi. Bu da Ali Hoca gibi koynunda (Kur’an-ı Kerim) taşırdı ve sık
sık (Huuu Allah!) der, dururdu.”
“Oturduğu odanın üç
penceresinin kanatlarıyla kirli perdelerini hiç açmazdı. Üstü başı, odasının
içi kir ve koku içindeydi. Nine, halkın ayni ve nakdi yardımları (özellikle
ramazan, kandil, bayramlarda) yaşardı. Mangal kömüründen zehirlenerek öldüğü
zaman, doğrudan bedenine, tenine sardığı kuşağından bir hayli sarı lira, altın
filan çıktığı söylenmişti.”
Mandal Başının Zarife
Eski Konya’da elinde ekseriye
birkaç hercai veya menekşe demeti ile bilhassa genç beylerin önüne çıkarak
“Canım beyefendiciğim, civanım sizin için hazırladım buyurmaz mısınız?” diye
çiçek demetini uzatan ve mukabilinde ne para verirlerse kabul eden Mandal
Başının Zarife’yi herkes tanırdı. Üzerinde rengi solmuş bir çarşaf, ayağında
tabanı kayıp olmuş kirli bir yün çorapla, ökçesi düşmüş ve yamulmuş
iskarpinlerle dolaşırdı. Önünüze gelip çiçek verirken buruşuk yüzüne çürük
gedik dişleri de gülerken insana ayrıca bir tiksinti verir ve ister istemez
çiçeği alarak başından savardı. Gözüne kestirdiği beyler oldu mu çiçeği
aldırıncaya kadar yakasını bırakmaz zorla verirdi. Selçuk Es Mandal başının
Zarife ile ilgili bir anısını şöyle anlatır:
“Bir tarihte eski belediye
binasının -Yusuf Şar’ın evi yanında- demir bir sokak çeşmesi vardı. Burada öğle
üzeri Zarife çeşmenin altına oturmuş her tarafı su içinde ve kurnadan akan
sular başından etrafa dağılıyor ve durmadan “Ah yandım ah, ölüyorum ah, bana
büyü yaptılar” diye bağırıp duruyordu. Meğer sonradan öğrendiğimize göre Zarife
Hatun cepheden yeni gelmiş hava tebdili bir yedek subaya tutulmuş günlerce
arkasından koşmuş ve yedek subay da o sırada nişanlı bulunduğundan evlenmişti.
Bu duruma da yanan Mandal Başının Zarife zaten meczup olduğundan yerli
zıvanadan çıkmıştı. Tahminen 1929-1932 seneleri arasında o da rahmete kavuştu
gitti.
Şerif
Merhum Sural’ın anılan dizi
yazısında naklettiği meczubelerdendir.
“Adının aslı Şerife olmak
gerekir ki, Şerif derlerdi. Bakire idi, boylu boslu, güzel bir kızcağızdı,
fakat üstü başı pek bakımsız ve bir o kadar da kirli idi. Çarşıda, elinde bir
maşraba ile dolaşır, beş para, on para… Ne verirlerse alırdı. Paraların
maşrabaya konmasının nedeni ise, bir erkek elinin kadın eline değmemesi idi.
Şerife’nin başında çiçekli bir bir kara yazma örtülü olurdu. Yüzü açıktı,
şalvar, işlik, ayağına da yemeni veya pabuç giyerdi. Halk onun uğruna inanır,
gücü oranında bir mikdar sadaka verir, onun “Allah çok versin” diye yaptığı
duasını alırlardı. Kırk yıl önceleri kırk yaşlarındayken falan ölen Şerife,
delilik veya meczubluktan ziyade saflardandı.”
“Bizim komşularımızdan İraz
(Raziye) abla adında muzib ve nüktedan bir kadın vardı. Her meczubla olduğu
gibi Şerife’ye de takılır, onu saf saf söyletirdi.
- Akşam ne yediniz Şerife?
- Pilav yedik..
- Her gün mü pilav yersiniz
siz?
- Yoo, dün tirit yidiydik.
- Eee, böğün ne yiyeceksiniz?
- …
- Eniştenilen ablan bögün
yıkandılar mı?
- Ablam yıkandı da, eniştemin
yıkandığını görmedim…
Falan gibilerden. Esnafın
muzipleri de ona, çirkin küfürler öğretir, Şerife böylece en galiz küfürleri,
sanki su içiyormuşçasına bir rahatlık içinde, öğretildiği gibi tekrar ederdi.
Bazen çarşıya sırtında bir torba ile gelir, o zaman Aziziye Camii’nin güneyinde
bulunan sebze ve meyveci dükkânlarının önünde dolaşır, esnaf Şerife’nin
torbasını sebze ve meyvelerle doldurur, kasaplar da et ve kemik verirlerdi.
Sanıyorum ablası ve eniştesinden başka kimsesi olmayan Şerife’nin fakir olan
aileye büyük yardımları olur, böylece geçinir, giderlerdi.”
Miyase Abla
Sural’ın zikrettiği diğer bir
meczubedir. “Yine kadın meczublardan bir Miyase abla vardı. Sarıyakup Camii’nin
teneşirliğindeki bir bölümde yatar kalkar, sokağa atılan kedi yavrularını
burada besler ve barındırırdı. Oğlu da meczublardandı. (Kılıçlı Hüseyin)
derlerdi.
Biz bir aralık, Asmalı Mektep
civarında bir evde kira ile oturmuştuk. Miyase abla ile böylece komşuluğumuz
olmuştur. Yaz gecelerinde ana-oğul, şimdiki Tercüman gazetesinin Konya Bürosu
şefi olan İhsan Kayserili’nin dedesi, Kayserili Lütfi Efendi’nin evinin önüne
oturur, türkü çağırır, teneke çalarlardı. Bu tenekeli ahenkten konu komşu
rahatsız olurlardı, ama garip gönlüne dokunmayalım diye kimse ses çıkarmazdı.
Çoğu zaman gürültüden uyku tutturamaz, şimdi yıkılmış bulunan Lütfi Efendi’nin
evinin önüne ben de oturur, Miyase abla havanın birini bitirdi mi: “Bi de şu
havayı çalıverin be Miyase abla” diye teklifte bulunurdum. Miyase abla gönül
kırar mı?
- Di len Üssüyün, bi de âbeyin
türküsünü çığırıvıralım.
Der ve tenekeli türkü hemen
başlardı. Şunu da kaydedeyim ki, ana-oğul yerli havaları pek de güzel
söylerlerdi. İkisinin de sesleri pek güzeldi. Rahmetli babam bir gün bana fena
hâlde içerlemiş, yatağından fırlayarak, Miyase abla ile oğlunu kovmuş, beni de
hayli hırpalamıştı.
Bu komşuluk nedeniyle Miyase
abla bize sık sık gelir, annem yedirir içirir gönlünü alırdı, ama o isterdi ki,
biz de ona ziyarete gidelim ve beklerdi de… Bir gün dayanamayıp teneşirlikteki
odacığına gittim. Ev o kadar temiz ve düzgündü ki… Şaşmıştım. Minderler,
yastıklar, yastık örtüleri kalıp gibi düzgün ve tertemizdi. Sapık supuk
söylenerek bana bir kahve pişirip, kırık bir fincanla ikram etmişti.
Sabahları çok erken kalkar, o
zaman ayakta duran Kayıklı Kahve’nin güneyinde, arkasını kıbleye dönerek sabah
namazı kılardı. Kış mevsimlerinde, şimdi eczane olan yerdeki Gövezlerin
fırınına girer, orada bir taraftan ısınır, bir taraftan da fırın işçileriyle
anlamsız konuşmalar yapardı. Miyase abla da kimseden bir şey istemezdi, ancak
verileni de reddetmezdi. Her yere pervasızca girer çıkar, Miyase ablayı herkes
de hoş karşılardı. Oğlu Hüseyin ise, apayrı bir âlemdi. Üzerine eski madenî
paralar dikilmiş bir palaskaya bağlı iki omuzlarından çaprazlama geçirilmiş
yine iki kılıç taşır, kilot pantolonunun paçaları içeride kalmak üzere, uzun
boğazlı siyah yün çorap giyer ve bu çorap çizme geçerdi. Ayağında da vaketadan
(inek derisinden bir tür ince meşin) yapılmış yemeni bulunurdu. O da sabahın
erken saatlerinde çarşıya çıkar, sebze ve meyvecilerle, kasapların ve diğer
esnafın mostralık mallarının üzerine elini sürer, bu işi dükkân atlamadan
yapardı. Halk bunun da uğur getireceğine inanır, Kılıçlı Hüseyin’i âdeta
beklerlerdi. Çok konuşmazdı, sessiz bir kişiliği vardı. Tüm esnafın mallarına
elini sürdükten sonra, işini tamamlayan insanların rahatlığı içinde çarşı Pazar
dolaşır, verilen sadakaları kabul ederdi ve kimseden bir şey istemezdi.
Sabile
1960 öncesi çocukluk yıllarım…
Güllükbaşı’nda otururduk o zamanlar. Yanımızda kalan amcam, Bedesten İçi’nde
bir terzinin yanında çalışıyordu. Bazı günler, anacığımın işe dalıp beni
unuttuğu anlarda bir pundunu bulup soluğu amcamın çalıştığı dükkânda alırdım.
Ustası, Mehmet amcanın güleç yüzü, tatlı dili ikramları bu kaçışlarımın suç
ortağıydı. Evden Mehmet amcanın dükkânına giderken mecburen Hükümet
Meydanı’ndan geçerken mutlaka görürdüm Sabile’yi. Korkumdan, uzağından geçerek
ulaşırdım menzilime. İlkokulu bitirdikten sonra görmez olduğum Sabile’yi
üzerinde kaba kumaştan kırçıl mantosu, ama elinden ama ağzından hiç eksik
etmediği sigarasıyla hatırlarım.
Sabile rahmetli 1332 (1916)
senesinde Arnavutluk Preştine sancağı Hertişik köyünde doğmuştur. Babasının adı
Şakir, annesinin adı Arziyekiro soyadı almamıştır. Henüz yedi-sekiz yaşlarında
iken geçirdiği menenjit hastalığı neticesi ruhi bozukluklar ve sara krizine
tutulmuştur. Sabile 12-13 yaşlarında tahminen 1928-1929 senelerinde Konya’ya
ailece gelip yerleşmişlerdir. Beş kardeş idiler.
Babaları Konya’da birkaç sene
sonra ölünce Sabile tamamen hamisiz kalmış, büyük ablası Rabiye Hanım himayesi
altına alarak ölümüne kadar ona bakmıştır. 23.09.1965 günü kırk dokuz yaşında
yakalandığı zatürreeden kurtulamayarak ölmüş, aynı gün Musalla Kabristanı’na
defnedilmiştir. Sabile’nin ölümü ile Konya Hükümet Meydanı cidden ıssız
kalmıştır.
Sabile su katılmamış Halk
Partili idi. İnönü’ye karşı sonsuz sevgi ve bağlılığı vardı. Esasında, Halk
Partisi’ne gücenmeyen veya bu partiden dönmeyenlerden İnönü başta gelirse de
Sabile muhakkak ikinciliği alırdı. Hele seçim zamanlarında sol yakasında altı
ok rozeti sağ yakasında İnönü’nün resmi takılı dururdu.
Bu konu ile ilgili olarak yazar
Selçuk Es, bakın neler anlatır: “1957 seçimleri arifesindeyiz, bir arkadaşımla
hükümet önünden geçiyorduk. Sabile’nin yurdu Hükümet Alanı olup ortada
görünmedi mi etrafa bakılınca yaz günleri koyu gölgelikte bir dükkân vitrini
önüne dayanmış oturur ve uyurdu. Kış günü ise bazen Kırmızı Kütüphane, bazen
Hükümet Konağı önü veya İkinci Noter civarında arzı endam ederdi. İşte bir son
bahar günü idi. Sabile kollarını açarak önümüzde durdu. Sigara istedi verdik.
Ben sigarasını yakarken
arkadaşım takılmak amacıyla “Sabile duydun mu İsmet İnönü ölmüş” dedi. Yarasına
basılmış gibi ağzındaki yanan sigarayı titreyen elleri ile çekerken bir çıngar
çıkacağını anlayarak yanından kaçmadan başka çare olmayacağını hissedip üç beş
adım uzaklaşmıştık ki koca alanı çınlatırcasına arkamızdan Sabile’nin sesi
duyuldu. “Soğan erkeği.” Attığı nara üzerine gelip geçenler durup bakınmaya
başladı. Tabi bizde renk vermeden durduk, aynı şekilde bakmağa başladık.”
Aynı şekilde Selçuk Es, Sabile
ile ilgili ikinci bir anısını şöyle anlatır: “1941 senesi Mart ayındayız. Bir
sabah Meram’daki evden bisikletle şehre indim. Şehir evine bisikleti bıraktım.
Yavaş yavaş çarşıya geliyordum. Bugünkü Tekel Baş Müdürlüğü Binası önüne
geldiğim zaman kapının kuytu yerine oturmuş gelip geçeni seyrediyordu. Beni
görünce derhal kollarını açarak “Gitme sana kıyacaklar” diye bana mani olmaya
çalıştı. Her zamanki gibi avucuna para verdim. Bir sigara tutuşturdum. “Kimseye
fenalığım yok. Kimse bir şey yapamaz” dedim. Dikkatli dikkatli yüzüme baktı.
“Peki, ben karışmam. Git öyleyse” diyerek yolumdan çekildi. Bugünkü Sümerbank
Banka Binası yerinde o tarihlerde hazine avukatı rahmetli Mümtaz Ataman’ın
yazıhanesi vardı. Oraya uğrayacaktım girdim. Oradaki işimi bitirdim kapı önüne
çıkarken bir polis memuru önüne durdu. “Selçuk Bey şu tebligatı lütfen imza
edin” diye bir zarf uzattı, imza ettim ve zarfı açtım. Kısaca şöyle bir yazı
okumuştum. “Kısmi seferberlik ilan edilmiştir. Tebellüğ tarihinden itibaren 24
saat içerisinde askerlik şubesine müracaatla seferi vazifenizi alınız.”
Sabile’nin biraz evvel sözü ile elimde duran şu yazı arasında benzerlik
hissettim şaşırdım kaldım. Kim ne derse desin Sabile’nin kalbi temiz, saf,
kimseye en ufak bir fenalığı dokunmayan bir zavallı idi.
Selçuk Es şöyle devam eder:
“1943 senesi Nisan ayındayım. İkinci askeri görevden terhis olduğumun senesi
doluyor. Ordu karargâh binasının doğusundaki Katolik Kilisesi’nin tam
karşısından askerlik şubesine senelik yoklamamı kayıt ettirmeye gidiyordum.
Sabile ile karşılaştım. Beni görünce kollarını açtı sigara istedi. Mutadım
gereğince verdim. Ayrıca da para sıkıştırdığım zaman omzuma vurarak “Haydi git
seni arıyorlar, Allah işini rast getirsin” diyerek yanımdan ayrıldı.
Şubede yoklamamı yaptırdım, tam
ayrılacağımda muamele memuru binbaşı merhum Faik Bey hemen beni çağırdı “Selçuk
Bey size üçüncü defa askeri görev verildi, tebligat için emniyete yazmıştık.
Meram’da oturduğunuz bildirildi, Jandarmaya yazacaktık, şimdi burada
olduğunuzdan lütfen şu yazının altını imza edin, yarın da yeni göreviniz başına
hareket edersiniz” demesin mi? Sabile’nin ikinci kerameti de bende bu suretle
tecelli etmiş oldu.
Ölümünden birkaç ay evveldi
hükümet önünde tesadüf ettim. Sigarayı bıraktığımı bildiği için benden bir
paket Bahar sigarası bedelini tahsil ettiği zaman elini omuzuma koyarak “Sen
bugünlerde çok sıkıntıdasın. Fakat üzülme bunların sonu aydınlığa çıkacak, çok
zengin olacaksın, amma canımın kakırdağı ben göremeyeceğim” dedi. Ben de
“Sabile sensiz zenginliği de ben istemem” diye takılınca, “Hadi be keyfine bak.
Bu güne kadar benimle geldin geçtin” dedi bir hoş oldum.
“Sabile’nin öldüğüne ben de
müteessir oldum. Her şeyin unutulduğu gibi bu da unutuldu, altı sene oldu son
kerameti henüz tahakkuk etmedi. Piyango bileti almam, toto oynamam, bankanın
hiçbirinde hesabım yok. Bakalım Cenabı Hak, Sabile’nin kerametini hangi helâl
ve hayırlı sebepten ihsan edecek şimdi onu bekliyorum.”
Mahmut Sural da malum dizi
yazısında Sabile’yi şöyle anlatır:
“Konya’nın gülüydü Sabile… Her
sabah erkenden sokağa çıkar, çoğunlukla Hükümet Alanı’nda dolanır dururdu. Daha
çok da Kırmızı Kütüphane’nin yakınlarında bulunur, gelene geçene türlü
biçimlerde takılırdı. En büyük zevklerinden birisi, dalgın olanları
korkutmaktı. Dalgın birisini daha karşıdan peyler, adam yanına yaklaşınca:
“Pöm” diye bir ses çıkarır, dalgın adam korkunca da, derinden gelen deli deli
kahkahalar atardı.”
“Rahmetli Vali İzzet Bey
mütevazı bir insandı, makam arabasını olur olmadık yerde kullanıp durmazdı.
Çarşı içinde, halktan biriymiş gibi dolaşırdı. Sabile, Vali İzzet Bey’i çok
sever, çarşıda yakaladı mı, arkasına düşer, onunla konuşurdu. Sabile’nin çok
sevdiği üç kişi vardı. Atatürk, İnönü, İzzet Bey… Bu nedenle de koyu bir CHP’li
idi… Yakasına altı oklu rozetleri doldurur, 1950’den sonraları, DP’li olmasını
teklif edenlere ağız dolusu küfürler savurur, ana avrat söverdi. Onun kendince
tanıdıkları vardı. Bu tanıdıkları para vermek istedikleri zaman, miktarını
Sabile bizzat kendisi tayin ederdi. Para verecek olan adamın, miktar tayininde
bir yetkisi yoktu.”
“Abdülkadir adında zenci bir
meczub daha vardı. İri yarı birisi idi. Kimler yapardı bu işi bilmiyorum, adama
esrar içirirler, salıverirdiler. İri kemikli, çirkin bir adamdı. Elinde kalınca
bir sopayla gezer, o esrarkeş kafaya rağmen hiç kimseye zarar vermezdi.”
“Sabile ile bu zenciyi, bazı
muzipler birleştirmiş, Sabile’nin zenciden bir çocuğu olmuştu. Sabile çocuğu
“Atatürk olacak!” diye birkaç ay kucağında gezdirmiş, pek tabii olarak çocuk
bakımsızlıktan ölmüştü. Sabile yıllarca bu çocuğu unutamamış ve arkasından
ağlamıştır. Bir delinin bu analık şefkati ne kadar dikkat çekicidir!..”
“Sonraları Sabile, sara
nöbetlerine tutulmuş, eski neşesini yitirmiş ve sanıyorum yine bir nöbet
sırasında ölmüştür. Sabile, çok renkli meczublardan birisiydi.”
Kırmızılı Kadın
Hâlen Konya’nın en renkli
meczubesidir. 1957 doğumlu olan Kırmızılı Kadın’ın adı Sultan (Özcan)’dır.
Alâeddin Tepesi’nin hemen doğusundaki yahut Kayalıpark’taki otobüs duraklarında
beklerken, zaman zaman da Mevlâna Caddesi boyunca veyahut Bedesten İçi’nde
adımlarken görülür. Kıpkırmızı elbiseleriyle mütenasip abartılı kırmızı
makyajıyla kalabalıklar içerisinde dahi hemen dikkatleri üzerine çeker.
Sultan, bir başkomiser ile
evliymiş. Cenab-ı Mevla onlara bir çocuk nasip etmeyince kocası onu boşadıysa
da, bir müddet sonra tekrar evlenmişler. Bu ikinci evliliklerinden olan bir
oğlan çocuğu da kocasının ikinci kez onu terk etmesine engel olamamış.
Kocasından sürekli şiddet gören Sultan, bir gün başına aldığı sert bir darbe
sonucu şizofren olmuş.
Kırmızılara bürünmesinin sebebi
de; eşinin görevi sebebiyle Hakkâri’de bulundukları bir gün, valinin kızını
kırmızı kıyafetler içerisinde görünce çok beğenmiş olmasıdır.
Selçuklu ilçesine bağlı Parsana
Mahallesi’nde abisinin yaptırdığı tek gözlü evceğizinde yaşayan Sultan, kendi
hâlinde bir meczubedir. Maaşı olduğu için kimseden en ufak bir yardım talep
etmez. Kimseye bir zararı olmadığı gibi mahallesinin neşe kaynağıdır. Sultanı,
çoğu insandan akıllı gören komşuları onu meczup olarak kabul etmezler.
SONUÇ
Parsanalı Mustafa’yı anlatmaya:
“Konya Çarşı’sının son gülüdür.” cümlesiyle başlamıştık. Bu cümlede ortaya
konulan yargı, Konya Çarşısı’nda –nasıl adlandırırsanız- deli, meczup veya gül
kalmadı bağlamlı görünse de; bir zihniyet dönüşümünün acı haberidir aslında.
Yoksa bizim memleketin delisi de bitmez velisi de… Nitekim çarşı yönlü
yürüyüşlerde ve çarşıdaki gezinmelerde bir seferinde olmazsa, diğerinde mutlaka
bir meczuba rast gelinebilir. Lakin bunlarda ne Parsanalı’nın, ne Silleli
İsmail’in ne daha öncekilerin etkileyiciliğini (karizma) göremiyoruz/göremiyorsunuz.
Niçin göremiyoruz/göremiyorsunuz? Çünkü bizler, çok katlı sefer taslarımızdaki
komşularımızdan bîhaber yaşayışımız gibi bu garibanları gören bir hayattan da
kopardık kendimizi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder