5 Ekim 2017 Perşembe

Konya'nın Gülleri/Meczupları



GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KONYA MECZUPLARI
Ali IŞIK
GİRİŞ
Sözlükte “kendine çekmek, yaklaştırmak” anlamındaki cezb (cezbe) kökünden türeyen “meczûb” kelimesi tasavvufta, bir daha kendine gelmemek üzere Allah’ın aniden kendine çektiği, dost edindiği ve daimi surette huzurunda bulundurduğu velileri tanımlamak için kullanılmıştır.
Dinî duygu ve heyecanlara genellikle cezbe denir ve bu anlamda her dindar kişi ve salik az çok cezbe sahibidir. Mutasavvıflar, bir anda Hakk’ın katına ulaşan meczupların bu yüce mertebeyi kendi gayretleriyle kazanmadıklarını, bunun kendilerine Hakk’ın bir lütfu olduğunu söylerler. Cezbe aklı baştan alan bir hâl olduğundan meczuplar ömür boyu kendilerinden tamamen veya kısmen geçmiş bir durumda yaşarlar. Günlük işlerini yönetip düzenleyemedikleri gibi dinî emir ve yasaklara zahiren tam olarak riayet etmezler. Dinî yükümlülüğe temel oluşturan aklî dengeye tam anlamıyla sahip olmadıklarından dinin emir ve yasaklarıyla da yükümlü sayılmazlar (…).
Takıyyüddin İbn Teymiyye de güçlü bir sevgi ve zikir sebebiyle içine aşk ateşi düştüğü için aklı başından giden kişinin söz ve hâllerinde mazur olduğunu, bu durumda iken söylediği sözler ve davranışları sebebiyle kınanamayacağını, Allah’ın meczuplara akıl ve hâl verdiğini, sonra akıllarını başlarından alıp onları cezbe hâlinde bıraktığını, dinin emir ve yasaklarına uymaktan da muaf tuttuğunu söyler (…).
Abdurrahman-ı Câmî, meczupları hakiki meczuplar, bunlara benzemeye çalışanlar ve meczupluk taslayanlar diye üçe ayırır (…).
Gelecekle ilgili olarak verdikleri haberlerin bazen doğru çıkması, bazen de hikmetli sözler söylemeleri meczupların halkın gözündeki itibarını arttırmış, bu da dinî hükümlere ve ahlâk kurallarına uymayan söz ve davranışlarının mazur görülmesine sebep olmuştur (…).
Bütün İslam âleminde rastlanan meczuplar bulundukları çevrelerde büyük saygı görmüş, meczup sıfatı birçok sufinin unvanı olarak kullanılmış, ölen meczuplara türbeler yapılarak kabirleri ziyaretgâh hâline getirilmiş, adlarına mescidler ve camiler yapılmıştır. Bazı meczupların diğerlerinden daha üstün olduğunu belirtmek için onlara “kutbü’l-meczûbîn” denilerek ruhaniyetlerinden feyiz alınması gerektiğine ve keramet sahibi olduklarına inanılmıştır. Ayaşlı Şâkir Efendi ve Neyzen Tevfik son devrin tanınmış meczupları arasında zikredilebilir.
Bu tür meczupların yanında ve hatta bunlara nispetle daha çoğunlukta olan bir tür meczuplar daha vardır. Bunlar halk tarafından genellikle “deli” olarak nitelendirilirler. Bu tür meczupluk doğuştan olabildiği gibi maruz kalınan maddi-manevi ağır bir travma sebebiyle sonradan da oluşabilmektedir. Makalemizin konusunu oluşturan meczupların hemen hemen tamamı bu tür meczuplardır.
KONYA ÇARŞISI’NIN GÜLLERİ
A. Meczuplar
Konya’nın, henüz kentleşme hatta anakentleşme sürecini yaşamadığı, dolayısıyla şehir kimliğini taşıdığı yıllar… Kapı ve Aziziye camileri merkezli Konya Çarşısı’nın esnaf, tüccar ve zanaatkârları gibi olmazsa olmazlarındandır meczuplar. Çarşı sakinlerince veli mesabesinde görülen bu meczuplar “Konya Çarşısı’nın gülleri”dir. Bunlar, her biri kendine özgü marifetleri olan kişilerdi. Onları sadece Konya Çarşısı’ndaki esnaf değil, herkes tanırdı. Onlar, hiç kimseye zararları olmayan kimselerdi. Kimisi dinî nasihatlerde bulunur, kimisi uğur dağıtır, kimisi güzel sesiyle gazel çeker ve kimisi de Hükümet Meydanı’nda siyasi nutuklar atardı. Hiçbir zaman el açmazlardı. İsteyenler, onları çağırır ve gönüllerinden ne koparsa verirlerdi. Bu yardımların yapıldığı gün genellikle perşembe günü olurdu ve verilen paraya da “perşembelik” denirdi.
Onların kendi aralarında kurdukları gayriresmî dernekleri vardı, birbirlerini kollarlardı. Bir düğün veya cenaze anında hepsi haber alır ve arzı endam ederlerdi. Aslında onlar davetsiz misafirlerdi. Her düğün pilavının baş konuğuydular. Onlara ölçüsüz yemek verilirdi. Hatta giderken tencereleri veya zembilleri ayrıca doldurulurdu. Ramazanlarda topluca, özel olarak ağırlanırlardı.
Çoğu insanın “deli” deyip geçivereceği bu insanları diğer Konya ahalisi de oldukça dikkate alırdı. Zaman zaman şakalarıyla bunları kızdırsalar da; hiçbirini kırmayı akıllarının ucundan bile geçirmezlerdi.
Konya Çarşısı’nın bu gülleri, otuz ramazan iftarını da davetsiz geçirmezlerdi. Bu iftar davetlerinin takvimi ramazan girmeden ayarlanır, biterdi. İmrenip de bir davet de ben yapayım, diyenler gelecek ramazanı beklemeliydi.
İftar daveti için güllerin tek tek davet edilmesine gerek yoktur. Birinin durumdan haberdar edilmesi, tekmilinin iftarın verileceği evde toplanmasına yeterdi.
Meslek erbaplarını meşgul eden iç çekişme ve kıskançlıklar Konya gülleri için de ayniyle vakidir. Bu vakıa onların iftar sofralarına dek uzanır. Yemekler döküm saçım yenir, kahveler çaylar da öylesine içilir. Bütün ikramlardan sonra bunları gönderme zamanı gelip çattığında evi birbirine katma meşgalesine düşmüş gülleri kırmadan uğurlamanın tek yolu tren tren oyunudur. Davetin akillerinden biri hemen ayağa kalkıp tren taklidine başlar. Bunu gören güller birer birer bu trene eklenir. Bu ilginç katar, kapılarının açılmasıyla evin bütün odalarını dolaşmaya başlar. Evin odaları arasında cereyan eden bu turlamaların akabinde güller, ardına kadar açılmış cümle kapısından dışarı uğradıklarının farkına bile varamazlar. Durumun farkına vardıklarında ise kapı çoktan kapanmış olurdu.
Günümüzde bütün güllerin yitirilmesi, yeni türeyenlerin de hâl ve tavırlarıyla bunların yerlerini dolduramaması sonucu gül iftarları da tarihe karışmıştır.
Konya Çarşısı’nda iz bırakan meczuplar şunlardı:
Ali Dayı
XIX. yüzyılın ikinci yarısı ile XX. yüzyılın ilk yarısı arasında yaşayan Ali Dayı, geceleri saatlerce Mevlâna Dergâhı’nın pencere demirlerine sarılarak İshak kuşu gibi: “Hakk, Hakk, Hakk ...” diyerek kendinden geçerdi. Gündüzleri Konya Çarşısı’nda kimin dükkânına girip selam verse, onun gelişi uğur sayıldığından dükkân sahibi tarafından gönlü hoş edilir; açsa karnı doyurulur, varsa ihtiyaçları giderilirdi.
Konya esnafı, geçmişten günümüze, meczuplara karşı daima saygılı ve hoşgörülü olmuştur. Onların meczuplara karşı bu yakınlığına Ali Dayı’ya ait şu anekdot yeterince ışık tutmaktadır.
Eskiden birbirine dükkân komşusu olan Konya esnafı, aralarında sıra kurarak haftada bir, birinin evinde oturur beraberce yemek yer; birbirleriyle hemhâl olur, böylelikle dostluklarını pekiştirirlermiş. Böyle bir düzenlemede ziyafet sırası kendine gelen bir esnaf, evinden verilen ihtiyaç listesini sabah erkenden hazırlar. Bunları evine göndermeye adam ararken gözüne ilişen Ali Dayı’ya seslenir. Yanına gelen Ali Dayı’ya maruzatını bildirip hazırladığı zembili evine bırakmasını, akşam da çorbada kendilerine katılmasını rica eder. Ali Dayı hiç düşünmeden, yüksünmeden zembili sırtlanır.
Vakit ikindi olmasına rağmen henüz ısmarladığı malzeme eline ulaşmayan evin hanımı telaş içindedir. Bir komşu çocuğunu erinin dükkânına yollar. Durumu öğrenen esnafın tepesinden aşağı kaynar sular dökülür. Hemen Ali Dayı’yı aramaya çıkar. Bir sokakta bulduğu Ali Dayı’ya zembili evine niçin iletmediğini sorar. Ali Dayı kendinden emin bir edayla götürdüğünü söyler. Bunun üzerine esnafın, nereye götürdüysen, haydi beraber gidip bir bakalım, demesi üzerine Ali Dayı önde, esnaf arkada yola düşerler. Çok geçmeden esnafın şaşkın bakışları arasında girdikleri mezarlıkta bir mezarın önünde dururlar. Ali Dayı işte, deyip mezarın başındaki ağacın dalında asılı zembili işaret eder. Esnaf kızgınlığını bastırmaya çalışarak sorar:
“Bizim ev burası mı?”
Ali Dayı:
“Evet, senin hakiki evin burası, ama sen burayı hep ihmal ediyorsun.”
Ali Hoca
Konya’da doğdu. Ali Efendi diye de tanınırdı. Ailesi Konya eşrafındandı. Özel Füyûzat-ı Hamidiye Mektebinin ilk ve rüştiye kısmında okudu. Bir süre hafızlığa çalıştı. Füyûzat-ı Hamidiye Mektebinin faaliyette bulunduğu dönemler dikkate alındığında onun 1880-1890 yılları arasında doğması muhtemeldir. Ali Hoca gençlik yıllarında sarıklı, entarili; düzgün ve bakımlı bir vaziyette dolaşırdı. Kur’an-ı Kerim’i güzel okuduğu için, zaman zaman Kapı Camii’nde ezan ve aşır okuduğu olurdu. Ali Hoca daha sonraları, nedendir bilinmez, meczupça yaşamağa başladı.
Ali Hoca, 1950’li yıllarda kış yaz bağrı açık, koynunda büyük bir masa saati, büyükçe bir Kur’an-ı Kerim ve birkaç kitapla dolaşır dururdu. Bazen yerlerden kâğıt topladığı da olurdu. Evini, aklı başında olan hanımı çekip çevirirdi.
Ona Alâeddin Caddesi’nde, Kapı Camii ve Hükümet Binası çevresinde, çarşı-pazarda, her zaman rastlamak mümkündü. Kendi hâlinde sessiz, sakin bir insandı. Lüzumsuz laf ettiği hiç görülmezdi. Kimseden bir şey istemez, fakat verilenleri de geri çevirmezdi.
Ali Hoca, hayvanlarını kırbaçlayan araba sürücülerine çok kızar, onların ahir ömürlerinde ekmek bulamayacaklarını söylerdi. Onun bazen elini omuzu üzerinden arkaya doğru salladığı olurdu. Niye böyle yaptığını soranlara: “İşe yaramayan şeyleri arkama atıveriyorum” derdi.
Halk arasında pek çok menkıbe ve kerametinden bahsedilen Ali Hoca, 1960’lı yılların başında vefat etti.
Onun gösterdiği bir kerameti merhum araştırmacı-yazar Mahmut Sural (1914-1987) şöyle nakleder:
“Adamın biri Ali Efendi’ye “Ben ne zaman öleceğim?” diye takılır, Ali Efendi cevap vermez geçermiş. Adam bir gün Ali Efendi’yi yakalayıp ısrar etmiş. “Ben ne zaman öleceğim?” diye. Ali Efendi gününü, yerini, saatini söyleyerek bir eşek üstünde öleceğini haber vermiş ve adam cidden eşek üstünde, Ali Efendi’nin söylediği yer ve saatte ölüvermiş.”
Bekereli Mustafa
Eski Konyalılar makaraya “bekere” derlerdi. Bekereli Mustafa, makaranın bir ucunu keserek emzik (ağızlık) yapar, sigarasını da makaranın diğer ucuna takarak tüttürürdü. Bundan dolayı Konya’da “Bekereli Mustafa” olarak tanınmıştı.
Çok sakin, sessiz ve sevimli bir meczuptu. Topraklık’ta, ağabeyinin yanında otururdu. Yengesi ona iyi baktığından üstü başı hep temiz olurdu.
Eskiden her Konyalının evinde kümesi bulunur, bu kümeslerin sokağa açılan birer de deliği olurdu. Hayvanlar akşamları yemlenerek kümese sokulduktan sonra bu delikler kedi, köpek, tilki gibi hayvanlar girmesin diye bir tıkaçla kapatılırdı. Bekereli Mustafa, seher vakitlerinden de önce evinden çıkar, yolunun üstündeki kümes tıkaçlarını deliklerinden çeke çeke Hacı Ömerler Camii’ne kadar gelir, sabah namazlarını orada eda ederdi. O semt halkı, Mustafa’nın bu işi yaz-kış bir defa aksatmadığın söylerlerdi.
Çoğu meczup gibi, o da camiye ve cemaate pek meraklı idi. Öğle ve ikindi namazlarında, çokça Kapı ve Aziziye camilerine gider, müezzinin arkasına durur, müezzin İhlâs okurken, kamet ederken o da onunla birlikte mırıldanırdı. Bildiği kelimelerin tümü on beş yirmiyi geçmediği gibi gerektiği biçimde namaz kılmayı da bilmez; herkesle birlikte yatar, kalkardı.
Kendisini sevenler, onu esnaf kahvelerinin önüne oturtur, sigara, çay, kahve ikram ederlerdi. Önce sigarayı yakar, sonra ağızlığa geçirir, makarayı da ağızlığa tutturarak durmadan çekiştirir, etrafını dumana boğardı. Etraftan: “Aman Mustafa, korktum” dendikçe o sigarayı daha sık bir biçimde çeker ve korktuğunu söyleyen adamın üstüne üstüne üfürür, öbürü sakınır gibi yapınca da, bundan büyük bir zevk duyardı. Bu sırada gelen kahveyi almadan önce bacak bacak üstüne atar, şöyle bir kurulur, bundan sonra da kahvesini höpürdetmeye başlardı.
Mustafa’nın bir marifeti de gramofonluk görevi yapmasıydı. Sırtında bir el, kol çevrilirmiş gibi döndürülünce Mustafa, sözde çalmaya başlayan bir gramofon kesilir, incecikten bir sesle cızırdamaya başlardı.
Küçük yaştaki çocukları pek sever, onlara hayran hayran bakar ve izlerdi. Eğer çocuklar ürküp kaçarlarsa peşlerine düşer kovalardı.
Sabahları evden elinde bir sepetle çıkar, nereye giderse gitsin, bu sepeti gözü gibi korurdu. Kimseden bir şey istemez, ancak hayır sahipleri ne verirse onu alırdı. Yiyecek maddeleri sepete konulur, paralar cebe giderdi.
Zeytinci Ömer Ağa
Yine merhum Sural’ın naklettiğine göre Zeytinci Ömer Ağa, korkunç ve saldırgan bir adamdı. Esrar içmekten delirdiği söylenirdi. İstanbul’da Bakırköy Akıl Hastanesinde bir süre tedavi görmüş, dönüşünde hayli uslanmış, zaman zaman şiddet tepkileri görülmüşse de zararlı olmamıştır.
Ömer Ağa’nın en çok kızdığı şey, birisinin önünden geçmesiydi. Eğer öyle bir şey yapan olursa, hemen geri döner, o da önünden geçenin önünden geçerdi. Güçlü kuvvetli, iri yarı bir adamdı. Babamı çocukluktan tanıdığı için bizim dükkâna gelir, abuk subuk söylenir durur, ikram ettiğimiz çay veya kahveyi içer, giderdi. Yılda bir defa yemeni yaptırır, parasını babam almak istemez, o zorla verirdi, hem de değer fiyatından… Bir gün şöyle bir şey söylemişti, net olarak hatırlıyorum.
“Yolda gelirken, biri birine sövdü. O demek istedi ki: ‘Ben eşeğim!’ Öbürü de ona aynı biçimde sövdü. O da demek istedi ki: Ben eşşoğlu eşeğim!” Ve deli deli, sürekli bir kahkaha bıraktı, ekledi: “Bana deli diyorlar, desinler. Delilik eşeklikten iyidir…”
O zamanlarda ben daha çok gençtim. Delinin söylediklerinden daha çok davranışları beni etkiliyordu. Bu sözlerin gerçek anlamını daha sonraları anladığım zaman, Ömer Ağa’nın deliliğine şaştım. Bu Ömer ağa sokaklardan geçerken, çocuklar taşa tutar, o kocaman iri yarı adam bu taş yağmurlarından korunmak için öyle atik sekişler yapar ve kendisini bu taşlardan korurdu ki, şaşardım.
Çavuş
Gerçek adı bilinmeyen bu meczup, merhum Sural’ın belirttiğine göre Konyalı iyi bir ailenin çocuğu idi. Rivayete göre Birinci Dünya Savaşı’nda esir düşmüş ve bu sırada akli dengesi bozulmuştur. 1925’lerde falan Konya’ya dönen Çavuş’u, bir ip cambazı “Abdurrahim’in Hanı”nda yaptığı gösterilerde palyaço gibi kullanmak istemiş, fakat Çavuş bu işi becerememiştir. Bundan sonra, Konya’nın muziplerinden sarraf Evcizade Fehmi ile sarraf Kel Ahmet, Çavuş’a bir boya sandığı yaptırmış, Çavuş, sözde ayakkabı boyacılığı yapmaya başlamıştır. Ama Fehmi ile Ahmet efendilere şenlik de lazımdır. Çavuş, Kel Ahmet Efendi’nin dükkânının önüne boya sandığını koymuş, kendisi de boyacı iskemlesine azametle kurulmuş, bir taraftan sigara içmekte, bir taraftan da müşteri beklemektedir. Bir gün Sarraf Fehmi, bir başka boyacı çocuğun eline bir beş kuruş sıkıştırıp: “Çavuş’un önünden geç ve: ‘Çek burnunu Çavuş’ deyip kaç” diye tembih eder. Rahmetlinin burnu da hatırı sayılır bir burundu. Boyacı çocuk Çavuş’un önüne gelip: “Çek burnunu be Çavuş Ağa, geçemiyoruz” deyince Çavuş: “Ana anasını avradını…” diye parlar ve çocuğun ardına düşer. Etraf gülmekten katılır. Sonraları, bu “Çek burnunu Çavuş” sözü adamı bizar etmiş, her gelip geçen “Çek burnunu Çavuş” demeye başlamış. Lakin zamanla Çavuş buna alışınca da işin tadı kaçmıştır. Ama Fehmi Efendi bir başka çare bulur. Bir şişe rakı getirtip, Çavuş’a bir hamlede içtirip bırakır. Çavuş sandığının iskemlesine oturur, sigaranın birini yakıp birini söndürürken rakı tesirini gösterir ve Çavuş yerinden fırlayıp, gelene geçene sövmeye başlar. Güçlükle teskin ederler. Bu defa: “Sen çavuşken talimi nasıl yaptırırdın, haydi bir daha yaptır da görelim!” diyerek eline tüfek yerine, bir de sırık tuttururlar. Çavuş, cadde ortasında komutlar vermeye başlar. Yat, kalk, silah doldur gibi hareketleri tekrarlar, Sarraflar İçi bir ana baba gününe döner. Kalabalığı gören Çavuş coşar, marş marşlarla bir o yana, bir bu yana koşar, orada birikenler gülmekten katılır.
Çavuş sonraları saldırgan olmaya başlamış, bu sebeple de Bakırköy Akıl Hastanesine gönderilmiş ve İstanbul’da ölmüştür.
Halid Baba
Uzunca boylu, zayıf bünyeli, yaşlı bir kişi idi. 1950-1955 yılları arasında Konya’da bulunmuştur. Söylendiğine göre Nakşî tarikatına mensup olgun bir dervişti. Konya’da manevi bir emir üzerine gelmişti. O zamanın Konyalı dervişlerinden bazıları Halid Baba ile meşgul olmuş, fakat o bunların ikramlarını kabul etmeyerek, yaz kış Kapı Camii’nin kuzey taşlığında yatıp kalkmıştır.
Zaman zaman türlü kılıklara girer, iki omzundan çaprazlama geçirilmiş kırmızı bezlere bürünür, elinde iki üç değnek veya baston ile dolaşırdı ve dans eder gibi bir yürüyüşü vardı. Ne yer, ne içer, kimse bilmezdi.
1955 yılıydı. Rahmetli öğretmen Memduh Yavuz Süslü ile bir gece evlerimize giderken Kayalı Park’ın önünde, elinde değnekler, omuzlarından aşağılara doğru indirilmiş kırmızı bezlerle karşımıza gelmiş, Süslü elini öpüp hatırını sormuştu. Halid Baba Süslü’ye verdiği cevapta: “Evlat, zamanımız geldi, artık Hakk’a yürüyeceğiz, yakındır.” demişti. Aradan çok geçmedi, duyduk ki, Halid Baba Kapı Camii’nin duvarlarına pislemiş ve yapılan şikâyet üzerine de polis tarafından İstanbul Akıl Hastanesine gönderilmiş. Ve yine çok geçmedi, Halid Baba’nın ölüm haberi geldi.
Derviş Mustafa Ağa
Derviş Mustafa Ağa, merhum Sural’ın gençlik yıllarında yaşlı bir kişidir. Mustafa Ağa, omzuna aldığı bir sırığın iki ucundaki iri kovalarla su taşır, sakalık yapardı. Küçümencik bir vücut yapısı vardı, gözleri şehla idi. Su taşırken güzel sesiyle ilahiler söyler, bu işi neşe içinde yapardı. Ve çok sevimli bir ihtiyardı. Yaşı ilerleyince sakalığı bırakmış, hamiyetli Konyalıların yardımlarıyla hayatını sürdürmeye başlamıştı. Bu sıralardaydı. Piri Paşa Camii’nde, Hacı Veyiszade Hacı Mustafa Efendi’nin bu camide imam olduğu yıllarda, bir teravih namazında rahmetli Derviş Mustafa Ağa önümüzdeki safta namaza durmuş, namazda iken pantolonu düşüvermişti. Mustafa Ağa bir elini göğsünde tutarak, diğer eliyle pantolonunu yukarıya çekmeye çalışıyor ve tabii başaramıyordu. Sağ ve solumda bulunan Öğretmen Arif Etik ve tanınmış işadamlarımızdan Osman Sakallı’yla kendimizi tutamayıp makaraları koyuvermiş, namazlarımızı bozmuştuk.
Daha sonraları, daha çok ihtiyarlamış ve kendisine bakamaz hâle gelmiştir. Derviş Mustafa Ağa bu durumdayken, Doğanlar Mahallesi’nden birisi Mustafa Ağa’yı sözde himayesine almış, bir eşek üstünde köy köy dolaştırarak, adamcağızı alet edip dilendirmiştir. Hayatında hiç kimseden hiçbir şey istememiş olan rahmetli Derviş Mustafa Ağa, alın yazısının bu tecellisine de katlanmış, hiçbir şikâyeti olmamıştır. Ve sessiz sedasız bu âlemden göçüp gitmiştir.


Demirci Mehmet
Konya’nın en ünlü demirci ustalarından biri olduğu söylenirdi. Günün birinde bir tarikata intisap etmiş, işini gücünü terk ederek kendisini ibadete vermiştir. Sonraları işi deliliğe vurmuş, dayanılmaz bir perişanlık içinde hayatını sürdürmüştür. Kendisini yakından tanıyanlar deli olmadığını bilir, saygı gösterirlerdi, ama o yine en ciddi bir konu tartışılırken bile delilik belirtileri gösterirdi. Kanun yolundan hiçbir sakıncası olmayan, fakat kendi inançlarıma göre vicdanımı kemirecek bir işi yapmayı tasarladığım bir günde, yolumu kesip: “Sen boş yere böyle şeyleri düşünüp durma. Sen o işi yapamazsın. Gerek kanunen ve gerekse şer’an izin olsa bile, vicdanını kemirecek işleri aklından geçirme.” deyip hemen benden ayrılmış ve beni şaşkınlığa uğratmıştı.
Ümmi olmasına rağmen tasavvufu çok iyi bilirdi. Yaz kış, yıllarca sırtında bir sırığa takılmış ağır bir torba ile bir ibrik ve içi kül dolu bir teneke mangal taşıyarak yaşamış, yırtık pırtık çullar içinde ömür sürmüştür. Son demlerinde ve kış mevsimlerinde köprü altlarında, şehir dışında kazdığı çukurları ateşle ısıttıktan sonra gecelerini bu çukurların içinde geçirmiştir.
Öksüz Mehmet
Çocukluk ve gençlik yıllarımın yakın arkadaşıydı Öksüz Mehmet. Ermeni tehciri sıralarında sokakta bulunmuş ve Hediye abla adında bir kadın alıp büyütmüştü. Bu sebeple Ermeni asıllı olduğu söylenirdi. On, on iki yaşlarındayken hem Kur’an’a çalışır, hem de sabahları çörek satardı. Bu sebeple kendisine “Çörekçi” de denilirdi. Hacı Veyis Efendi’den ve oğlu Hacı Mustafa Efendi’den Kur’an dersleri almış, hafız olmuştur. Bu arada da Zekâi Efendi’den de usul dersleri almış, daha sonra İstanbul’a giderek Ortaköy camilerinden birinin müezzini olmuş, sekiz on yıl orada kalmıştır. Sonra Konya’ya dönmüş, Süt Tekkesi Camii’nin imamlığına getirilmiş, bu görevdeyken de akli dengesini yitirdiği sanılmıştır. Bunun sebebi son zamanlarında kendisini tamamen tasavvufa kaptırmasıdır. Ve yine bu sebepledir ki, camiyi cemaati terk etmiş, en sevdiği arkadaşlarından bile kaçar olmuştur. Eşi, onun bu hâline dayanamamış evini terk ederek kardeşinin yanına gitmiş, rahmetli Öksüz Mehmet, gözlerden uzak yerlerde dolaşır olmuştur. Emeklilik aylığından aldığı çok az bir para ile karnını doyurmuş, önceleri pek temiz giyinen merhum, üstünü başını ihmal eder olmuştur. Bundan üç dört yıl önce ve bir kış mevsiminde, kiraya verdiği evinin bodrum katında uyurken sessiz sedasız vefat etmiştir.
Rahmetli Öksüz Mehmet’in tatlı ve yanık bir sesi vardı. Kur’an-ı Kerim’i pek güzel kıraat eder, güzel Mevlid okur, pek çok ilahi bilirdi.
Ahmet Ağa
Merhum Selçuk Es (1911-1980), Büyük Konya Ansiklopedisi adlı uzun tefrikasında Ahmet Ağa’ya dair şu bilgileri verir:
“Ahmet Ağa (Hacı): Otuz-kırk sene evveline gelinceye kadar çarşı esnafının iyi tanıdığı ve hörmet ettiği çarşı meczublarından bir şahıstır. Ahmet Rasih İzzet Koyunoğlu ağabeyimizin ifadesine göre bu şahıs sabahları çarşıda elinde ufak çapda bir lengeri ile Bakkalları, sebzecileri dolaşır buradan aldığı çeşitli kuru, yaş sebzelerle kasaplara geçer oralardan verilen yağlı et parçalarını hep bir araya karıştırır. İhtisab şadırvanında temizce yıkadıktan sonra hangi fırına tesadüf ederse orada pişirtir, iki ekmek de alarak yaz günleri koyu bir gölgelikde, kış günleri esnaf kahvesi köşelerinden birine çekilir, karnını doyurur, akşama doğru yatacağı yerine giderdi. Bu adam hakkında kesin bir bilgi yokdur. Yalnız Koyunoğlu ağabeyimizin ifadesine göre bu zatın evvelce Konya’da Ticaret’le iştigal ettiğini, hac farizasını ifadan sonra Konya’da uzun yıllar ticaret sahasında çalışdığı, Birinci Dünya Savaşı yıllarında iflas etmesi ile akli muvazenesini de zayi ettiğini söylemiştir. Tahminen 1935 yılları sonunda ölmüşdür.”
Mahmut Sural da, merhum eğitimci-yazar Memduh Yavuz Süslü’den duyduğu onun bir kıssasını şöyle nakleder:
Ahmet Ağa’nın komşularından birisi hacca gitmiş. Takdir edersiniz ki o dönemlerde Konya’dan hac yolculuğu pek uzun sürerdi. Hacı adayı Mekke’ye varmış, bir yere yerleşmiş. Tavaf gününü beklediği sıralarda bir gün canı Konya’nın ünlü un helvasını çekmiş ve: “Ah bir helva yapan olsa da yesem” diye düşünmüş. Ahmet Ağa o gün hacı adayının buradaki evine giderek, evin hanımına: “Canım helva çekti. Bolca bir helva pişir, çıkıla, bir saat sonra gelip alayım” demiş ve sıvışmış. Kadın: “Mahallenin yoksulu, canı pek çekmiştir” demiş, bir saat içinde helvayı pişirip, bakır iri bir lengeriye koyup çıkınlamış ve Ahmet Ağa’ya vermiş. Mekke’deki hacı adayı, yatsıyı kıldıktan sonra kaldığı yere gelince bir çıkın görmüş, açmış, bakmış… Ne görsün?.. Biraz önce canının çektiği un helvası değil mi!.. Şaşmış ve helvayı yemiş.
Adamcağız hacdan döndükten sonra eşi olan hanım helva çıkınını hacının eşyaları arasında görünce şaşırmış, “Efendi, bu çıkını nereden aldın?” diye sormuş. Hacı olanları anlatınca kadın şaşalamış, o da Ahmet Ağa’nın istediği helvayı hatırlayıp kocasına anlatmış.
Sait Ağa
Yine kırk yıl önceleri vefat ettiğini sandığım bir de Sait Ağa vardı. Onun da üstü başı düzgün ve bakımlı idi. Bembeyaz sakalı kırmızıca yüzüne pek uygun düşer ve adamı güzelleştirirdi. Çokça mahallelerde dolaşır, kim ne verirse alır, fakat kimseden bir şey istemezdi. Sait Ağa’yı gören çocuklar etrafına dolar: “Bizi sektir Sait Ağa” diye bağrışırlardı. Rahmetli Sait Ağa o yaşlı hâli ve iri cüssesiyle çocuklaşır, bir çocuğun iki elinden tutarak “hop hop” diye çocuğu zıplatır ve sektirirdi. Çocuklar: “Beni de beni de…” diye bağrıştıkça sektirmekte olduğu çocuğun elini bırakır, bir diğerinin ellerinden tutarak aynı tempoyla onu sektirmeye başlardı.
Miyase’nin Oğlu
Konya’nın bayan güllerinden Miyase’nin biricik oğludur. Adı Hüseyin olmasına rağmen “Miyase’nin Oğlu” olarak tanınmıştı. Üzerine, eski madenî paralar dikilmiş bir palaskaya bağlı iki omuzlarından çaprazlama geçirilmiş yine iki kılıç taşır, külot pantolonunun paçaları içeride kalmak üzere, uzun boğazlı siyah yün çorap giyerdi. Bu çorap çizme yerine geçerdi. Ayağında da meşinden yapılmış yemeni bulunurdu. O da sabahın erken saatlerinde çarşıya çıkar, sebze ve meyvecilerle, kasapların ve diğer esnafın mostralık mallarının üzerine elini sürer, bu işi dükkân atlamadan yapardı. Halk bunun da uğur getireceğine inanır, Kılıçlı Hüseyin’i âdeta beklerlerdi. Çok konuşmazdı, sessiz bir kişiliği vardı. Tüm esnafın mallarına elini sürdükten sonra, işini tamamlayan insanların rahatlığı içinde çarşı pazar dolaşır, kimseden bir şey istemez; verilen sadakaları ise kabul ederdi.
Hamza (Şembil)
Bazı Konyalılarca “Şembil” olarak bilinen Hamza, Konya’da birdenbire ortaya çıkmış, uzun yıllar burada yaşamış ve burada vefat etmişti. Belki Hintli, belki Pakistanlı idi. Nereden geldiği, niçin geldiği bilinememiştir. Kapı Camii’nin kuzeyindeki taşlıkta, yaz kış, yıllarca yatmış kalkmış ve sonra ölmüştür.
Dil bilmez, her rast gelen adamın sadakasını kabul etmez, hiç kimseyle konuşmazdı. Nadiren kendi kendine bir şeyler mırıldandığı görülürdü. Kış aylarının kuru ayazlarında, o taşlığa konulmuş olan ticari eşya sandıklarının içinde nasıl yatardı, nasıl olup da hastalanmazdı, şaşılası bir şeydi. Diğer meczuplar gibi o da camiye, cemaate düşkündü. Namaz kılmasını o da bilmezdi, ama gerek namaz vakitlerinde ve gerekse vakit aralarında, durmadan namaz kılar, daha doğrusu yatar kalkardı. Devamlı olarak Kapı Camii çevresinde dolanır durur, bu çevreden dışarıya pek çıkmazdı. Ne yer ne içer kimse bilmezdi.


Silleli İsmail (Pirali)
Silleli İsmail ya da nam-ı diğer Pirali, çocukluk ve gençlik yıllarımda yolumun en çok kesiştiği güllerdendi. Ona dair bilgiler hemşerisi ve emekli eğitimcilerden Yaşar Barışık’a aittir.
1341 (1925) yılında Sille’de doğdu. Babasının adı Mehmet, anasının adı Kezban’dır. Bazı büyükler bunun doğuştan meczup olduğu konusunda hemfikirdirler. 1995 yılında Zafer Meydanı’nda, Camlı Köşk adı ile bilinen çay bahçesinin önündeki alanda hakkın rahmetine kavuşmuştur. Allah’ın veli kullarından olduğuna inanılır, pek çok kerameti anlatılırdı. Konyalı olup da onunla bir anısı olmayan yok gibidir. Kesinlikle bir vesile ile onunla tanışmıştır kişiler. Mücellitlerden tuzcu Derviş İldiz çok kez onu hacda görmüştür. Yaşadıklarını “Bende kalsın” diye aktarmadı. Yine Konya'nın tanınmış eğitimcilerinden ve Tekvando hocası Kayhan Aytar da görüşmemizde gözleri dolu dolu olarak bana: “O anlatılmaz, yaşanır” dedi... “Siz onu gece yarısından sonra hiç gördünüz mü?.. Gece yarısı onun kokusunun güzelliğine dayanamazsınız; o benim manevi babam oldu” dedi.
İsmail Ağa 1987 yılında bir trafik kazası geçirmişti. Evinde iki ayağı kırık şekilde yatarken biz de bir arkadaşım ile ziyarete gittik onu. Evi küçük ama yüreği kocaman olan bu zat hemen orada o yıllar 67 ilden insanlar vardı ziyarete gelen. Hemen iki kişiye sen, sen, diye hitap ederek onları oturdukları yerden kaldırdı ve bizi oturttu oraya. “Sizin zamanınız doldu, hadi gidin” dedi.
İsmail Ağa eğer bir kişinin sıkıntısını hissederse, ona -işte ne kadar dediyse- şu parayı ver; yoksa şöyle şöyle olacak derdi. Vermeyenlerin vay hâline! Rahmetli her gün o yıllar açık olan şimdiki Beşyol’dan girişte bulunan Mehmet Emin abinin kahvesine sabah erken saatlerde gelir ve ilk gelen kim ise ona çay söylettirirdi. Yine bir gün zaman zaman çayını içtiği bir hemşehrimiz gelir kahveye erken saatte.
Sıkıntılıdır o gün… (Bu kişi bunu anlattığında n’olur ismimi söyleme dediği için ismini belirtmeyeceğim) Her gün İsmail Ağa’ya çay söyleyen bu zat düşünceli şekilde kahveye girince İsmail Ağa hemen kahveciye: “Bugün çaylar benden” der. Çaycı çayları doldururken bu kişinin cebine bir miktar para koyar ve derki sessizce: “Git arabana mazotunu al. Çalış, senedini öde” dedikten sonra: “Yarın paramı isterim haaaa!” diye de takılır. O zat o gün akşama kadar çalışır ve mazot parasıyla senet borcunun daha fazlasını kazanır. Ertesi gün gelir ve parayı İsmail Ağa’ya verdiğinde rahmetli sadece verdiği parayı alır ve gider…
Mustafa Ertan Seğmenoğlu anlatıyor: “1974 yılıydı. Pirali İsmail, Tahir Paşa Camii köşesinde oturuyordu. Geçerken beni çağırdı. Ne var, diye biraz alaylı şekilde yanına yaklaştım. 2,5 lira ver, dedi. Para varken yok, dedim. Hani o zaman iyi para. Bana üç dersten kalacağımı söyledi. O sene üç dersten kalmıştım.
Bir ara Sarayönü’ne gitmiştim. Ana caddeden bir sokak batıdaki ikinci caddede dikkatimi çeken bir şey oldu. Pirali İsmail inşaatta çalışıyordu. Gözlerime inanamadım. Devinemeyen, zorla yerinden kaldırılan İsmail Ağa ip doma ile harç çekiyor. Bana baktı kafasını çevirdi, devam... Beş dakika kadar takip ettim çalışmasını. Sonra yoluma devam ettim. Bu olaydan sonra İsmail’e takılanları hep uyardım.”
Ladikli Ahmet Ağa’nın kızından torunu İsmet Eser abimiz Ladik’i bir ziyaretim esnasında anlatmıştı.
“Gece yarısı saat üç, üç buçuk suları idi. Kapı zili ve kapı öyle çalınıyordu ki; korkup hemen kapıya gittim. Baktım ki karşımda gecenin bu karanlığında Pirali İsmail Ağa… Şaşırdım. Bana bir baktı, o an o bakışından çok korktum. ‘Ulan bu saatte yatılır mı kalllkk!’ dedi. ‘Senden dua bekler sense yatıyorsun’ deyince azıcık kendime gelir gibi oldum. Sonra kaşla göz arsı kayboldu rahmetli. Vardır bunda bir hayır dedim… Tabii tekrar uyumak mümkün mü? Hemen abdest alıp dedeme bir Kur’an okudum. Bu esnada sabah olmuş, ezanlar okunuyor. Herkes kalkar. Namazdan sonra kahvaltı sofrasında İsmet Eser’in o yıllarda Sarayönü İmam Hatip Lisesine giden kızı baba, der. ‘Bu gece bir rüya gördüm. Okulda öğretmenimiz kompozisyondan imtihan yaptı ve benim kâğıdım birinci oldu.’ der. İnşallah kızım, der İsmet Bey de. Kızı: ‘Ama baba konusunu sormadın ki!’ deyince, ‘Tamam söyle neymiş konusu?’ deyince kızı: ‘Pirali İsmail’di’ der. Bunun üzerine İsmet Eser’i bir düşünce alır. Akşam olmuş… Ve bir haber Konya’dan… İsmail Türe ölmüştür. Giderayak Pirali İsmail Ağa bana bazı görevlerimi hatırlattı.”
Rahmetlinin ölümü de çok ilgi çekicidir. Camlı Köşk’ün önünde otururken bir polis otosu oradan geçmektedir. İçlerinden birisini çağırır ve oğlum işte beni yarım saat sonra burada bir kontrol et der. Polis, ne hayır, deyince sen yarım saat sonra gel, der tekrar. Tam yarım saat geçtikten sonra polisler tekrar geldiğinde İsmail Ağa rahmet-i Rahman’a kavuşmuştur.
Parsanalı Mustafa
Konya Çarşı’sının son gülüdür. Çarşıda genellikle Kapı Camii çevresinde eğleşirdi. 25-30 sene öncelerine kadar –bizim gençlik yıllarımızda- Kapı Camii’nin musalla taşına bir tabut konmuşsa, dolaştığı her sokakta, rast geldiği kişilerin ta gözlerinin içine bakarak yüksek perdeden ve gayet ciddi olarak “Kapı Camii’nde ölü va, ölü va…” diyerek bunu haber verirdi. İhtiyarlık döneminde bu âdetini bırakan Mustafa, çokluk namaz çıkışlarında Kapı Camii’nin kuzey kapısı önünü bekler, gözüne kestirdiği bir kişinin önüne geçer, kendisine kıyafet almasını isterdi. Bu hususta ısrarcı değildi. Lakin onun arzusunu çok az insan geri çevirirdi. Son demlerinde onu sıklıkla giydiren kayınbiraderim olan esnaf, adaşı (Şahan) idi. Mustafa dükkânında giydirildikten sonra mutlaka giydiği ceketin iç tarafına büyük bir cep ilave ettirilirdi.
Bir keresinde ona ben de yakalanmıştım. Tevafuka bakın ki ramazanın, tıpkı şimdiki gibi kiraz mevsimine denk geldiği günlerden bir gündü. Çıkrıkçılar İçi’ne henüz adım atmıştım. Malum sokakta insan selinden güçlükle yol alınıyordu. Bu insan kalabalığının arasında birden Mustafa ile göz göze geldik. Önüme geçti, manavın önündeki meyveleri işaretle zor anlaşılır biçimde: “Bana şunlardan al” dedi. O yıllarda Çıkrıkçılar’ın girişindeki lokantalar, ramazan vesilesiyle asıl işlerini askıya alır, dükkânlarını manava çevirirlerdi. Mustafa’nın işaret ettiği tablalara vardık. Tablalarda turfanda sebze türleriyle yeşillikler de bulunsa da; erik, kiraz, kayısı gibi, insanın nefsini azdırıcı, turfanda yaz meyveleri nazarları daha bir celbediyordu. Selam verdiğim, geçici manav, aynı sıcaklıkta selamımı aldıktan sonra yutkunarak: “Abicim, bunların fiyatları baya pahalı be…” uyarısını ihmal etmedi. Kendi kazancından önce benim cüzdanımı düşünen bu Ahi nesline: “Olsun abicim” dedim “Bunca kalabalıkta Mustafa beni buldu. Bu Allah’ın bir lütfudur. Geri çevirmememiz lazım” demem üzerine esnaf biraz rahatlar gibi olduysa da; Mustafa’nın istediklerini tabladan kese kâğıtlarına korken avucunun çapını hep küçük tutmuştu.
Vefatında, bunu haberleştiren bütün mahallî gazeteler onun yaşının 108 olduğunu belirttiler. Vefat tarihi 17 Şubat 2014 olduğuna göre o, 1906 yılında doğmuş olmalıdır. Ona dair en kapsamlı bilgiler, bir akrabası ve onu iyi tanıyan birkaç esnafla gerçekleştirilip 17.12.2014 tarihinde de isimsiz olarak Konya Postası’nda yayımlanan bir röportajda yer almaktadır. Bu röportajda, halasının oğlu olan Rahim Bey’in (yaşı 81) verdiği bilgilere göre Mustafa aslen Bozkırlıdır. Babası Bozkır’da bir cinayet işleyerek cezaevine düşmüş. Rahim Bey’in dedesi de Bozkır Cezaevinde başgardiyanmış. Babası cezaevindeyken Rahim Bey’in halası ile evlendirilmiş. Mustafa’nın doğumundan bir müddet sonra annesi ölünce bakımını dayısı olan Rahim Bey’in babası üstlenmiş. Ölünceye kadar da bu aile ile birlikte yaşamayı sürdürmüş.
Mustafa’yı en iyi tanıyanlardan ayakkabıcı esnafı Hüseyin Pekyatırmacı’nın (Konya, 1934 doğumlu) onun hakkında verdiği bilgiler de şöyledir:
Gençlik yıllarında sabah erkenden yola çıkarak yayan çarşıya gelen Mustafa, yolda gelirken yolulun üstünde olup da sabah namazı vakti ışığı yanmayan evlerin kapılarını çalarak onları sabah namazına kaldırırmış. Kendisi vakit namazlarını kılmaz, sadece Cuma namazlarını, o da Selimiye Camii’nde olmak üzere, kılarmış. Selimiye Camii’nin restorasyon sebebiyle ibadete kapalı olduğu aylarda cumalarını Kapı Camii’nde kılmaya başlamış ve bir daha bu camiyi bırakmamıştır.
Pekyatırmacı, onunla ilgili sözlerini şöyle tamamlar:
“Mehmet Aksu vardı Konya eski Emniyet Müdürü. Konya’ya geldiği zaman mutlaka Mustafa Efendi’yi bulur ve onun ihtiyaçlarını görürdü. En büyük özelliklerinden birisi de herkesten istemez, herkesten talep etmezdi. Hatta herkesin verdiğini de almazdı. Aldığı eşyaların çoğunu da bizim buraya getirirdi. Ceket, pantolon, pardösü, ayakkabı, mest-lastik, yeni yeni aldırır ve bizim yukarıda birikirdi. Biz de bunları hayır kurumlarına gönderir, dağıttırırdık. İlk zamanlarda aldığı şeyleri eve götürürdü. ‘Cici abam’ derdi, yengesi vardı, o büyüttü onu. Bize: ‘Yeter artık bizim buraya getirmeyin burada çok var, siz münasip yere dağıtın’ diye ruhsat verdiler bize. Adapazarı depremi olduğunda bir minibüs dolusu eşyayı oraya gönderdik ve bir tanıdık vasıtasıyla dağıttırdık. Evet, yeni yeni eşyalar aldırıyor, ama bunun bir hikmeti var. Bu zatın hikmetsiz bir hareketi olmadı hiç.”
Onunla ilgili olarak anlatılan birçok menkıbe ve latifeden bazıları şunlardır:
Kuruyemişçi Ali Yiğin anlatıyor:
“Bir gün Kapu Camii’ne gitmiştim Mustafa Efendiyi almak için. ‘Beni müdürüme götür’ dedi. O zaman Emniyet Müdürümüz Mehmet Aksu idi. ‘Hadi götürüyüm’ dedim. Mesai bitmiş haberim yok. Girdik. Girişte etrafımızı polis koridoru sardı. Emniyete giriyoruz, ‘Dur, in aşağıya!’ dediler. İndik, arabanın altını kontrol ediyorlar. Ben şaşırdım kaldım ne diyeceğimi de bilemedim. Karşıda park bahçe düzenlemesi varmış, oradan görüp kucağını açarak ‘Mustafa abim gelmiş’ diye Konya Emniyet Müdürü Mehmet Aksu karşıladı bizi ve makamına çıkardı. O umreden yeni gelmiş, bize zemzem hurma ikram etti. Belki de Mustafa Efendi’nin ‘Beni götür’ dediği ‘mübarek olsun’ demek içinmiş. Müdürüm daha sonra bize de bi eskort verdi bizi eve kadar getirdi.”
Rahim Efendi’den…
“Bir taksiciyi durdurmuş. Beni kapı camisine atıver demiş. Taksici Sille’ye gidiyormuş müşteri almaya. ‘Beni bi bırak ta öyle git’ demiş Mustafa Efendi. Taksici de ‘Mustafa git şimdi, müşteriye gidiyorum’ demiş. Sonra çıkmış taksici yola. Sille’ye varmadan bir köprü var, ‘Davudun Köprüsü’ denir. Orada Mustafa Efendi taksiciden önce varmış ve tekrar durdurmuş taksiyi. Taksici şaşırmış, Mustafa Efendi tekrar ‘Beni bi Kapu Camisi’nin oraya götür’ demiş. Taksici yine ‘Mustafa vaktim yok müşteri bekliyor’ demiş. Mustafa Efendi ise ‘Senin zamanın var, zamanı dert etme’ demiş. Taksici Mustafa Efendiyi oradan almış Kapu Camii’ne bırakmış ve tekrar dönmüş. Müşteriyi almaya Sille’ye vardığında daha hâlâ üç dakikası varmış.”
“Birisi bağ suluyormuş uyumuş adam. Açmış suyu puştaya (üzüm sulaması). Su akmış, akmış dolmuş. Dolunca taşmış, Adam rüyasında Mustafa Efendi’yi görmüş: ‘Kalk, kalk evin göçecek, eve su doluyor!’ demiş. Adam kalkmış bir bakmış ki evin içine su doluyor, hemen suyu kapatmış.”
Hüseyin Pekyatırmacı’dan…
“Her gün günde birkaç kere olmak üzere burada üstünü soyunur buraya bırakır ve karşı tuvalete çıkardı. Kendisi tuvalet ihtiyacını günde 3-4 defa giderirdi. Son zamanlarında ise üzerini ve etrafını batırmaya başladı. Bizim bu emekli arkadaşımız Resul Dündar hemen varır üzerini çıkartır temizler yeni çamaşır alır giydirirdi. Son zamanlarında Resul’ün biraz zoruna gitmeye başladı. Sonra bizim Resul Mustafa Efendi’yi küstürüyor. Sordum ‘Ne dedin’ diye. ‘Abi bi şey demedim; ama kalben buğz ettim’ dedi. O tarihten sonra bir daha tuvalete girmedi.”
“Bir gün bir zat geldi buraya alışveriş için, o sırada Mustafa Efendi geldi. Bu zat hâlen sağ. O zat anlatmaya başladı: ‘Ben, hafız amca var, halıcı, onunla birlikte Uşak’ta otelde kalıyoruz’ dedi. Sene 70’li yıllardı. Meşhur bir Gediz depremi olmuştu. Gece Mustafa Efendi otel odasına geldi ve ‘Kalk kalk deprem olacak’ dedi ve anlatmaya devam etti. Ben oturuma geldim. Hacı hafız da uyandı artık ve bana ‘Ne oldu’ diye sordu. Ben de Parsanalı Mustafa Efendi geldi deprem olacak diye beni uyandırdı, dedim. O da bana: ‘Sen okumadan yatmışsındır. Oku yeniden yat’ dedi. Daha kafaları yastığa koyar koymaz birimiz bi tarafa öbürümüz diğer tarafa devrildik depremin sarsıntısıyla’ diye anlattı. Şimdi biz bunu rüya âlemi olarak görüyoruz ama işin ilginç yanı şu, bu arkadaş ‘Konya’ya geldik, Mustafa Efendi karşıma çıktı ve ‘Size nasıl depremi haber verdim ya’ dedi. Demek ki Mustafa Efendi bizzat Uşak’taki otele gidiyor ve kaldırıp depremi haber verip ve dönüyor.”
“Şahit olan insanlar var, bazen anlatırlar: Gece kabristanlıktan ses geliyor. Kuvvetle muhtemel Üçler olabilir. Şöyle hafiften eğilip bakıyor, Parsanalı Mustafa Efendi’nin de dâhil olduğu 7-8 kişilik bir grup meczup. Bunlar karar veriyorlarmış. ‘Falan valiyi değiştiriyoruz, şunu yapıyoruz, bunu yapıyoruz’ diye… Orada aldıkları karar ise resmen ilan ediliyormuş. Bunlar böyle bir meczup işte. Eskiden Konya’nın eşrafı bunları ramazanda at arabasıyla iftara evlerine götürürlerdi. Biz meczup diyip geçiyoruz.”
Düt Selahattin
Çocukluk yıllarımda anne dedemlerin Çiftemerdiven Mahallesi, Saray Sokağı’ndaki (günümüzde Ahmet Özdemir Sokağı) evlerine gittiğimde mutlaka görürdüm Düt Selahattin’i. Galiba bu semtte oturuyordu. Ufak tefek yapılıydı ve sanıyorum 30’lu yaşlarındaydı. Çoğunlukla askılı kısa pantolon giyerdi. Bu kıyafeti ve ufak tefe yapısıyla yaşlı bir çocuğu andırırdı. Kimseye bir zararı bulunmayan Selahattin’in en dikkat çekici özelliği bir butona basarmışçasına başının üzerine parmakla basıldığında “düüüt” diye ötmesiydi. Zaten bu özelliğinden dolayı herkes onu Düt Selahattin olarak bilirdi.
Tut Salma Helil
İyi bir aileden geldiği söylenirdi. Daima elinde urganla dolaşır, İstanbul Caddesi’nde yük taşıyarak hamallık yapardı. Sakin bir adam olmasına rağmen “Helil, tut salma!” denildiği zaman kızar, köpürür ve elindeki yükü atarak kendisini kızdıranın arkasından koşardı. Kızdığında pes perdeden naralar atardı. Sakin zamanlarında kendisine sorulan soruları cevaplandırırdı. “Helil güvercin çeşitlerini anlat.” diyen olursa Konya güvercinlerinin cins ve özelliklerini bir bir sayardı.
Deli Veli
Bir ayağı sakat olan Deli Veli, Doğanlar Mahallesi halkından idi. Bu da daima duvar diplerinde oturur ve ayağını uzatarak, elini kulağına atar, gazeller çekerdi. Sesi güzeldi. Okuduğu gazeller arasında en güzeli “Yeşil Kurbağalar” idi. Bu gazeli acıklı sesiyle çok güzel okur, aldığı bahşişleri önüne açtığı bir mendil ile toplardı.
Bastonlu Hasan
Burma bıyıklı idi. Elindeki bastonuyla yerleri titreterek efevari yürür. Bazen keyfe gelirse elindeki bastonu saz gibi kullanarak, şarkılar söylerdi.
Amançi
Ağzı burnu salyalı ve konuşma özürlü birisi idi.
Poşetli Dede
1980’li yıllardan itibaren Konya caddelerinde görülmeye başladı. Ufak tefek yapılıydı. Başına, ayağına geçirdiği ya da vücuduna doladığı poşetlerle değişik bir tipti. Elinde de içi dolu poşetleri eksik olmazdı. Zaman zaman sağda solda uyuklar, zaman zaman da canlanır, insanlardan para, sigara gibi şeyler ister; vermeyen olursa küfürleri sıralar, bir güzel de tükürürdü. Sorulduğunda atomun yapısını, bombasını sular seller gibi anlatması, onun Ortadoğu terk bir süper zekâ olduğuna dair bir şehir efsanesinin doğmasına vesile olmuştu. Kendi hâlindeki kadınlara boş bulundukları anlarında tacizde bulunduğuna da tanıklığım olmuştur. Bundan dolayı yolda belde karşılaştığımda yakınından geçmemeye dikkat ederdim.
2014 yılı Eylülünde, Otogarda, 75 yaşında iken bir otobüsün arka tekerleri altında acı bir şekilde hayata veda etmesiyle biyografisine dair sis bulutları dağılıverdi. Meğerse o akıllı meczuplardanmış ve Konyalının meczuplara müşfik bakışını suiistimal eden bir dilenci imiş. Vefatı sonrası iki devlet bankasındaki toplam birikimi de epey dudak uçuklattı.
Asıl adı Mehmet Keleş’miş, Çorumlu ve ilkokul mezunuymuş. Askerlik sonrası psikolojisi bozulmuş. İki evliliği de boşanmayla sonuçlanmış. Hele ikinci eşi dilencilik yapmasından dolayı evini terk ederek başka bir erkekle yaşamaya başlamış. Bu terk ediliş sonrası Keleş, memleketinden kopmuş. Bir müddet Ankara, İstanbul ve İzmir sokaklarında yaşadıktan sonra 1980 yılında Konya’ya gelip yerleşmiş.
B. Meczubeler
Konya’da erkek meczupların yanı sıra birçok da tanınmış kadın meczup vardı. Bunların en bilinenleri de şunlar idi:
Arap Şöhret Hanım/Kalfa
Konya’mızın o devirlerdeki meşhur meczuplarından biri de hiç şüphesiz Arap Şöhret Hanım’dı. Şöhret Hanım’ın en büyük meziyeti gayet temiz giyinir, üzerinde en ufak bir toz lekesi dahi bulunmazdı. 160-170 boyunda 120-130 kilo ağırlığında olup, ekseriya siyah ipek çarşaf içinde kalın bir peçe örtünürdü. Yazın sıcakta bunaldığından peçeyi pek örtmeyerek yüzü açık gezer, teni marsık kömür gibi simsiyah kara ve parlaktı. Ömrü bütün gün yüksek memur veya eşraf konaklarında geçer, kimsesi olmadığından evine çok az uğrardı. Koltuğunun altında bohçası olup, misafir gittiği evlerde bohçasını yanından ayırmaz, konuşması tamamen İstanbul şivesi olduğundan muhatabına göre dil kullanırdı. Şöhret Hanım gençliğinde Konya’nın bir numaralı ütü ve kalaycısıymış. Başından bir aşk macerası geçmiş, büyük bir hüsrana kapılarak akli muvazenesini kayıp ederek meczup durumuna düşmüştü. Boynunda envai çeşit ve renkte deve ve at boncuklan, kaplumbağa kabuklarından kolye olup birkaç sıra teşkil ederdi. Tekerleme söylemeyi sever “kırk küp kırkının da kulpu kopuk küp-ay bedir olmuş değirmilenmek için” sözlerim arkası arkasına hızlı hızlı söylerdi. Tahminen 1925-26 senelerinde öldü ve konakların davetsiz misafiri de bu suretle unutuldu.
Yazar Selçuk Es Arap Şöhret Hanımla ilgili bir anısını şöyle anlatır: “Bu Şöhret Hanım birkaç defada bize misafirliğe gelmiş, dolayısıyla yakinen tanımıştım. Bir gün bizde otururken küçük amcam geldi. Şöhret Hanım hemen başındaki çemberi yüzüne kapatarak erkekten kaçtığını ima ettirdi. Rahmetlik validem de “Aman hanımefendi kaçmayın sizin ziyaretinize gelen paşadır, sizinle görüşmek ister” deyince hemen yüzünü açarak ayağa kalktı ve yerden bir temennah çakarak “Buyurun paşa hazretleri, beni bahtiyar ettiniz. Cariyenizi sevindirdiniz. Şöyle oturun aslanım” diyerek yer gösterdi. Hal hatır sorduktan sonra öyle çıtır pıtır dil kullanıyordu ki dinleyenler hayret ederdi.
Hiç unutmam yine bir gün bize misafir geldi. Komşumuzun delikanlı oğlu vardı. Paşa diyerek takdim ettik. Hemen ayağa kalktı ve aynı merasim ifa edildi. Arkadaş gösterilen yere otururken o gelmeden az evvel efendimizin asası diye Şöhret Hanım’a verdiğimiz bir değnek parçası vardı ki Şöhret büyük bir tazimle alıp yanına, duvara dayamıştı. Arkadaş, bu değnek üzerine oturunca değnek kırıldı. Bizler de “Eyvah Şöhret Hanım, efendimizin asası kırıldı” deyince o vücuttan ümit edilmeyen bir çeviklikle hemen yerinden kalkarak değneğin yanına düşen parçasını eline alarak “Alçak paşa gözün kör mü efendimizin asasını kırdın. Yarın ben huzuru mahşerde ona nasıl hesap vereceğim” diye vurmaya ve “defol git” diye de kovmaya başladı. Bizler derhal diğer bir değnek getirerek asıl bu olduğunu ve diğerinin yanlış verildiğini söyleyerek teskin ettik. Bereket çabuk kandığında hiddeti geçti.
Paşa ile de barıştırmak içinde hemen bir avuç unu kâğıda paket ederek yavaşça Şöhret Hanım görmeden arkadaşa verdik. O da “üzülmeyin hanım efendi bakın size İstanbul’dan hediye pudra getirdim” diyerek verdi. Şöhret tekrar eski kibarlığını ele alarak teşekkürler ile kabul edip başladı yüzüne sürmeye.
Merhum gazetecilerimizden A. Afif Evren (1910-1977) de hatıralarından Şöhret Kalfa’dan şöyle söz eder:
“Bilinci bozuk bir zenci kadını idi. Onun, aklını oynattıktan sonra saraydan kaçtığı, (yâd eller)e düştüğü söylenirdi. O, Enver Paşa’ya âşık imiş!..”
“(Sıtkı Dede’nin Hediye Hanım)ı erkek kılığına girer, Enver Paşa rolünü oynardı; ağzı yüzü pudralanan (Şöhret Kalfa) da onunla gerdeğe girerdi. Artık içeride konuşma ve sevişmeleri başlamış olurdu. Seyircilerden birkaç hanım da, ikisi odaya girmeden (yüklük)e saklanmış bulunurdu. Onlar oradan, dışarıdakiler pencere, kapı kıyılarından, anahtar deliğinden içerideki âşıkane (!) sevişme sahnesini, gerçek komediyi, doya doya seyreder, konuşmaları dinlerlerdi. Böylece oda içinde, bir (komedi), ya da (vodvil) sahneye konulmuş olurdu.”
“Temsil bittikten sonra (Hediye Hanım), başka bir odada eski, tabii kılığına girer; Şöhret Kalfa’ya paşa ile nasıl buluştuklarını, seviştiklerini sorar, anlattırır; dinleyenler de katıla katıla gülerlerdi.”
Deli Nine
Afif Evren hatıralarında andığı meczubelerden biridir. Evre, onunla ilgili hatırladıklarını da şöyle zikreder:
“(Deli Nine) öbür lakabı ile (Hacı Nine), bizim evin tek oda, bir aralıktan ibaret olan (hariciye)sinde parasız otururdu. Hacı Nine, iki kez hacca gittiğini, Konya Ereğli’sinden olduğunu söylerdi. Bu da Ali Hoca gibi koynunda (Kur’an-ı Kerim) taşırdı ve sık sık (Huuu Allah!) der, dururdu.”
“Oturduğu odanın üç penceresinin kanatlarıyla kirli perdelerini hiç açmazdı. Üstü başı, odasının içi kir ve koku içindeydi. Nine, halkın ayni ve nakdi yardımları (özellikle ramazan, kandil, bayramlarda) yaşardı. Mangal kömüründen zehirlenerek öldüğü zaman, doğrudan bedenine, tenine sardığı kuşağından bir hayli sarı lira, altın filan çıktığı söylenmişti.”
Mandal Başının Zarife
Eski Konya’da elinde ekseriye birkaç hercai veya menekşe demeti ile bilhassa genç beylerin önüne çıkarak “Canım beyefendiciğim, civanım sizin için hazırladım buyurmaz mısınız?” diye çiçek demetini uzatan ve mukabilinde ne para verirlerse kabul eden Mandal Başının Zarife’yi herkes tanırdı. Üzerinde rengi solmuş bir çarşaf, ayağında tabanı kayıp olmuş kirli bir yün çorapla, ökçesi düşmüş ve yamulmuş iskarpinlerle dolaşırdı. Önünüze gelip çiçek verirken buruşuk yüzüne çürük gedik dişleri de gülerken insana ayrıca bir tiksinti verir ve ister istemez çiçeği alarak başından savardı. Gözüne kestirdiği beyler oldu mu çiçeği aldırıncaya kadar yakasını bırakmaz zorla verirdi. Selçuk Es Mandal başının Zarife ile ilgili bir anısını şöyle anlatır:
“Bir tarihte eski belediye binasının -Yusuf Şar’ın evi yanında- demir bir sokak çeşmesi vardı. Burada öğle üzeri Zarife çeşmenin altına oturmuş her tarafı su içinde ve kurnadan akan sular başından etrafa dağılıyor ve durmadan “Ah yandım ah, ölüyorum ah, bana büyü yaptılar” diye bağırıp duruyordu. Meğer sonradan öğrendiğimize göre Zarife Hatun cepheden yeni gelmiş hava tebdili bir yedek subaya tutulmuş günlerce arkasından koşmuş ve yedek subay da o sırada nişanlı bulunduğundan evlenmişti. Bu duruma da yanan Mandal Başının Zarife zaten meczup olduğundan yerli zıvanadan çıkmıştı. Tahminen 1929-1932 seneleri arasında o da rahmete kavuştu gitti.
Şerif
Merhum Sural’ın anılan dizi yazısında naklettiği meczubelerdendir.
“Adının aslı Şerife olmak gerekir ki, Şerif derlerdi. Bakire idi, boylu boslu, güzel bir kızcağızdı, fakat üstü başı pek bakımsız ve bir o kadar da kirli idi. Çarşıda, elinde bir maşraba ile dolaşır, beş para, on para… Ne verirlerse alırdı. Paraların maşrabaya konmasının nedeni ise, bir erkek elinin kadın eline değmemesi idi. Şerife’nin başında çiçekli bir bir kara yazma örtülü olurdu. Yüzü açıktı, şalvar, işlik, ayağına da yemeni veya pabuç giyerdi. Halk onun uğruna inanır, gücü oranında bir mikdar sadaka verir, onun “Allah çok versin” diye yaptığı duasını alırlardı. Kırk yıl önceleri kırk yaşlarındayken falan ölen Şerife, delilik veya meczubluktan ziyade saflardandı.”
“Bizim komşularımızdan İraz (Raziye) abla adında muzib ve nüktedan bir kadın vardı. Her meczubla olduğu gibi Şerife’ye de takılır, onu saf saf söyletirdi.
- Akşam ne yediniz Şerife?
- Pilav yedik..
- Her gün mü pilav yersiniz siz?
- Yoo, dün tirit yidiydik.
- Eee, böğün ne yiyeceksiniz?
- …
- Eniştenilen ablan bögün yıkandılar mı?
- Ablam yıkandı da, eniştemin yıkandığını görmedim…
Falan gibilerden. Esnafın muzipleri de ona, çirkin küfürler öğretir, Şerife böylece en galiz küfürleri, sanki su içiyormuşçasına bir rahatlık içinde, öğretildiği gibi tekrar ederdi. Bazen çarşıya sırtında bir torba ile gelir, o zaman Aziziye Camii’nin güneyinde bulunan sebze ve meyveci dükkânlarının önünde dolaşır, esnaf Şerife’nin torbasını sebze ve meyvelerle doldurur, kasaplar da et ve kemik verirlerdi. Sanıyorum ablası ve eniştesinden başka kimsesi olmayan Şerife’nin fakir olan aileye büyük yardımları olur, böylece geçinir, giderlerdi.”
Miyase Abla
Sural’ın zikrettiği diğer bir meczubedir. “Yine kadın meczublardan bir Miyase abla vardı. Sarıyakup Camii’nin teneşirliğindeki bir bölümde yatar kalkar, sokağa atılan kedi yavrularını burada besler ve barındırırdı. Oğlu da meczublardandı. (Kılıçlı Hüseyin) derlerdi.
Biz bir aralık, Asmalı Mektep civarında bir evde kira ile oturmuştuk. Miyase abla ile böylece komşuluğumuz olmuştur. Yaz gecelerinde ana-oğul, şimdiki Tercüman gazetesinin Konya Bürosu şefi olan İhsan Kayserili’nin dedesi, Kayserili Lütfi Efendi’nin evinin önüne oturur, türkü çağırır, teneke çalarlardı. Bu tenekeli ahenkten konu komşu rahatsız olurlardı, ama garip gönlüne dokunmayalım diye kimse ses çıkarmazdı. Çoğu zaman gürültüden uyku tutturamaz, şimdi yıkılmış bulunan Lütfi Efendi’nin evinin önüne ben de oturur, Miyase abla havanın birini bitirdi mi: “Bi de şu havayı çalıverin be Miyase abla” diye teklifte bulunurdum. Miyase abla gönül kırar mı?
- Di len Üssüyün, bi de âbeyin türküsünü çığırıvıralım.
Der ve tenekeli türkü hemen başlardı. Şunu da kaydedeyim ki, ana-oğul yerli havaları pek de güzel söylerlerdi. İkisinin de sesleri pek güzeldi. Rahmetli babam bir gün bana fena hâlde içerlemiş, yatağından fırlayarak, Miyase abla ile oğlunu kovmuş, beni de hayli hırpalamıştı.
Bu komşuluk nedeniyle Miyase abla bize sık sık gelir, annem yedirir içirir gönlünü alırdı, ama o isterdi ki, biz de ona ziyarete gidelim ve beklerdi de… Bir gün dayanamayıp teneşirlikteki odacığına gittim. Ev o kadar temiz ve düzgündü ki… Şaşmıştım. Minderler, yastıklar, yastık örtüleri kalıp gibi düzgün ve tertemizdi. Sapık supuk söylenerek bana bir kahve pişirip, kırık bir fincanla ikram etmişti.
Sabahları çok erken kalkar, o zaman ayakta duran Kayıklı Kahve’nin güneyinde, arkasını kıbleye dönerek sabah namazı kılardı. Kış mevsimlerinde, şimdi eczane olan yerdeki Gövezlerin fırınına girer, orada bir taraftan ısınır, bir taraftan da fırın işçileriyle anlamsız konuşmalar yapardı. Miyase abla da kimseden bir şey istemezdi, ancak verileni de reddetmezdi. Her yere pervasızca girer çıkar, Miyase ablayı herkes de hoş karşılardı. Oğlu Hüseyin ise, apayrı bir âlemdi. Üzerine eski madenî paralar dikilmiş bir palaskaya bağlı iki omuzlarından çaprazlama geçirilmiş yine iki kılıç taşır, kilot pantolonunun paçaları içeride kalmak üzere, uzun boğazlı siyah yün çorap giyer ve bu çorap çizme geçerdi. Ayağında da vaketadan (inek derisinden bir tür ince meşin) yapılmış yemeni bulunurdu. O da sabahın erken saatlerinde çarşıya çıkar, sebze ve meyvecilerle, kasapların ve diğer esnafın mostralık mallarının üzerine elini sürer, bu işi dükkân atlamadan yapardı. Halk bunun da uğur getireceğine inanır, Kılıçlı Hüseyin’i âdeta beklerlerdi. Çok konuşmazdı, sessiz bir kişiliği vardı. Tüm esnafın mallarına elini sürdükten sonra, işini tamamlayan insanların rahatlığı içinde çarşı Pazar dolaşır, verilen sadakaları kabul ederdi ve kimseden bir şey istemezdi.
Sabile
1960 öncesi çocukluk yıllarım… Güllükbaşı’nda otururduk o zamanlar. Yanımızda kalan amcam, Bedesten İçi’nde bir terzinin yanında çalışıyordu. Bazı günler, anacığımın işe dalıp beni unuttuğu anlarda bir pundunu bulup soluğu amcamın çalıştığı dükkânda alırdım. Ustası, Mehmet amcanın güleç yüzü, tatlı dili ikramları bu kaçışlarımın suç ortağıydı. Evden Mehmet amcanın dükkânına giderken mecburen Hükümet Meydanı’ndan geçerken mutlaka görürdüm Sabile’yi. Korkumdan, uzağından geçerek ulaşırdım menzilime. İlkokulu bitirdikten sonra görmez olduğum Sabile’yi üzerinde kaba kumaştan kırçıl mantosu, ama elinden ama ağzından hiç eksik etmediği sigarasıyla hatırlarım.
Sabile rahmetli 1332 (1916) senesinde Arnavutluk Preştine sancağı Hertişik köyünde doğmuştur. Babasının adı Şakir, annesinin adı Arziyekiro soyadı almamıştır. Henüz yedi-sekiz yaşlarında iken geçirdiği menenjit hastalığı neticesi ruhi bozukluklar ve sara krizine tutulmuştur. Sabile 12-13 yaşlarında tahminen 1928-1929 senelerinde Konya’ya ailece gelip yerleşmişlerdir. Beş kardeş idiler.
Babaları Konya’da birkaç sene sonra ölünce Sabile tamamen hamisiz kalmış, büyük ablası Rabiye Hanım himayesi altına alarak ölümüne kadar ona bakmıştır. 23.09.1965 günü kırk dokuz yaşında yakalandığı zatürreeden kurtulamayarak ölmüş, aynı gün Musalla Kabristanı’na defnedilmiştir. Sabile’nin ölümü ile Konya Hükümet Meydanı cidden ıssız kalmıştır.
Sabile su katılmamış Halk Partili idi. İnönü’ye karşı sonsuz sevgi ve bağlılığı vardı. Esasında, Halk Partisi’ne gücenmeyen veya bu partiden dönmeyenlerden İnönü başta gelirse de Sabile muhakkak ikinciliği alırdı. Hele seçim zamanlarında sol yakasında altı ok rozeti sağ yakasında İnönü’nün resmi takılı dururdu.
Bu konu ile ilgili olarak yazar Selçuk Es, bakın neler anlatır: “1957 seçimleri arifesindeyiz, bir arkadaşımla hükümet önünden geçiyorduk. Sabile’nin yurdu Hükümet Alanı olup ortada görünmedi mi etrafa bakılınca yaz günleri koyu gölgelikte bir dükkân vitrini önüne dayanmış oturur ve uyurdu. Kış günü ise bazen Kırmızı Kütüphane, bazen Hükümet Konağı önü veya İkinci Noter civarında arzı endam ederdi. İşte bir son bahar günü idi. Sabile kollarını açarak önümüzde durdu. Sigara istedi verdik.
Ben sigarasını yakarken arkadaşım takılmak amacıyla “Sabile duydun mu İsmet İnönü ölmüş” dedi. Yarasına basılmış gibi ağzındaki yanan sigarayı titreyen elleri ile çekerken bir çıngar çıkacağını anlayarak yanından kaçmadan başka çare olmayacağını hissedip üç beş adım uzaklaşmıştık ki koca alanı çınlatırcasına arkamızdan Sabile’nin sesi duyuldu. “Soğan erkeği.” Attığı nara üzerine gelip geçenler durup bakınmaya başladı. Tabi bizde renk vermeden durduk, aynı şekilde bakmağa başladık.”
Aynı şekilde Selçuk Es, Sabile ile ilgili ikinci bir anısını şöyle anlatır: “1941 senesi Mart ayındayız. Bir sabah Meram’daki evden bisikletle şehre indim. Şehir evine bisikleti bıraktım. Yavaş yavaş çarşıya geliyordum. Bugünkü Tekel Baş Müdürlüğü Binası önüne geldiğim zaman kapının kuytu yerine oturmuş gelip geçeni seyrediyordu. Beni görünce derhal kollarını açarak “Gitme sana kıyacaklar” diye bana mani olmaya çalıştı. Her zamanki gibi avucuna para verdim. Bir sigara tutuşturdum. “Kimseye fenalığım yok. Kimse bir şey yapamaz” dedim. Dikkatli dikkatli yüzüme baktı. “Peki, ben karışmam. Git öyleyse” diyerek yolumdan çekildi. Bugünkü Sümerbank Banka Binası yerinde o tarihlerde hazine avukatı rahmetli Mümtaz Ataman’ın yazıhanesi vardı. Oraya uğrayacaktım girdim. Oradaki işimi bitirdim kapı önüne çıkarken bir polis memuru önüne durdu. “Selçuk Bey şu tebligatı lütfen imza edin” diye bir zarf uzattı, imza ettim ve zarfı açtım. Kısaca şöyle bir yazı okumuştum. “Kısmi seferberlik ilan edilmiştir. Tebellüğ tarihinden itibaren 24 saat içerisinde askerlik şubesine müracaatla seferi vazifenizi alınız.” Sabile’nin biraz evvel sözü ile elimde duran şu yazı arasında benzerlik hissettim şaşırdım kaldım. Kim ne derse desin Sabile’nin kalbi temiz, saf, kimseye en ufak bir fenalığı dokunmayan bir zavallı idi.
Selçuk Es şöyle devam eder: “1943 senesi Nisan ayındayım. İkinci askeri görevden terhis olduğumun senesi doluyor. Ordu karargâh binasının doğusundaki Katolik Kilisesi’nin tam karşısından askerlik şubesine senelik yoklamamı kayıt ettirmeye gidiyordum. Sabile ile karşılaştım. Beni görünce kollarını açtı sigara istedi. Mutadım gereğince verdim. Ayrıca da para sıkıştırdığım zaman omzuma vurarak “Haydi git seni arıyorlar, Allah işini rast getirsin” diyerek yanımdan ayrıldı.
Şubede yoklamamı yaptırdım, tam ayrılacağımda muamele memuru binbaşı merhum Faik Bey hemen beni çağırdı “Selçuk Bey size üçüncü defa askeri görev verildi, tebligat için emniyete yazmıştık. Meram’da oturduğunuz bildirildi, Jandarmaya yazacaktık, şimdi burada olduğunuzdan lütfen şu yazının altını imza edin, yarın da yeni göreviniz başına hareket edersiniz” demesin mi? Sabile’nin ikinci kerameti de bende bu suretle tecelli etmiş oldu.
Ölümünden birkaç ay evveldi hükümet önünde tesadüf ettim. Sigarayı bıraktığımı bildiği için benden bir paket Bahar sigarası bedelini tahsil ettiği zaman elini omuzuma koyarak “Sen bugünlerde çok sıkıntıdasın. Fakat üzülme bunların sonu aydınlığa çıkacak, çok zengin olacaksın, amma canımın kakırdağı ben göremeyeceğim” dedi. Ben de “Sabile sensiz zenginliği de ben istemem” diye takılınca, “Hadi be keyfine bak. Bu güne kadar benimle geldin geçtin” dedi bir hoş oldum.
“Sabile’nin öldüğüne ben de müteessir oldum. Her şeyin unutulduğu gibi bu da unutuldu, altı sene oldu son kerameti henüz tahakkuk etmedi. Piyango bileti almam, toto oynamam, bankanın hiçbirinde hesabım yok. Bakalım Cenabı Hak, Sabile’nin kerametini hangi helâl ve hayırlı sebepten ihsan edecek şimdi onu bekliyorum.”
Mahmut Sural da malum dizi yazısında Sabile’yi şöyle anlatır:
“Konya’nın gülüydü Sabile… Her sabah erkenden sokağa çıkar, çoğunlukla Hükümet Alanı’nda dolanır dururdu. Daha çok da Kırmızı Kütüphane’nin yakınlarında bulunur, gelene geçene türlü biçimlerde takılırdı. En büyük zevklerinden birisi, dalgın olanları korkutmaktı. Dalgın birisini daha karşıdan peyler, adam yanına yaklaşınca: “Pöm” diye bir ses çıkarır, dalgın adam korkunca da, derinden gelen deli deli kahkahalar atardı.”
“Rahmetli Vali İzzet Bey mütevazı bir insandı, makam arabasını olur olmadık yerde kullanıp durmazdı. Çarşı içinde, halktan biriymiş gibi dolaşırdı. Sabile, Vali İzzet Bey’i çok sever, çarşıda yakaladı mı, arkasına düşer, onunla konuşurdu. Sabile’nin çok sevdiği üç kişi vardı. Atatürk, İnönü, İzzet Bey… Bu nedenle de koyu bir CHP’li idi… Yakasına altı oklu rozetleri doldurur, 1950’den sonraları, DP’li olmasını teklif edenlere ağız dolusu küfürler savurur, ana avrat söverdi. Onun kendince tanıdıkları vardı. Bu tanıdıkları para vermek istedikleri zaman, miktarını Sabile bizzat kendisi tayin ederdi. Para verecek olan adamın, miktar tayininde bir yetkisi yoktu.”
“Abdülkadir adında zenci bir meczub daha vardı. İri yarı birisi idi. Kimler yapardı bu işi bilmiyorum, adama esrar içirirler, salıverirdiler. İri kemikli, çirkin bir adamdı. Elinde kalınca bir sopayla gezer, o esrarkeş kafaya rağmen hiç kimseye zarar vermezdi.”
“Sabile ile bu zenciyi, bazı muzipler birleştirmiş, Sabile’nin zenciden bir çocuğu olmuştu. Sabile çocuğu “Atatürk olacak!” diye birkaç ay kucağında gezdirmiş, pek tabii olarak çocuk bakımsızlıktan ölmüştü. Sabile yıllarca bu çocuğu unutamamış ve arkasından ağlamıştır. Bir delinin bu analık şefkati ne kadar dikkat çekicidir!..”
“Sonraları Sabile, sara nöbetlerine tutulmuş, eski neşesini yitirmiş ve sanıyorum yine bir nöbet sırasında ölmüştür. Sabile, çok renkli meczublardan birisiydi.”
Kırmızılı Kadın
Hâlen Konya’nın en renkli meczubesidir. 1957 doğumlu olan Kırmızılı Kadın’ın adı Sultan (Özcan)’dır. Alâeddin Tepesi’nin hemen doğusundaki yahut Kayalıpark’taki otobüs duraklarında beklerken, zaman zaman da Mevlâna Caddesi boyunca veyahut Bedesten İçi’nde adımlarken görülür. Kıpkırmızı elbiseleriyle mütenasip abartılı kırmızı makyajıyla kalabalıklar içerisinde dahi hemen dikkatleri üzerine çeker.
Sultan, bir başkomiser ile evliymiş. Cenab-ı Mevla onlara bir çocuk nasip etmeyince kocası onu boşadıysa da, bir müddet sonra tekrar evlenmişler. Bu ikinci evliliklerinden olan bir oğlan çocuğu da kocasının ikinci kez onu terk etmesine engel olamamış. Kocasından sürekli şiddet gören Sultan, bir gün başına aldığı sert bir darbe sonucu şizofren olmuş.
Kırmızılara bürünmesinin sebebi de; eşinin görevi sebebiyle Hakkâri’de bulundukları bir gün, valinin kızını kırmızı kıyafetler içerisinde görünce çok beğenmiş olmasıdır.
Selçuklu ilçesine bağlı Parsana Mahallesi’nde abisinin yaptırdığı tek gözlü evceğizinde yaşayan Sultan, kendi hâlinde bir meczubedir. Maaşı olduğu için kimseden en ufak bir yardım talep etmez. Kimseye bir zararı olmadığı gibi mahallesinin neşe kaynağıdır. Sultanı, çoğu insandan akıllı gören komşuları onu meczup olarak kabul etmezler.
SONUÇ
Parsanalı Mustafa’yı anlatmaya: “Konya Çarşı’sının son gülüdür.” cümlesiyle başlamıştık. Bu cümlede ortaya konulan yargı, Konya Çarşısı’nda –nasıl adlandırırsanız- deli, meczup veya gül kalmadı bağlamlı görünse de; bir zihniyet dönüşümünün acı haberidir aslında. Yoksa bizim memleketin delisi de bitmez velisi de… Nitekim çarşı yönlü yürüyüşlerde ve çarşıdaki gezinmelerde bir seferinde olmazsa, diğerinde mutlaka bir meczuba rast gelinebilir. Lakin bunlarda ne Parsanalı’nın, ne Silleli İsmail’in ne daha öncekilerin etkileyiciliğini (karizma) göremiyoruz/göremiyorsunuz. Niçin göremiyoruz/göremiyorsunuz? Çünkü bizler, çok katlı sefer taslarımızdaki komşularımızdan bîhaber yaşayışımız gibi bu garibanları gören bir hayattan da kopardık kendimizi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder