5 Ekim 2017 Perşembe

Ekmekçi Hayık

Konya’da İz Bırakan Kendi Hâlinde Bir adam:
HAYK BUĞDAYCIGİL NAM-I DİĞER EKMEKÇİ HAYIK
Ali IŞIK



Ekmekçi Hayık[1], yahut çocukluğumun Hayık amcası... Zaman zaman, Güllükbaşı ile Çifte Merdiven Mahallesi arasında geçen çocukluk günlerime döndüğümde, siması zihnimde net kalabilmiş ailemin dışındaki tek kişiydi o. O günkü yapıma nispetle devasa bir gövdenin üzerindeki irice başının kısa kır saçlarını gizleyen kulaklık ve siperlikleri kürk kaplı, deri şapkasının altında kara kalın çerçeveli bir gözlük iliştirilmiş güleç bir portakal beniz ve kaba, siyah paltosuyla hatırlıyorum onu (Zihnimde donuklaşan bu fotoğrafını bir kış mevsiminde çekmiş olmalıyım). Sahibiyle karakteri özdeşleşmiş bir kır atın hâkimiyetindeki ekmek arabasının ardı sıra, Alâeddin Tepesi merkezli bütün Konya sokaklarını sabahtan akşama turlardı. Onun, her bir sokağın girişinde yüksek perdeden: “Ekmeeek” çağrısını işiten kız erkek tekmil çocuklar sarıverirdiler bir anda arabasının etrafını. Atik davranan, arabanın sürücü oturağında kendine bir bulurdu. Ara ara ufak dalaşmalara da sebep olan bu itiş kakışa ne Hayık amcanın ne de atının hiç itirazı olmazdı. Yüze yansıyan muzaffer komutan ifadesini, Ekmekçi Hayık’ın ekmek arabasının önüne oturma şansını yakalayabilmiş yumurcakların gözlerinde görebilirdiniz. Şayet, çelimsizliği yüzünden büyüklerinin hazzından mahrum kalmış meyus bir masum varsa; Hayık’ın evlat hasretinden yanan yüreği onun üzülmesine razı gelmezdi. Hemen onu kucaklayıp büyüklerinin arasında açtığı yere oturtarak o masumu da sevindiriverirdi. Her şey iyiydi hoştu da o Hayık ismi yok mu! Hiçbir anlam veremediğim bu ismin bir gayrimüslime, daha açıkçası bir Ermeni’ye, ait olabileceği o günkü idrak sınırlarımın çok ötesindeydi.
Hayık sadece çocukların sevgilisi değildir. O yılların 150-200 bin nüfuslu Konya’sında, kadınıyla erkeğiyle; genciyle yaşlısıyla onu tanıyıp da onu sevip takdir etmeyen bir kimsenin var olduğunu düşünmek bile muhaldir. O, bir gayrimüslimmiş, yok bir Ermeni’ymiş kimin umurunda! O, Konya’nın biricik Ekmekçi Hayık’ı, Hayık abisi, Hayık amcasıdır. Onun hayatına dair bilgiler hep menkıbelerinin gölgesinde kalmıştır. Hayatı üzerine; kaç yılında doğmuştur, anası babası kimdir, kaç kardeşi vardır… gibi en temel sorular ve cevapları kimsenin umurunda da değildir. Günümüzden bakıldığında da hayatı, şehir efsanesine dönüşen üç beş rivayetten ibarettir.
Bu rivayetlerden sanal âlemde dolaşan birisi şöyledir: “(…) Hayk da zorunlu sürgüne tabi tutulur, tüm Konya’nın muhalefetine rağmen...
Çare yoktur... Velhasıl Konyalı, Ekmekçi Hayk’a büyük bir uğurlama töreni düzenler. Beyrut’a sürülen Hayk, yeni ikamet yerinde yapamaz; köklerinden koparılmış bir çınar gibi kurumaya, dökülmeye başlar.
Ne yapıp eder ve Konya’ya, vatanına döner.
Dün onu uğurlamak için istasyona akan çoluk çocuk tüm Konyalılar, yine istasyona yığılırlar ve meşhur ekmekçilerini, kendilerinden olan Hayk’ı büyük bir sevinçle bağırlarına basarlar. (…)” (Pekcan, 10.12.2013)
Konya’da bu denli sevilen Hayık üzerine iki de hikâye kaleme alınmış; dolayısıyla o, edebiyat âleminde de kendine bir edinmiştir. Ve tabii ki hayatına dair farklı rivayetlerle… Bu hikâyelerden Ahmet Efe’ye ait olanında, onun hayatı yine Tehcir’le başlar. Tehcir’de Hayık Konya’dan ayrılırken yanında eşi de vardır. Tehcir sonrasında eşi Kayseri’de öldüğü için Hayık Konya’ya yalnız dönmüştür. Ağırlıklı olarak Hayık’ın, Konyalıların takdirini kazanan kişiliğinin işlendiği hikâye, onun Müslüman oluşunun müjdesiyle sonlanır (Ahmet Efe, “Ekmekçi”). Zeki Oğuz’un hikâyesinde ise Hayık, Mübadele esnasında ablası tarafından Beyrut’a götürülmek üzere Konya’dan ayrılmış; ancak doğup büyüdüğü toprakların hasretine dayanamayarak Kayseri’den dönmüştür (Zeki Oğuz, “Bir Günün Tanıklıkları”).
Musalla Mezarlığı’nın 101 numaralı adasının 94. parselindeki kabrinin baş taşına göre Hayık 1910 [Konya] doğumludur. Bu duruma göre Tehcir esnasında Hayık beş yaşlarında bir çocuktur. Tabiatıyla evli olması da mümkün değildir. Hayık, 1915 yılındaki bu mecburi sürgüne tabi olmuşsa ebeveyninin, en azından bunlardan birinin, himayesinde olmalıdır. Ebeveynine dair elde hiçbir malumatın bulunmayışını dikkate alarak Hayık’ın bir yetim olduğunu kabul ettiğimizde ise o, Tehcir kapsamı dışındadır. Zira Osmanlı Dâhiliye Nezaretinin; Adana, Erzurum, Halep, Hüdâvendigâr (Bursa), Suriye, Diyarbakır, Mamuretülaziz (Elazığ), Konya, Kastamonu, Trabzon vilayetleriyle İzmit, Canik, Eskişehir, Karahisar-ı Sahip (Afyonkarahisar), Maraş, Urfa, Kayseri ve Niğde mutasarrıflıklarına gönderdiği 17 Nisan 1332/30 Nisan 1916 tarihli şifreli emrine göre “… On iki yaşına kadar olan çocukların mahalli darüleytam ve öksüz yurtlarına tevzî’ine, darüleytamların mevcudu kifayet etmediği takdirde sahib-i hâl Müslümanlar nezdine verilerek âdâb-ı mahallîye ile terbiye ve temsillerine, bunları kabul ve terbiye edecek sahib-i hâl Müslümanlar bulunmadığı takdirde muhacirin tahsisatından ayda otuz kuruş iaşe masrafı verilmek şartıyla köylülere tevzi’ine gayret edilmesi …” buyrulmuştur (DH. ŞFR, 63/142_1).
Diğer taraftan Tehcir vakasında şu hususun da başta bilinmesi gereklidir. Dönemin Dâhiliye Nazırı Talat Paşa, özellikle Batılı ülkelerin ve basınının aksi propagandalarından dolayı, devamlı olarak Ermeniler hakkında alınan tedbirlerin onları imha maksadı taşımadığını her fırsatta ifade etmiştir. Nitekim 16 Ağustos 1331 (29 Ağustos 1915) tarihinde Hüdavendigâr, Ankara, Konya, İzmit, Adana, Maraş, Urfa, Halep, Zor, Sivas, Kütahya, Karesi, Niğde, Mamuretülaziz, Diyarbekir, Karahisar-ı Sahib, Erzurum ve Kayseri vali ve mutasarrıflıklarına gönderilen şifre telgrafta tehcirin gayesi şu şekilde açıklanmaktadır:
“Ermenilerin bulundukları yerlerden çıkarılarak tayin edilen mıntıkalara sevklerinden hükümetçe takip edilen gaye, bu unsurun hükümet aleyhine faaliyetlerde bulunmalarını ve bir Ermenistan hükümeti teşkili hakkındaki millî emellerini takip edemeyecek bir hâle getirilmelerini temin esasına matuftur. Bu kimselerin imhası söz konusu olmadığı gibi, sevkiyat esnasında kafilelerin emniyeti sağlanmalı ve muhacirin tahsisatından sarfiyat yapılarak iaşelerine ait her türlü tedbir alınmalıdır. Yerlerinden çıkarılıp, sevk edilmekte olanlardan başka, yerlerinde kalan Ermeniler bundan sonra yerlerinden çıkarılmamalıdır. Daha önce de tebliğ edildiği gibi asker aileleriyle ihtiyaç nispetinde sanatkâr, Protestan ve Katolik Ermenilerin sevk edilmemesi hükümetçe kesin olarak kararlaştırılmıştır. Ermeni kafilelerine saldırıda bulunanlara veya bu gibi saldırılara ön ayak olan jandarma ve memurlar hakkında şiddetli kanuni tedbir alınmalı ve bu gibiler derhal azledilerek Divan-ı Harplere teslim edilmelidir. Bu gibi olayların tekrarından vilayet ve sancaklar sorumlu tutulacaklardır” (Uluada 2006: 69).
Tehcir esnasında Konyalı Ermenilerle, Suriye’deki Der-ez-Zor’a gönderilmek üzere batı vilayetlerinden Konya’ya trenlerle sevk edilen Ermenilerin bir şansı da o sırada Konya valisi olan Mehmet Celal Bey’dir. Zaten o, Konya valiliği görevini, Konya’daki Ermenilerin nakil olmayacaklarının güvencesini aldıktan sonra kabul etmiştir. Lakin Celal Bey, henüz yoldayken verilen sözün tutulmadığını görür. Şehir merkezine vardığında buradaki Ermenilerin de -tıpkı Akşehir’dekiler gibi- istasyonda toplandıklarını, ayrıca İzmit, Eskişehir ve Karahisar’dan gelenlerin de burada bekletildiklerini görünce dehşete düşer. İstasyondaki Ermenilerin sefalet içindeki hâllerine tanık olur. Konya Ermenilerinin tümünü evlerine geri gönderir. Diğer bölgelerden gelenlere ise muhacir fonundan yevmiye verdirmeye başlar. Haydarpaşa garından gelen trenler her gün binlerce Ermeni getirmektedir. Bunların daha güneye sevk edilmesi için emirler yağmaktaysa da; Mehmet Celal Bey, vagon olmadığı gerekçesi ile gelenleri Konya’da tutarak daha öteye gönderilmelerine izin vermez. Dahası istasyondaki Ermeni kalabalığını köylere dağıtarak dikkatlerden kaçırır (Ceyhan, ts.).[2]
Yukarıda zikrettiğimiz bu iki vakıaya göre de Hayık’ın Tehcir kapsamı dışında kalmış olması ihtimal dâhilindedir. Onunla ilgili bir tahminimiz de mesleki geçmişine dairdir. Bu tahminimizi yasladığımız husus da onun “Buğdaycıgil” olan soyadıdır (hanımının soyadı Buğdaycı). Diğer bir dayanağımız da bu meslekle ilintili olarak ekmek satıcılığını seçmiş olmasıdır. Bir rivayete göre de onun Konya’dan ayrılışı Tehcir’den çok sonradır. Bu rivayete göre Halep’te, petrolcülükle iştigal ederek epeyce zengin olan kardeşleri Konya’ya gelip onu beraberlerinde yeni vatanlarına götürmüşlerse de; o, çok iyi şartlarda yaşamayı reddederek hasretine dayanamadığı Konya’sına dönmüştür (Işık 2011: 228).
Onun “Ekmekçi” lakabıyla bütün Konya’nın tanıdığı ve takdir ettiği biri hâline gelmesi Fenni Fırın dolayısıyladır. 1985 yılındaki yıkılışının üzerinden otuz yıl geçmesine rağmen bulunduğu yer hâlen “Fenni Fırın’ın ora…” diye anılan Fenni Fırın, 1927 yılında Belediye Numune Fırını adıyla Konya Belediyesi tarafından hizmete açılmıştır. Günümüzde Koyunoğlu Müzesi’nin girişinde sergilenen beyaz mermerden kitabesine celi sülüs hatla hakkedilen bu ismini Konyalı nedense hiç tutmamış; o, yıkılana kadar, hatta yıkıldıktan sonra da bir nirengi noktası olarak hep Fenni Fırın adıyla anılagelmiştir.
Hayık’ın hayatına dair menkıbe dışı kalabilmiş bilgi kırıntıları onu yakından tanıma fırsatı bulmuş, günümüzde de sayıları neredeyse bir elin parmakları kadar kalmış insanların naklettikleridir. Bu insanların başında da Ata Petrol’ün sahibi Konya’nın tanınmış ailelerinden Ağazadeler’e mensup, 1942 Konya doğumlu Oğuz Koçbeker ile Mutluerler Ekmek’in sahibi 1965 Konya doğumlu M. Mazlum Mutluer’dir. Bu iki ismin merhum babaları –kendileri kabul etmese de- merhum Hayık ile işveren-çalışan münasebeti içinde olmuşlardır (İki ismin de kendi ifadeleri Hayık’ın, onların bir işçisi değil; “bir iş ortağı, bir seyyar bayisi” olduğudur).
Ekmekçi Hayık ile Oğuz Bey’in babası Ata Koçbeker (1910-1991)’in yollarının kesişmesi, Ata Bey’in Fenni Fırın’ın müsteciri olması dolayısıyla 1930’lu yıllardadır. O zamanın otuz-kırk bin nüfusluk Konya’sında bakkallar da az sayıdadır. Zaten fırının ürettiği ekmeğin önemli bir kısmı fırında satılmakta, bir kısmı da at arabalı satıcılar marifetiyle evlere ulaştırılmaktadır.
Fenni Fırın, genç Cumhuriyetin övünç yapılarından biridir Konya’da. İlkin yakıtı ta Tunçbilek’ten at arabalarıyla gelirken sonradan Konya’nın ilk elektrik motorlu sanayi tesisi olur. O dönemde Konya’ya gelen resmî konuklara gezdirilen yerlerden biri de burasıdır. O yıllarda şehrin ekmeğini sekiz-on fırın karşılamaktadır. Ama bunların içinde Fenni Fırın’ın ekmeği başkadır.
Hızla büyüyen Konya’ya zamanla Fenni Fırın’ın ekmeği yetmemeye başlayınca Ata Bey, 1953 yılında Hapishane Caddesi üzerinde, İstanbul Caddesi’ne yakın bir alanda Konya’nın en büyük ekmek fırını olarak Cumhuriyet Ekmek Fabrikasının temelini atar. Bir yıl kadar sonra faaliyete geçen Cumhuriyet’i, petrolcülüğe el attığı 1970’li yıllarda Nazım Mutluer (1932-1998)’e devreder.
Hayık, bu fırınların, sattığı ekmek başına prim alan at arabalı bir bayiidir. Ama ne bayi! Aylık veresiye sattığı ekmeklerin hiç yazılı kaydını tutmaz. Bütün ekmek abonelerinin bir ay boyunca kaç ekmek aldığını günlük adetleriyle aklında tutar. Hayık’ın bu hesabına Ata Bey inanamasa da; onun hesabında hiçbir zaman en ufak bir açık çıkmaz. Yine bir rivayete göre Hayık’ın bu şekildeki ticaretine karşı çıkan tanıdığı Ermenilere karşı onun verdiği cevap oldukça dikkate şayandır:
- Bunlar Müslüman; Müslümanlar haram yemezler!
Hayık’ın ekmek arabasını çeken at da başka bir harikadır. Hayık’la özdeşleşen bu ata Hayık’ın komut verdiğini gören olmamıştır. At, sokak sokak, ev ev hangi saatte nereye gideceğini, nerede duracağını, ne zaman hareket edeceğini insanı hayrete düşüren bir bilinçle gerçekleştirir. 1962 yılı başlarında eski Doğumevi (günümüzde İl Sağlık Müdürlüğü) civarında bir pikap Hayık’ın arabasına şiddetle çarpar. Atın öldüğü, arabanın hurdaya çıktığı bu kazadan Hayık ağır yaralı olarak kurtulur. Uzunca bir tedavi süresinin ardından ayağa kalksa da artık eskisi gibi değildir.
Hayık’ın sağlığına kavuşması bir köşe yazısına da konu olur. Merhum Adil Gücüyener (1934-1998)’in Yeni Konya’daki “Süzgeç” adlı köşesinde “Şakacı” imzasıyla yayımlanan yazısı şöyledir:
“Hayık ve Ekmekler”
“Geçenlerde feci bir trafik kazası geçiren ekmekci Hayık nihayet iyileşti. Atı öldü. yeni bir at almış. Hayık’ın yeni atı ısırmıyor. Munis bir hayvan. Hayık’ın ekmek tevziatına başladığı ilk günlerde Konyalı hanımlar “ekmek” sesini duyar duymaz sokağa fırlıyor, Hayığa geçmiş olsun diyorlar. Sokakta, caddede Hayık’ın iyileştiğini duyanlar “Oh ekmek derdinden kurtulduk” deyivermekten kendilerini alamıyorlar.”
“Yalnız Hayık şimdi ekmekleri pek seri dağıtamıyor. Zira her kapıda kazanın öyküsüne ait birkaç kelime söylemeden, sabahlıklı, iş elbiseli hanımlar Hayığı bırakıvermiyorlar. Zaten Hayıkta konuşmayı az sever eh durum böyle olunca işler şimdilik biraz aksak..”
“Çocuklar sevinçli, bilhassa şimdiki atta ısırmadığı için Hayığın atına “dah” diyebilmek için kuyruk var.. Yalnız yeni at yol bilmiyor..” (Şakacı 24.05.1962: s. 1-3)
Elindeki biricik sermayesini kaybeden Hayık’a Ata Bey –onun durumunu da gözeterek- fırınında maaşlı olarak çalışması teklifinde bulunursa da teklifi kabul görmez. Ata Bey, bir bayram günü bayramlaşmak için evine gelen Hayık’a uygun bir anda teklifini bir daha açar. Hayık, evin misafir odasının penceresinden görünen dışarıdaki ağacı işaret ederek:
- Ata Bey, şu ağacı getirip şu odanın içine diksek yaşar mı, diye sorar. Ata Bey’in hayır, cevabı üzerine: Ben de fırında ölürüm Ata Bey, diyerek son sözünü söyler. Bunun üzerine Ata Bey yaşlı dostuna fırının ekmek arabalarından birini verir. Ne ki, bu dönemde Hayık’ın o harika beyni ekmek hesabını tutmakta zorlandığı için ömrünün kalan yıllarında defter kalem kullanmaya başlar.
Bütün insanlara karşı oldukça hoşgörülü ve saygılı olan Hayık, İslam dinine karşı gösterdiği derin hürmetle de tekmil Konya’nın sevgisini kazanmıştır. Onun bir gayrimüslim olarak dinimize gösterdiği saygı ifadelerinden biri ezana karşı olanıdır. O, ezan okunmaya başladığında oturuyorsa hemen ayağa kalkarak, ayakta ise bir esas duruş pozisyonu alarak ezan sesinin geldiği yöne döner, âdeta bir saygı duruşu edasına bürünür, ara ara da dudağı kıpırdar, belli belirsiz bir şeyler mırıldanırmış. Onun bu anının şahitleri, bu mırıltıyı ezanı tekrarlamasına yormaktadırlar. Böyle bir anını bir gün Cumhuriyet Ekmek Fabrikasının yazıhanesinde oturduğu yerden şaşkınlıkla seyreden Nazım Mutluer, ezan bittikten sonra Hayık’ın yanına giderek böyle, bir gayrimüslimden beklenemeyecek bu davranışının sebebini sorduğunda Hayık’ın: “Olsun… Saygı göstermek gerekir” şeklindeki kendince sıradan cevabı, çoğu Müslümanlar için oldukça ibretamiz olsa gerektir.
Diğer yandan Hayık, bir cenaze namazına denk geldiğinde hemen imamın ardında safa dâhil olur, o cenazenin namazına iştirak edermiş. Yine bir cenaze namazında, cemaat arasında bulunan Ata Bey, namaz sonrası, ona sık sık yaptığı bir teklifi bir kez daha yeniler:
- Yahu Hayık, bak, cenaze için dahi olsa, namaz da kılıyorsun. Ne olur sanki Müslüman oluversen…
Hayık, mütebessim bir çehreyle:
- Zaten Müslüman gibiyiz Ata Bey, deyip geçiştirmiş bu teklifi de…
Onu, dostları İslam’a ne kadar çok yakıştırsalar da; onun ruhundaki hidayet tohumunun filizlenmesi için –çok değilse de- henüz vakit vardır.
Hayatının son yılında yatağa düşen Hayık’a eşi Yeranhui Hanım (1910-1987), Güllükbaşı’nda, Şems Parkı’nın karşısında, Konya’nın eski esnaflarından Bakkal Muammer’in dükkânının bitişiğindeki Avukat Ahmet Tevfik Kafalı’ya ait üç katlı Şems Apartmanı’nın zemin katındaki mütevazı dairesinde elinden gelen ihtimamı gösterir. Komşuları da maddi ve manevi yardımlarıyla hiç yalnız bırakmazlar onları. Ata Bey de büyük oğlu Oğuz Bey’le birlikte onu sık sık yoklayarak onun ilaç ve diğer ihtiyaçlarını karşılar. Bir gün Ata Bey’e Hayık’ın ağırlaştığı haberi gelir. Hemen oğluyla beraber yanında alırlar soluğu. Hayık’ın bilinci yerinde olsa da; çehresine ölümün gölgesi düşmüştür. Hanımının odadan çıkmasını fırsat bilen Ata Bey, hiç vazgeçmediği teklifini bir kez daha yeniler:
- Ey Hayık Efendi, bak ölüyorsun; ha Müslüman oluversen ne olur sanki!
Bu teklif üzerine hasta yatağından ani bir hareketle doğrulup oturumuna gelerek Ata Bey’in elini tutan Hayık, ilkin o alışılmış cevabını tekrarlar:
- Zaten Müslüman gibiyiz Ata Bey… Lakin kısa bir suskunluktan sonra ağzından çıkan sözler Ata Bey ve oğlunun hıçkırıklara boğulmalarına sebep olur:
- Hadi olalım bakalım nasıl olacaksak…
Hayık, metanetini çabuk toplayan Ata Bey’in kelime kelime getirdiği şahadet cümlesini onunla birlikte tekrarlar.
Eczacı Ahmet Nezihi Pekcan da Hayık’ın Müslüman oluşunu şöyle nakleder:
“Ekmekçi Hayk son günlerinde yakalanmış olduğu prostat kanseriyle mücadele etmekteydi. Ev sahibi aile dostumuz ve uzaktan akrabamız olan rahmetli Avukat Ahmet Tevfik Kafalı ve eşi Hikmet Hanım, Ekmekçi Hayk’ın son dönemlerinde evlerinin kapısını ona açmış, kira almaksızın evlerinde barındırmışlardır. Bir gün Ahmet Tevfik amcaları ziyarete gittiğimde beni Ekmekçi Hayk’ın dairesine götürüp kanser tedavisinde kullandığı ilaçlara bakmamı istediler. Eczacılık fakültesinde okumakta olduğum bu yıllarda Ekmekçi Hayk’ın ismini duyunca heyecanlandım. Çünkü bizler gibi bu toprakların sakinlerinden olan Ermenilerin son temsilcilerindendi Ekmekçi Hayk. Bu iriyarı adam şimdi hasta yatağında biraz zayıflamış solgun bir benizle yatmaktaydı.
Hayata gözlerini yummadan bir isteği vardı Müslüman olmak. Ancak bir problem vardı. Katıksız bir Hristiyan olan eşi Yeranhui’den çekindiği için onun haberi olsun istemiyordu. Ahmet Tevfik amca ve eşi Hikmet Hanım teyze ise, Ekmekçi Hayk’ın son isteğini yerine getirmekte kararlıydılar. İşte beni, ilaçlara bakma bahanesiyle eve davet etmişlerdi. Kapısını çaldığımızda Yeranhui Hanım, kaygılı gözlerle bizleri süzdü. Hikmet Hanım teyze beni tanıştırarak eczacı olduğumu Hayk’ın tedavide kullandığı bütün ilaçlarını getirmesini isteyerek Hayk’ın eşi Yeranhui Hanım’ı odadan uzaklaştırdı. Hayk’ın yanına yaklaşarak kendisinin Müslüman olmasına yardımcılık ve şahitlik yapacağımızı söyledi. Ancak acele etmeliydik. Yeranhui Hanım her an odaya girebilirdi. Hayk’ın hastalığı oldukça ilerlemiş olmasından dolayı bir daha bu fırsatı bulamayabilirdik. Kelime-i şahadeti getirirken Hayk’ın yüzündeki ifadeyi ve gözlerindeki ışığı unutamıyorum. Yerahhui Hanım odaya girdiğinde Ekmekçi Hayk çoktan Müslüman olmuştu.” (Pekcan 2013)
Anlaşılan Ekmekçi Hayık, ölmeden önce, hayatı boyunca hep desteklerini gördüğü bu iki insanı da sevindirmek istemiş ve bu yüzden onların teklifini kabul ederek ihtidasına şahit tutmuştur. Onun bütün Konya’da sevinçle karşılanan bu ihtidası –yukarıda da zikrettiğimiz gibi- Zeki Oğuz’la Ahmet Efe’nin hikâyelerine de konu olmuştur.
Hayık’ın vefatı üzerine de rivayetler muhteliftir. Mezar taşı üzerindeki vefat tarihi 1982 yılı olmasına rağmen Eczacı Pekcan, vefat tarihini 1980 olarak belirtir. Zeki Oğuz ise mezkûr hikâyesinde onun, 12 Mart 1971 Muhtırası ile tarihi karıştırılan o müthiş 13 Mart Tipisi’nde donarak öldüğünü yazar.
Bu gün Musalla Mezarlığı’nın 101 numaralı adasının 94. parselindeki -“Faik” ismiyle toprağının üzerinde telkininin verildiği- ahiret bahçesinde sessiz sedasız yatan Hayık’ın, eşi Yeranhui Hanım -Yaradan bir çocuk da bahşetmediği için- yapayalnız kalınca Huzur Evi’ne yerleştirilir. Hayık’tan sonra beş yıl misafiri olduğu huzur evine 1987 yılında veda eden Yeranhui Hanım da günümüzde Musalla Mezarlığı’nın kuzeybatısında, buradan bir duvarla ayrılmış küçük Ermeni Mezarlığı’nda yatmaktadır. Mezar taşındaki “Buğdaycı” soyadı her ne kadar eşininkinden biraz farklıysa da Ekmekçi Hayık’ın eşi olduğu vurgulanmıştır mezar taşında. Toprağı bol olsun.
Hayık’ın insan sevgisini sergileyen aşağıdaki anekdot da bu yazının hatimesi olsun.
Bir gün bir mahallenin bakkalları bir araya gelip Hayık’ı da buyur etmişler toplantılarına. Toplantının konusu ekmek borçlarını ödeyemez duruma gelen bir mahalle sakinine uygulanacak ekmek ambargosudur. Kendi aralarında bu adama ekmek vermeme kararını alan bakkallar, Hayık’a bundan böyle sen de verme, derler. Hayık, ibretlik bir nazarla adamları süzdükten sonra Hakk’a teslim vicdanları derinden yaralayacak kararını açıklar:
- Ben veririm arkadaş! Sen vermeyeceksin, o vermeyecek, ben vermeyeceğim de adam açlığından ölsün mü be!
Ruhu şad olsun…

KAYNAKÇA:
CEYHAN, Fikret Ali (ts.), “Bir Dönem Bir İnsan: Mehmet Celal Bey”, http://www.mehmetcelalbey.com/tr/kaynakca.php, 21.12.2015/15.10
EFE, Ahmet (ts.), “Ekmekçi”, http://www.ahmetefe.com/hikayeler.htm, 07.12.2014/07.42
IŞIK Ali (2011), “Hayk Buğdaycıgil Nam-ı Diğer Ekmekçi Hayık”, Merhaba/Akademik Sayfalar, c. XI, S. 15, s. 225-229.
OĞUZ, Zeki (ts.), “Bir Günün Tanıklıkları”, Ademin Kaburga Kemiği/Öyküler, Konya: Alagöz Ltd. Şti., s. 39-47.
PEKCAN, Ahmet Nezihi (2013), “Ekmekçi Hayk”, Umay, Konya (https://www.facebook.com/yasar.olgan.1/posts/924170820931997, 07.12.2014/07.29).
SEZER, Işıl (2012), “Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Tehcirden Dönen Ermenilere Dönüş Sırasındaki Osmanlı Uygulamaları (1918-1920)”, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Muğla.
ŞAKACI [GÜCÜYENER, Adil], (1962), “Hayık ve Ekmekler”, Yeni Konya/Süzgeç, Konya, 24 Mayıs, s. 1, 3.
ULUADA, Meltem (2006), “Geçmişten Günümüze Ermeni Meselesi ve Sözde Soykırımın Uluslararası Kriterler Açısından Değerlendirilmesi”, Atılım Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara.
Arşiv Belgesi: DH. ŞFR, 63/142_1, 17 Nisan 1332.


[1] Merhumun asıl ismi Hayk olmakla birlikte yazımızda onu, Konya’da anılageldiği gibi, “Hayık” olarak zikredeceğiz.
[2] Tehcir esnasında Vali Celal Bey’in yanında olan Konya halkı ile Abdülhalim Çelebi riyasetindeki Mevlevileri de bu arada zikretmek gerekir. A.I.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder