Konya’da İz
Bırakan Kendi Hâlinde Bir adam:
HAYK BUĞDAYCIGİL
NAM-I DİĞER EKMEKÇİ HAYIK
Ali IŞIK
Ekmekçi Hayık[1], yahut
çocukluğumun Hayık amcası... Zaman zaman, Güllükbaşı ile Çifte Merdiven
Mahallesi arasında geçen çocukluk günlerime döndüğümde, siması zihnimde net
kalabilmiş ailemin dışındaki tek kişiydi o. O günkü yapıma nispetle devasa bir
gövdenin üzerindeki irice başının kısa kır saçlarını gizleyen kulaklık ve
siperlikleri kürk kaplı, deri şapkasının altında kara kalın çerçeveli bir
gözlük iliştirilmiş güleç bir portakal beniz ve kaba, siyah paltosuyla
hatırlıyorum onu (Zihnimde donuklaşan bu fotoğrafını bir kış mevsiminde çekmiş
olmalıyım). Sahibiyle karakteri özdeşleşmiş bir kır atın hâkimiyetindeki ekmek
arabasının ardı sıra, Alâeddin Tepesi merkezli bütün Konya sokaklarını sabahtan
akşama turlardı. Onun, her bir sokağın girişinde yüksek perdeden: “Ekmeeek”
çağrısını işiten kız erkek tekmil çocuklar sarıverirdiler bir anda arabasının
etrafını. Atik davranan, arabanın sürücü oturağında kendine bir bulurdu. Ara
ara ufak dalaşmalara da sebep olan bu itiş kakışa ne Hayık amcanın ne de atının
hiç itirazı olmazdı. Yüze yansıyan muzaffer komutan ifadesini, Ekmekçi Hayık’ın
ekmek arabasının önüne oturma şansını yakalayabilmiş yumurcakların gözlerinde görebilirdiniz.
Şayet, çelimsizliği yüzünden büyüklerinin hazzından mahrum kalmış meyus bir
masum varsa; Hayık’ın evlat hasretinden yanan yüreği onun üzülmesine razı
gelmezdi. Hemen onu kucaklayıp büyüklerinin arasında açtığı yere oturtarak o
masumu da sevindiriverirdi. Her şey iyiydi hoştu da o Hayık ismi yok mu! Hiçbir
anlam veremediğim bu ismin bir gayrimüslime, daha açıkçası bir Ermeni’ye, ait
olabileceği o günkü idrak sınırlarımın çok ötesindeydi.
Hayık sadece çocukların sevgilisi
değildir. O yılların 150-200 bin nüfuslu Konya’sında, kadınıyla erkeğiyle;
genciyle yaşlısıyla onu tanıyıp da onu sevip takdir etmeyen bir kimsenin var
olduğunu düşünmek bile muhaldir. O, bir gayrimüslimmiş, yok bir Ermeni’ymiş
kimin umurunda! O, Konya’nın biricik Ekmekçi Hayık’ı, Hayık abisi, Hayık
amcasıdır. Onun hayatına dair bilgiler hep menkıbelerinin gölgesinde kalmıştır.
Hayatı üzerine; kaç yılında doğmuştur, anası babası kimdir, kaç kardeşi vardır…
gibi en temel sorular ve cevapları kimsenin umurunda da değildir. Günümüzden
bakıldığında da hayatı, şehir efsanesine dönüşen üç beş rivayetten ibarettir.
Bu rivayetlerden sanal âlemde dolaşan birisi
şöyledir: “(…) Hayk da zorunlu sürgüne tabi tutulur, tüm Konya’nın muhalefetine
rağmen...
Çare yoktur... Velhasıl Konyalı, Ekmekçi
Hayk’a büyük bir uğurlama töreni düzenler. Beyrut’a sürülen Hayk, yeni ikamet
yerinde yapamaz; köklerinden koparılmış bir çınar gibi kurumaya, dökülmeye
başlar.
Ne yapıp eder ve Konya’ya, vatanına döner.
Dün onu uğurlamak için istasyona akan
çoluk çocuk tüm Konyalılar, yine istasyona yığılırlar ve meşhur ekmekçilerini,
kendilerinden olan Hayk’ı büyük bir sevinçle bağırlarına basarlar. (…)” (Pekcan,
10.12.2013)
Konya’da bu denli sevilen Hayık üzerine
iki de hikâye kaleme alınmış; dolayısıyla o, edebiyat âleminde de kendine bir
edinmiştir. Ve tabii ki hayatına dair farklı rivayetlerle… Bu hikâyelerden Ahmet
Efe’ye ait olanında, onun hayatı yine Tehcir’le başlar. Tehcir’de Hayık
Konya’dan ayrılırken yanında eşi de vardır. Tehcir sonrasında eşi Kayseri’de
öldüğü için Hayık Konya’ya yalnız dönmüştür. Ağırlıklı olarak Hayık’ın,
Konyalıların takdirini kazanan kişiliğinin işlendiği hikâye, onun Müslüman
oluşunun müjdesiyle sonlanır (Ahmet Efe, “Ekmekçi”). Zeki Oğuz’un hikâyesinde
ise Hayık, Mübadele esnasında ablası tarafından Beyrut’a götürülmek üzere
Konya’dan ayrılmış; ancak doğup büyüdüğü toprakların hasretine dayanamayarak
Kayseri’den dönmüştür (Zeki Oğuz, “Bir Günün Tanıklıkları”).
Musalla Mezarlığı’nın 101 numaralı
adasının 94. parselindeki kabrinin baş taşına göre Hayık 1910 [Konya] doğumludur.
Bu duruma göre Tehcir esnasında Hayık beş yaşlarında bir çocuktur. Tabiatıyla evli
olması da mümkün değildir. Hayık, 1915 yılındaki bu mecburi sürgüne tabi
olmuşsa ebeveyninin, en azından bunlardan birinin, himayesinde olmalıdır. Ebeveynine
dair elde hiçbir malumatın bulunmayışını dikkate alarak Hayık’ın bir yetim
olduğunu kabul ettiğimizde ise o, Tehcir kapsamı dışındadır. Zira Osmanlı
Dâhiliye Nezaretinin; Adana, Erzurum, Halep, Hüdâvendigâr (Bursa), Suriye,
Diyarbakır, Mamuretülaziz (Elazığ), Konya, Kastamonu, Trabzon vilayetleriyle
İzmit, Canik, Eskişehir, Karahisar-ı Sahip (Afyonkarahisar), Maraş, Urfa,
Kayseri ve Niğde mutasarrıflıklarına gönderdiği 17 Nisan 1332/30 Nisan 1916 tarihli
şifreli emrine göre “… On iki yaşına kadar olan çocukların mahalli darüleytam
ve öksüz yurtlarına tevzî’ine, darüleytamların mevcudu kifayet etmediği
takdirde sahib-i hâl Müslümanlar nezdine verilerek âdâb-ı mahallîye ile terbiye
ve temsillerine, bunları kabul ve terbiye edecek sahib-i hâl Müslümanlar
bulunmadığı takdirde muhacirin tahsisatından ayda otuz kuruş iaşe masrafı
verilmek şartıyla köylülere tevzi’ine gayret edilmesi …” buyrulmuştur (DH. ŞFR, 63/142_1).
Diğer taraftan Tehcir vakasında şu hususun
da başta bilinmesi gereklidir. Dönemin Dâhiliye Nazırı Talat Paşa, özellikle
Batılı ülkelerin ve basınının aksi propagandalarından dolayı, devamlı olarak
Ermeniler hakkında alınan tedbirlerin onları imha maksadı taşımadığını her
fırsatta ifade etmiştir. Nitekim 16 Ağustos 1331 (29 Ağustos 1915) tarihinde
Hüdavendigâr, Ankara, Konya, İzmit, Adana, Maraş, Urfa, Halep, Zor, Sivas,
Kütahya, Karesi, Niğde, Mamuretülaziz, Diyarbekir, Karahisar-ı Sahib, Erzurum
ve Kayseri vali ve mutasarrıflıklarına gönderilen şifre telgrafta tehcirin
gayesi şu şekilde açıklanmaktadır:
“Ermenilerin bulundukları yerlerden
çıkarılarak tayin edilen mıntıkalara sevklerinden hükümetçe takip edilen gaye,
bu unsurun hükümet aleyhine faaliyetlerde bulunmalarını ve bir Ermenistan
hükümeti teşkili hakkındaki millî emellerini takip edemeyecek bir hâle
getirilmelerini temin esasına matuftur. Bu kimselerin imhası söz konusu
olmadığı gibi, sevkiyat esnasında kafilelerin emniyeti sağlanmalı ve muhacirin
tahsisatından sarfiyat yapılarak iaşelerine ait her türlü tedbir alınmalıdır.
Yerlerinden çıkarılıp, sevk edilmekte olanlardan başka, yerlerinde kalan
Ermeniler bundan sonra yerlerinden çıkarılmamalıdır. Daha önce de tebliğ
edildiği gibi asker aileleriyle ihtiyaç nispetinde sanatkâr, Protestan
ve Katolik Ermenilerin sevk edilmemesi hükümetçe kesin olarak
kararlaştırılmıştır. Ermeni kafilelerine saldırıda bulunanlara veya bu gibi
saldırılara ön ayak olan jandarma ve memurlar hakkında şiddetli kanuni tedbir
alınmalı ve bu gibiler derhal azledilerek Divan-ı Harplere teslim edilmelidir.
Bu gibi olayların tekrarından vilayet ve sancaklar sorumlu tutulacaklardır”
(Uluada 2006: 69).
Tehcir esnasında Konyalı Ermenilerle,
Suriye’deki Der-ez-Zor’a gönderilmek üzere batı vilayetlerinden Konya’ya
trenlerle sevk edilen Ermenilerin bir şansı da o sırada Konya valisi olan
Mehmet Celal Bey’dir. Zaten o, Konya valiliği görevini, Konya’daki Ermenilerin
nakil olmayacaklarının güvencesini aldıktan sonra kabul etmiştir. Lakin Celal Bey,
henüz yoldayken verilen sözün tutulmadığını görür. Şehir merkezine vardığında
buradaki Ermenilerin de -tıpkı Akşehir’dekiler gibi- istasyonda
toplandıklarını, ayrıca İzmit, Eskişehir ve Karahisar’dan gelenlerin de burada
bekletildiklerini görünce dehşete düşer. İstasyondaki Ermenilerin sefalet
içindeki hâllerine tanık olur. Konya Ermenilerinin tümünü evlerine geri
gönderir. Diğer bölgelerden gelenlere ise muhacir fonundan yevmiye verdirmeye
başlar. Haydarpaşa garından gelen trenler her gün binlerce Ermeni
getirmektedir. Bunların daha güneye sevk edilmesi için emirler yağmaktaysa da;
Mehmet Celal Bey, vagon olmadığı gerekçesi ile gelenleri Konya’da tutarak daha
öteye gönderilmelerine izin vermez. Dahası istasyondaki Ermeni kalabalığını
köylere dağıtarak dikkatlerden kaçırır (Ceyhan, ts.).[2]
Yukarıda zikrettiğimiz bu iki vakıaya göre
de Hayık’ın Tehcir kapsamı dışında kalmış olması ihtimal dâhilindedir. Onunla
ilgili bir tahminimiz de mesleki geçmişine dairdir. Bu tahminimizi yasladığımız
husus da onun “Buğdaycıgil” olan soyadıdır (hanımının soyadı Buğdaycı). Diğer
bir dayanağımız da bu meslekle ilintili olarak ekmek satıcılığını seçmiş
olmasıdır. Bir rivayete göre de onun Konya’dan ayrılışı Tehcir’den çok
sonradır. Bu rivayete göre Halep’te, petrolcülükle iştigal ederek epeyce zengin
olan kardeşleri Konya’ya gelip onu beraberlerinde yeni vatanlarına
götürmüşlerse de; o, çok iyi şartlarda yaşamayı reddederek hasretine
dayanamadığı Konya’sına dönmüştür (Işık 2011: 228).
Onun “Ekmekçi” lakabıyla bütün Konya’nın
tanıdığı ve takdir ettiği biri hâline gelmesi Fenni Fırın dolayısıyladır. 1985
yılındaki yıkılışının üzerinden otuz yıl geçmesine rağmen bulunduğu yer hâlen
“Fenni Fırın’ın ora…” diye anılan Fenni Fırın, 1927 yılında Belediye Numune
Fırını adıyla Konya Belediyesi tarafından hizmete açılmıştır. Günümüzde
Koyunoğlu Müzesi’nin girişinde sergilenen beyaz mermerden kitabesine celi sülüs
hatla hakkedilen bu ismini Konyalı nedense hiç tutmamış; o, yıkılana kadar,
hatta yıkıldıktan sonra da bir nirengi noktası olarak hep Fenni Fırın adıyla
anılagelmiştir.
Hayık’ın hayatına dair menkıbe dışı
kalabilmiş bilgi kırıntıları onu yakından tanıma fırsatı bulmuş, günümüzde de
sayıları neredeyse bir elin parmakları kadar kalmış insanların
naklettikleridir. Bu insanların başında da Ata Petrol’ün sahibi Konya’nın
tanınmış ailelerinden Ağazadeler’e mensup, 1942 Konya doğumlu Oğuz Koçbeker ile
Mutluerler Ekmek’in sahibi 1965 Konya doğumlu M. Mazlum Mutluer’dir. Bu iki
ismin merhum babaları –kendileri kabul etmese de- merhum Hayık ile işveren-çalışan
münasebeti içinde olmuşlardır (İki ismin de kendi ifadeleri Hayık’ın, onların bir
işçisi değil; “bir iş ortağı, bir seyyar bayisi” olduğudur).
Ekmekçi Hayık ile Oğuz Bey’in babası Ata Koçbeker
(1910-1991)’in yollarının kesişmesi, Ata Bey’in Fenni Fırın’ın müsteciri olması
dolayısıyla 1930’lu yıllardadır. O zamanın otuz-kırk bin nüfusluk Konya’sında
bakkallar da az sayıdadır. Zaten fırının ürettiği ekmeğin önemli bir kısmı
fırında satılmakta, bir kısmı da at arabalı satıcılar marifetiyle evlere
ulaştırılmaktadır.
Fenni Fırın, genç Cumhuriyetin övünç
yapılarından biridir Konya’da. İlkin yakıtı ta Tunçbilek’ten at arabalarıyla
gelirken sonradan Konya’nın ilk elektrik motorlu sanayi tesisi olur. O dönemde
Konya’ya gelen resmî konuklara gezdirilen yerlerden biri de burasıdır. O yıllarda
şehrin ekmeğini sekiz-on fırın karşılamaktadır. Ama bunların içinde Fenni
Fırın’ın ekmeği başkadır.
Hızla büyüyen Konya’ya zamanla Fenni
Fırın’ın ekmeği yetmemeye başlayınca Ata Bey, 1953 yılında Hapishane Caddesi
üzerinde, İstanbul Caddesi’ne yakın bir alanda Konya’nın en büyük ekmek fırını olarak
Cumhuriyet Ekmek Fabrikasının temelini atar. Bir yıl kadar sonra faaliyete
geçen Cumhuriyet’i, petrolcülüğe el attığı 1970’li yıllarda Nazım Mutluer
(1932-1998)’e devreder.
Hayık, bu fırınların, sattığı ekmek başına
prim alan at arabalı bir bayiidir. Ama ne bayi! Aylık veresiye sattığı
ekmeklerin hiç yazılı kaydını tutmaz. Bütün ekmek abonelerinin bir ay boyunca
kaç ekmek aldığını günlük adetleriyle aklında tutar. Hayık’ın bu hesabına Ata
Bey inanamasa da; onun hesabında hiçbir zaman en ufak bir açık çıkmaz. Yine bir
rivayete göre Hayık’ın bu şekildeki ticaretine karşı çıkan tanıdığı Ermenilere
karşı onun verdiği cevap oldukça dikkate şayandır:
- Bunlar Müslüman; Müslümanlar haram
yemezler!
Hayık’ın ekmek arabasını çeken at da başka
bir harikadır. Hayık’la özdeşleşen bu ata Hayık’ın komut verdiğini gören
olmamıştır. At, sokak sokak, ev ev hangi saatte nereye gideceğini, nerede
duracağını, ne zaman hareket edeceğini insanı hayrete düşüren bir bilinçle
gerçekleştirir. 1962 yılı başlarında eski Doğumevi (günümüzde İl Sağlık
Müdürlüğü) civarında bir pikap Hayık’ın arabasına şiddetle çarpar. Atın öldüğü,
arabanın hurdaya çıktığı bu kazadan Hayık ağır yaralı olarak kurtulur. Uzunca
bir tedavi süresinin ardından ayağa kalksa da artık eskisi gibi değildir.
Hayık’ın sağlığına kavuşması bir köşe
yazısına da konu olur. Merhum Adil Gücüyener (1934-1998)’in Yeni Konya’daki
“Süzgeç” adlı köşesinde “Şakacı” imzasıyla yayımlanan yazısı şöyledir:
“Hayık ve Ekmekler”
“Geçenlerde feci bir trafik kazası geçiren
ekmekci Hayık nihayet iyileşti. Atı öldü. yeni bir at almış. Hayık’ın yeni atı
ısırmıyor. Munis bir hayvan. Hayık’ın ekmek tevziatına başladığı ilk günlerde
Konyalı hanımlar “ekmek” sesini duyar duymaz sokağa fırlıyor, Hayığa geçmiş
olsun diyorlar. Sokakta, caddede Hayık’ın iyileştiğini duyanlar “Oh ekmek
derdinden kurtulduk” deyivermekten kendilerini alamıyorlar.”
“Yalnız Hayık şimdi ekmekleri pek seri
dağıtamıyor. Zira her kapıda kazanın öyküsüne ait birkaç kelime söylemeden,
sabahlıklı, iş elbiseli hanımlar Hayığı bırakıvermiyorlar. Zaten Hayıkta
konuşmayı az sever eh durum böyle olunca işler şimdilik biraz aksak..”
“Çocuklar sevinçli, bilhassa şimdiki atta
ısırmadığı için Hayığın atına “dah” diyebilmek için kuyruk var.. Yalnız yeni at
yol bilmiyor..” (Şakacı 24.05.1962: s. 1-3)
Elindeki biricik sermayesini kaybeden
Hayık’a Ata Bey –onun durumunu da gözeterek- fırınında maaşlı olarak çalışması
teklifinde bulunursa da teklifi kabul görmez. Ata Bey, bir bayram günü
bayramlaşmak için evine gelen Hayık’a uygun bir anda teklifini bir daha açar. Hayık,
evin misafir odasının penceresinden görünen dışarıdaki ağacı işaret ederek:
- Ata Bey, şu ağacı getirip şu odanın
içine diksek yaşar mı, diye sorar. Ata Bey’in hayır, cevabı üzerine: Ben de
fırında ölürüm Ata Bey, diyerek son sözünü söyler. Bunun üzerine Ata Bey yaşlı
dostuna fırının ekmek arabalarından birini verir. Ne ki, bu dönemde Hayık’ın o
harika beyni ekmek hesabını tutmakta zorlandığı için ömrünün kalan yıllarında
defter kalem kullanmaya başlar.
Bütün insanlara karşı oldukça hoşgörülü ve
saygılı olan Hayık, İslam dinine karşı gösterdiği derin hürmetle de tekmil
Konya’nın sevgisini kazanmıştır. Onun bir gayrimüslim olarak dinimize
gösterdiği saygı ifadelerinden biri ezana karşı olanıdır. O, ezan okunmaya
başladığında oturuyorsa hemen ayağa kalkarak, ayakta ise bir esas duruş
pozisyonu alarak ezan sesinin geldiği yöne döner, âdeta bir saygı duruşu
edasına bürünür, ara ara da dudağı kıpırdar, belli belirsiz bir şeyler
mırıldanırmış. Onun bu anının şahitleri, bu mırıltıyı ezanı tekrarlamasına yormaktadırlar.
Böyle bir anını bir gün Cumhuriyet Ekmek Fabrikasının yazıhanesinde oturduğu
yerden şaşkınlıkla seyreden Nazım Mutluer, ezan bittikten sonra Hayık’ın yanına
giderek böyle, bir gayrimüslimden beklenemeyecek bu davranışının sebebini
sorduğunda Hayık’ın: “Olsun… Saygı göstermek gerekir” şeklindeki kendince
sıradan cevabı, çoğu Müslümanlar için oldukça ibretamiz olsa gerektir.
Diğer yandan Hayık, bir cenaze namazına
denk geldiğinde hemen imamın ardında safa dâhil olur, o cenazenin namazına
iştirak edermiş. Yine bir cenaze namazında, cemaat arasında bulunan Ata Bey, namaz
sonrası, ona sık sık yaptığı bir teklifi bir kez daha yeniler:
- Yahu Hayık, bak, cenaze için dahi olsa,
namaz da kılıyorsun. Ne olur sanki Müslüman oluversen…
Hayık, mütebessim bir çehreyle:
- Zaten Müslüman gibiyiz Ata Bey, deyip
geçiştirmiş bu teklifi de…
Onu, dostları İslam’a ne kadar çok
yakıştırsalar da; onun ruhundaki hidayet tohumunun filizlenmesi için –çok
değilse de- henüz vakit vardır.
Hayatının son yılında yatağa düşen Hayık’a
eşi Yeranhui Hanım (1910-1987), Güllükbaşı’nda, Şems Parkı’nın karşısında,
Konya’nın eski esnaflarından Bakkal Muammer’in dükkânının bitişiğindeki Avukat
Ahmet Tevfik Kafalı’ya ait üç katlı Şems Apartmanı’nın zemin katındaki mütevazı
dairesinde elinden gelen ihtimamı gösterir. Komşuları da maddi ve manevi
yardımlarıyla hiç yalnız bırakmazlar onları. Ata Bey de büyük oğlu Oğuz Bey’le
birlikte onu sık sık yoklayarak onun ilaç ve diğer ihtiyaçlarını karşılar. Bir
gün Ata Bey’e Hayık’ın ağırlaştığı haberi gelir. Hemen oğluyla beraber yanında
alırlar soluğu. Hayık’ın bilinci yerinde olsa da; çehresine ölümün gölgesi
düşmüştür. Hanımının odadan çıkmasını fırsat bilen Ata Bey, hiç vazgeçmediği
teklifini bir kez daha yeniler:
- Ey Hayık Efendi, bak ölüyorsun; ha
Müslüman oluversen ne olur sanki!
Bu teklif üzerine hasta yatağından ani bir
hareketle doğrulup oturumuna gelerek Ata Bey’in elini tutan Hayık, ilkin o
alışılmış cevabını tekrarlar:
- Zaten Müslüman gibiyiz Ata Bey… Lakin
kısa bir suskunluktan sonra ağzından çıkan sözler Ata Bey ve oğlunun
hıçkırıklara boğulmalarına sebep olur:
- Hadi olalım bakalım nasıl olacaksak…
Hayık, metanetini çabuk toplayan Ata
Bey’in kelime kelime getirdiği şahadet cümlesini onunla birlikte tekrarlar.
Eczacı Ahmet Nezihi Pekcan da Hayık’ın
Müslüman oluşunu şöyle nakleder:
“Ekmekçi Hayk son günlerinde yakalanmış
olduğu prostat kanseriyle mücadele etmekteydi. Ev sahibi aile dostumuz ve
uzaktan akrabamız olan rahmetli Avukat Ahmet Tevfik Kafalı ve eşi Hikmet Hanım,
Ekmekçi Hayk’ın son dönemlerinde evlerinin kapısını ona açmış, kira almaksızın
evlerinde barındırmışlardır. Bir gün Ahmet Tevfik amcaları ziyarete gittiğimde
beni Ekmekçi Hayk’ın dairesine götürüp kanser tedavisinde kullandığı ilaçlara
bakmamı istediler. Eczacılık fakültesinde okumakta olduğum bu yıllarda Ekmekçi Hayk’ın
ismini duyunca heyecanlandım. Çünkü bizler gibi bu toprakların sakinlerinden
olan Ermenilerin son temsilcilerindendi Ekmekçi Hayk. Bu iriyarı adam şimdi
hasta yatağında biraz zayıflamış solgun bir benizle yatmaktaydı.
Hayata gözlerini yummadan bir isteği vardı
Müslüman olmak. Ancak bir problem vardı. Katıksız bir Hristiyan olan eşi Yeranhui’den
çekindiği için onun haberi olsun istemiyordu. Ahmet Tevfik amca ve eşi Hikmet Hanım
teyze ise, Ekmekçi Hayk’ın son isteğini yerine getirmekte kararlıydılar. İşte
beni, ilaçlara bakma bahanesiyle eve davet etmişlerdi. Kapısını çaldığımızda
Yeranhui Hanım, kaygılı gözlerle bizleri süzdü. Hikmet Hanım teyze beni
tanıştırarak eczacı olduğumu Hayk’ın tedavide kullandığı bütün ilaçlarını
getirmesini isteyerek Hayk’ın eşi Yeranhui Hanım’ı odadan uzaklaştırdı. Hayk’ın
yanına yaklaşarak kendisinin Müslüman olmasına yardımcılık ve şahitlik
yapacağımızı söyledi. Ancak acele etmeliydik. Yeranhui Hanım her an odaya girebilirdi.
Hayk’ın hastalığı oldukça ilerlemiş olmasından dolayı bir daha bu fırsatı bulamayabilirdik.
Kelime-i şahadeti getirirken Hayk’ın yüzündeki ifadeyi ve gözlerindeki ışığı
unutamıyorum. Yerahhui Hanım odaya girdiğinde Ekmekçi Hayk çoktan Müslüman
olmuştu.” (Pekcan 2013)
Anlaşılan Ekmekçi Hayık, ölmeden önce,
hayatı boyunca hep desteklerini gördüğü bu iki insanı da sevindirmek istemiş ve
bu yüzden onların teklifini kabul ederek ihtidasına şahit tutmuştur. Onun bütün
Konya’da sevinçle karşılanan bu ihtidası –yukarıda da zikrettiğimiz gibi- Zeki
Oğuz’la Ahmet Efe’nin hikâyelerine de konu olmuştur.
Hayık’ın vefatı üzerine de rivayetler
muhteliftir. Mezar taşı üzerindeki vefat tarihi 1982 yılı olmasına rağmen
Eczacı Pekcan, vefat tarihini 1980 olarak belirtir. Zeki Oğuz ise mezkûr
hikâyesinde onun, 12 Mart 1971 Muhtırası ile tarihi karıştırılan o müthiş 13
Mart Tipisi’nde donarak öldüğünü yazar.
Bu gün Musalla Mezarlığı’nın 101 numaralı
adasının 94. parselindeki -“Faik” ismiyle toprağının üzerinde telkininin
verildiği- ahiret bahçesinde sessiz sedasız yatan Hayık’ın, eşi Yeranhui Hanım
-Yaradan bir çocuk da bahşetmediği için- yapayalnız kalınca Huzur Evi’ne yerleştirilir.
Hayık’tan sonra beş yıl misafiri olduğu huzur evine 1987 yılında veda eden
Yeranhui Hanım da günümüzde Musalla Mezarlığı’nın kuzeybatısında, buradan bir
duvarla ayrılmış küçük Ermeni Mezarlığı’nda yatmaktadır. Mezar taşındaki
“Buğdaycı” soyadı her ne kadar eşininkinden biraz farklıysa da Ekmekçi Hayık’ın
eşi olduğu vurgulanmıştır mezar taşında. Toprağı bol olsun.
Hayık’ın insan sevgisini sergileyen
aşağıdaki anekdot da bu yazının hatimesi olsun.
Bir gün bir mahallenin bakkalları bir
araya gelip Hayık’ı da buyur etmişler toplantılarına. Toplantının konusu ekmek
borçlarını ödeyemez duruma gelen bir mahalle sakinine uygulanacak ekmek
ambargosudur. Kendi aralarında bu adama ekmek vermeme kararını alan bakkallar,
Hayık’a bundan böyle sen de verme, derler. Hayık, ibretlik bir nazarla adamları
süzdükten sonra Hakk’a teslim vicdanları derinden yaralayacak kararını açıklar:
- Ben veririm arkadaş! Sen vermeyeceksin,
o vermeyecek, ben vermeyeceğim de adam açlığından ölsün mü be!
Ruhu şad olsun…
KAYNAKÇA:
CEYHAN, Fikret Ali (ts.), “Bir Dönem Bir
İnsan: Mehmet Celal Bey”, http://www.mehmetcelalbey.com/tr/kaynakca.php,
21.12.2015/15.10
EFE, Ahmet (ts.), “Ekmekçi”, http://www.ahmetefe.com/hikayeler.htm,
07.12.2014/07.42
IŞIK Ali (2011), “Hayk Buğdaycıgil Nam-ı
Diğer Ekmekçi Hayık”, Merhaba/Akademik Sayfalar, c. XI, S. 15, s.
225-229.
OĞUZ, Zeki (ts.), “Bir Günün
Tanıklıkları”, Ademin Kaburga Kemiği/Öyküler, Konya: Alagöz Ltd. Şti.,
s. 39-47.
PEKCAN, Ahmet Nezihi (2013), “Ekmekçi
Hayk”, Umay, Konya (https://www.facebook.com/yasar.olgan.1/posts/924170820931997,
07.12.2014/07.29).
SEZER, Işıl (2012), “Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Tehcirden Dönen Ermenilere Dönüş Sırasındaki
Osmanlı Uygulamaları (1918-1920)”, Muğla Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı, (Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi), Muğla.
ŞAKACI [GÜCÜYENER, Adil],
(1962), “Hayık ve Ekmekler”, Yeni Konya/Süzgeç, Konya, 24 Mayıs, s. 1,
3.
ULUADA, Meltem (2006), “Geçmişten Günümüze
Ermeni Meselesi ve Sözde Soykırımın Uluslararası Kriterler Açısından
Değerlendirilmesi”, Atılım Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi),
Ankara.
Arşiv Belgesi: DH. ŞFR, 63/142_1, 17 Nisan
1332.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder