12 Ekim 2020 Pazartesi

EBÜZZİYA TEVFİK’İN KONYA’DAKİ SÜRGÜN YILLARI

A. Hayatı

İstanbul Sultanahmet’te, 17 Rebiyülevvel 1265 [10 Şubat 1849] tarihinde dünyaya geldi. XIII. yüzyılda Horasan’dan gelip Konya’nın Koçhisar (bugün Ankara’ya bağlı) kasabasına yerleşen ve kasabaya Şereflikoçhisar adını veren Şereflü aşiretinden Atçeken (Esbkeşân) Hacı Hasanoğlu ailesindendir. Babası Maliye memurlarından Hasan Kâmil Efendi’dir. İlk tahsiline Sultanahmet’te Cevrî Kalfa Sıbyan Mektebinde başladı. 1857’de babasının ölümü üzerine onun yerine aynı daireye memur olarak alındı. On yedi yaşına kadar Maliye’nin çeşitli kalemlerinde çalıştı, buradan Şura-yı Devlet ikinci sınıf mülkiye mülazımlığına getirildi (Haziran 1868). Maliye’de iken aynı kalemde memurluk yapan Abdülhak Hamid ile birlikte Hacı Edhem Paşazade Kadri Bey’den Arapça, Farsça ve edebiyat dersleri aldı. Bu arada Cemiyyet-i İlmiyye-i Osmaniyye tarafından verilen halka açık derslere devam etti. 1864’te Ruzname-i Ceride-i Havadis’te çalışmaya başlayan Ebüzziya, gazetedeki bir yazı dolayısıyla önce Namık Kemal, onun vasıtasıyla da Şinasi ile tanıştı ve Tasvir-i Efkâr gazetesine geçti; daha sonra Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ne girdi (1866).

Yirmi yaşlarında Terakki gazetesinin yazı işleri müdürü olan Ebüzziya böylece gazetecilik hayatına başladı. Gazetenin ilaveleri olarak Terakki Muhadderat adlı ilk kadın dergisiyle Terakki Eğlencesi ve Letâif-i Âsâr adıyla iki mizah dergisi yayımladı. Daha sonra Hakâiku’l-vekâyi’ gazetesinde, Diyojen, Cıngıraklı Tatar ve Hayal dergilerinde çalıştı. Ebüzziya’nın bu sırada kendi adıyla neşrettiği bir kısım yazıları hükümette rahatsızlık uyandırdığından Şura-yı Devlet’teki görevine son verildi (Şubat 1872).

Şinasi’nin ölümü üzerine Tasvir-i Efkâr Matbaasının sahibi oldu; kısa bir süre sonra Namık Kemal’in başmuharrirlik yaptığı İbret gazetesi de burada yayımlanmaya başlandı (Haziran 1872). Okuyucu kesiminden büyük ilgi gören İbret’in tirajının kısa zamanda süratle yükselmesi Mahmut Nedim Paşa hükümetini ürküttü ve gazete henüz 19. sayısında iken dört ay süreyle kapatıldı (Temmuz 1872). Hemen arkasından İbret’in sahiplerinden Nuri Bey Ankara mektupçuluğuna, Reşat Bey Bilecik kaymakamlığına gönderildi. Ebüzziya da İzmir’de yeni kurulan Muhakeme-i Kebire-i Merkeziyye başkâtipliğine tayin edilerek İstanbul’dan uzaklaştırılmak istendi. Ancak Mahmut Nedim Paşa’nın yerine getirilen Mithat Paşa’nın sadareti sırasında İzmir mahkemesi lağvedildiğinden Ebüzziya sürgünden kurtuldu. Namık Kemal’in Gelibolu’ya mutasarrıf olarak tayini üzerine Hadika adlı bir ziraat gazetesinin imtiyazını aldı. Mithat Paşa’nın sadaretten azli üzerine bunu siyasi bir gazete hâlinde yayımlamaya başladı (Kasım 1872). Aynı zamanda Tasvir-i Efkâr Matbaası’nda da kitaplar neşretmeye devam ediyordu.

Hükümet, Hadika’da neşredilen yazıları aşırı bulup gazeteyi 56. sayısından itibaren iki ay süreyle kapatınca, Ebüzziya’nın yayıma devam edebilmek için Cüzdan adıyla çıkardığı dergi daha ilk sayısında hem toplatılıp imha edildi hem de kapatıldı (Şubat 1873). Mithat Paşa’nın azli sonrası kurulan yeni hükümetin izniyle Sirâc’ı yayımlamaya başladı (Mart 1873). Yayımladıkları yazılar sebebiyle Sirâc ve İbret hükümet tarafından tekrar kapatıldı (5 Nisan 1873). Ardından da “muzır neşriyat”ta bulunduğu gerekçesiyle Rodos’a sürgüne gönderildi (10 Nisan 1873).

Burada geçimini sağlayabilmek için hapishanede hazırladığı yazıları İstanbul’da daha önce matbaasını teslim ettiği Şemseddin Sami’ye göndererek kendi matbaasında Muharrir adıyla bir dergi yayımlatmaya başladı (Kasım 1875). Bu tarihe kadar yazılarında Mehmet Tevfik imzasını kullanırken, bir mahpus ve sürgünün kendi adıyla yazı yazması yasak olduğundan, bundan sonra büyük oğlu Ziya’ya nispetle Ebüzziya takma adını kullanmaya başladı. 31 Mayıs 1876’da ilan edilen genel afla İstanbul’a döndükten sonra gazetelere verdiği ilanlarda (30 Haziran 1876) bundan böyle bu takma adı isim olarak kullanacağını açıkladı. Bu isim daha sonra ailesine soyadı oldu.

Rodos’ta iken, Türk nesrinin geçirdiği gelişmeyi göstermek üzere Batılı tarzda ilk edebiyat antolojisi olan Numune-i Edebiyyât-ı Osmâniyye’yi hazırladı. Bu arada Ahmet Mithat Efendi ile birlikte, ülkemizde Batı tarzında eğitime başlayan ilk okul niteliğindeki Medrese-i Süleymaniyye’yi kurdu (1876). İstanbul’a döndükten sonra II. Abdülhamid’in hazırlattığı Kanun-ı Esasi çalışmalarına katıldı; aynı zamanda sarayda kurulması tasarlanan Cem’iyyet-i Mutercimin’e de dâhil edildi. Meşrutiyetin ilanı, Meclis-i Mebusan’ın açılması, 93 Harbi, bunun ardından meclisin tekrar kapatılması ve Kanun-ı Esasi’nin yürürlükten kaldırılmasıyla meşrutiyete bel bağlayan devrin aydınlarının muhalefeti, II. Abdülhamid idaresini bunları çeşitli memuriyetlerle İstanbul’dan uzaklaştırmaya yöneltti. Devrin diğer bir kısım yönetim muhalifleri gibi Ebüzziya da Bosna mektupçusu olarak İstanbul dışına çıkarıldı. Bosna’da vilayet gazetesinin idaresini ve yayımını üzerine aldı. Buradaki görevi, Bosna-Hersek’in Avusturya tarafından geçici olarak işgaline kadar sürdü.

1890 yılında, 1900’de Konya’ya sürgüne gönderilinceye kadar düzenli olarak yayımladığı salnamelerin neşrine başladı. Aynı günlerde, Tanzimat devri edebiyatçılarının önemli bir neşir vasıtası olan Mecmua-i Ebüzziya’yı yayım hayatına koydu (Mayıs 1880). Almanya’dan getirttiği yeni makinelerle kurduğu matbaasında kitap yayımlamaya da devam eden Ebüzziya, halka okuma alışkanlığı kazandırmak amacıyla Kitabhane-i Meşahir ve Kitabhane-i Ebüzziya isimleri altında, içinde kendi eserleriyle Şinasi ve Namık Kemal’in eserlerinin de bulunduğu telif ve tercüme 100’den fazla cep kitabı yayımladı. Bu arada fasiküller hâlinde Lugat-ı Ebüzziya’yı neşre başladı (1888).

Israrlı talepleri üzerine II. Abdülhamid tarafından Mekteb-i Sanayi müdürlüğüne getirilen (Kasım 1891) Ebüzziya, aynı zamanda devrinin önde gelen bir kûfî hattatı ve arabesk süsleme sanatçısıdır. Yıldız Sarayı’nın salon tezyinatıyla Yıldız Camii’nin tezyinatı ve levhaları da Ebüzziya’ya yaptırılmıştı. Ayrıca padişahın kendi eliyle imal ettiği muhtelif ahşap eserlere işlediği “Abdülhamid” amblemleri de onun istifidir. Ancak mektepte yenilikçi birtakım faaliyetleri ve ders vermek için Avrupa’dan bazı sanatkâr ustalar getirtmesi üzerine aleyhinde bir jurnal verildi ve okul müdürlüğünden alınarak Şura-yı Devlet üyeliğine getirildi (Aralık 1892). Burada mümkün olduğu kadar politikadan uzak durmaya çalıştı; Servet, Malumat, Hazine-i Fünun, İrtika, Musavver Fen ve Edeb gibi dergi ve gazetelerde değişik konularda yazılar yazdı. Buna rağmen 1893-1900 yılları arasında on defa tutuklandı; nihayet verilen jurnaller üzerine oğlu Talha ile Konya’ya sürgüne gönderildi (Nisan 1900).

II. Meşrutiyet’in ilanı üzerine çıkarılan genel afla İstanbul’a döndü (Temmuz 1908). Bu dönemde fiilen politikaya atılarak İttihat ve Terakki Fırkası’na girdi; seçimlerde Konya vilayetinden aday oldu ve Antalya sancağından mebus seçildi. Bu arada matbaasını yeniden faaliyete geçirdi, Mecmua-i Ebuzziya’yı tekrar yayımlamaya başladı. Şinasi’nin varislerinden Tasvir-i Efkâr gazetesinin imtiyazını satın alarak bunu Yeni Tasvir-i Efkâr adıyla çıkarmaya başladı (Mayıs 1909). 31 Mart Vakası’nı takip eden günlerde Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişi, Sultan Abdülhamid’in hal’i, İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf fırkalarının kıyasıya mücadeleleri sırasında çıkarmakta olduğu gazete defalarca kapatıldı. Ebüzziya her defasında isim değiştirerek gazetesini yayımlamaya devam etti. Zaman zaman tutuklandı, matbaası mühürlendi ve hapse atıldı. Babıali Baskını ile iktidara geçen yeni hükümetçe serbest bırakıldığının ertesi günü evine dönerken Kadıköy vapurunda öldü ve Bakırköy Mezarlığı’ndaki aile kabristanına defnedildi (27 Ocak 1913).

Basın yayın, gazete ve matbaa tekniği gibi birçok alanda ülkeye çeşitli yenilikler getiren Ebüzziya Tevfik, bir edebî şahsiyet olmaktan ziyade Tanzimat Devrinin önemli isimlerini sonraki nesillere tanıtan ansiklopedik bilgiye sahip bir yayımcıdır. Ebüzziya zihniyet bakımından, bir milletin ancak gelenek ve göreneklerine, millî ve dinî inançlarına bağlı kalarak ve faydalı her türlü yeniliği benimseyerek gelişebileceğine inanan muhafazakâr bir Osmanlı aydınıdır. Asla yılmayan bir karaktere sahip olan Ebüzziya, hayatı boyunca cehaletle ve ülkeye zarar getirebilecek şeylerle mücadele etmiştir. Rodos ve Konya’daki sürgün hayatı, faaliyetlerinden şüphelenen devrin yöneticileri tarafından defalarca göz altına alınması, zaman zaman tutuklanması, matbaasının kapatılması ve hakkında verilen jurnaller onu yıldırmamış, hayatı boyunca doğru bildiklerini söylemekten çekinmemiştir. Yaşadığı dönemde, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını önlemek için Osmanlılık bağına önem vermiş ve devletin Hristiyan dünyası karşısına Müslüman unsurların çoğunluğu ile çıkabilmesi için sürekli olarak din birliğine ve Müslümanlık kavramına sarılmıştır.

Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi’nden başka herhangi bir okula gitmediği hâlde kuvvetli azmi ve iradesi sayesinde kendi kendine iyi seviyede Arapça, Farsça, Fransızca, Almanca ve Rumca öğrenmiş, edindiği geniş bilgi ve kültür sonucunda çıkardığı gazete ve dergilerle diğer yayın faaliyetleri devrinde tek başına bir mektep olmuştur (Ebüzziya 1994’ten).

B. Konya’daki Sürgün Günleri

Konya, Osmanlı Döneminde devletin sürgün yerlerinden biridir. İstanbul’daki Mevlevi tekkesi, aynı zamanda Jön Türklerin de toplandıkları yerdi. Konya merkez tekkesi ile İstanbul’un arası iyi değildi. Mehmed Reşad Efendi Mevlevi tarikatına intisap etmiş olması ve Mevlevi şeyhinin cülus merasimi sırasında kılıç kuşatıyor oluşu Konya’yı bir sürgün yeri olarak sürekli göz önünde tutulması gereken bir yer yapmıştır. Konya, sürgün gönderilen yerlerden biri olmasına karşın, bilindiği kadarıyla, burada herhangi bir isyan hareketine rastlanmamıştır (Şimşek 2018: 145).

Ebüzziya Tevfik’ten bahseden kaynaklar, onun, bir jurnal sonucu Konya’ya sürgün edildiğinden söz ederler. Konya’da, Ebüzziya Tevfik üzerine bir makale yayımlayan merhum Celaleddin Kişmir (1919-2008) de bu konu üzerine yaptığı bütün araştırma ve soruşturmalarının sonuçsuz kaldığına şöyle hayıflanır: “Ebüzziya’nın Konya’ya nefyi [sürgünü] sebebi bugüne kadar pek kati olarak öğrenilememiştir. Müracaat ettiğimiz birkaç tarih, edebiyat tarihi ve ansiklopedilerle, kendisini tanıyan ve sevenlerden öğrendiğimiz ancak pek küçüktür ve pek de kati değildir. Esasen Abdülhamit ve daha evvelki devirlerde birçok kereler hiçten sebeplerle tevkif, isticvap [sorgulama] ve nefyedilmişti. Bu sefer de Konya’ya nefyin bir hiç yüzünden olduğu muhakkaktır (Kişmir 1950: 25 Aralık, 2).

Esasen sürgünü hususunda kendisi de ketumdur. Konya’ya ayak bastığı günleri anlattığı hatıralarında buraya sürgün edilme sebebinden söz etmez. Lakin Konya’ya gelişinin ikinci senesinde İstanbul’da kalan oğlu Velid’e gönderdiği mektubu, sürgünü üzerindeki sis bulutlarını biraz aralar gibidir:

“... Zaptiye nazırı olacak mel’unun, Cenabı Hak, kariben [yakın zamanda] belasını versin ki nezarete memur olduğu günden itibaren, benimle, hem de hasbeten-lillah [yalnızca Allah rızası için] uğraştı. İki üç kerre matbaamı bastı. (Buradan bir isim çıkarıldı) yezidini de Allah kahretsin, evladını rezil ve rüsvay ederek süründürsün ki sizin ikinize de icrayı garez ederek seni tard [uzaklaştırma] (mektepten tard) ve Talha’yı nefyettirdi. Ne yapayım evladım, kimseye zulmettiğimi, bilerek bir fenalıkta bulunduğumu bilmiyorum. Bilakis elimden geldiği kadar herkesin nef’ine [faydasına] çalıştım. Vicdanım, beni kat’a muazzep ve muaheze etmiyor. Şu hâlde, bu belaya, neden uğradığımı bir türlü takdir edemiyorum. Evvelce de yazmıştım, şu bulunduğumuz hâle hükm-i kader deyip de müteselli olacak budalalardan değilim. Vakıa sabrediyoruz. Fakat buna sabır değil, istibar yani sabr-ı zaruri derler. Mamafih ne olursa olsun elbette şu hâle bir nihayet mukarrerdir...

Konya, 23 Şubat 902 Peder-i mütehassirin [hasret çeken baban] Ebüzziya Tevfik” (Kuntay ts.)

Osmanlı Arşivi’ndeki 19 Nisan 1901 tarihli aşağıdaki belge Ebüzziya Mehmet Tevfik Bey’in Sultan Abdülhamit’e yazdığı ve hakkındaki suçlamaları cevaplandırdığı uzunca bir mektup/dilekçedir. Ebüzziya Tevfik Bey’in Konya’ya gelişinin tam bir yıl sonrasının tarihiyle tarihlendirilmiş bu belge, onun, Konya’ya sürgün edilmesine ışık tutar gibidir.

“a.

 

Şevketli Efendim

Tevcîhi ile mübeşşer olduğum hidmetden sarf-ı nazar buyuruldise hîç ye’s yokdur. Fakat sebeb-i te’hîr olmak üzere kullarını hamiyyet-i dînîye ve millîyeme dokunacak bir sakîme ile ithâm itmeyiñ. Londra’da neşr olunan risâle Ermeni kaleminden çıkmışdır Ebü’z-ziyâ’yı âmâl-i Ermeniyeye mürevvic addetmek İmâm-ı Â’zam’a Şîiyyet isnâd itmek gibidir. İnsânıñ gayret-i millîyesine bu derecelerde ta’arruz revâ görülmemelidir. Bendelerine böyle bir şey azv olunduğu zamân meftûr olduğum hamiyyet-i dînîye ve millîyemi pek a’lâ bildikleri cihetle herkesden evvel efendimiz reddile berâber müfterîyi te’dîb buyurmak muktezâ-yı şân-ı adâletleri idi.

Kullarınca isnâd-ı mâ-lem-yekün aslâ mûcib-i endîşe olamaz. Fakat insânıñ tâ kalbgâhına sokulan böyle bir hançer-i iftirânıñ ne derecelerde elîm ve ne mertebelerde nâ-kâbilü’n-niyâm cerîha peydâ ideceği kıyâs-ı nefs ile ta’ayyün ider hâletdendir. Binâ’enaleyh kavliñiz bu azv-i sakîmi fart-ı nefretle tazyî’ idenlere reddile nefsimi o dürlü sebbi’âtdan ebediyyen tenzîh iderim.

Avrupa’ya gitmek bahsine gelince ânı da efendimize îzâh ideyim: Bu def’a avdetden soñra ba’zı zevât ile ve hattâ sarây-ı hümâyûnlarında bile lakırdı arasında garbıñ terakkiyat-ı medeniyesinden bahs olunduğu sırada san’at-ı âcizânem bulunduğu haysiyyetle tıba’atiñ dahi derece-i terakkiyâtını ta’dâd ve beyân ile (te’essüf iderim ki vaktile matba’amı burada te’sîs itmişim. Çünki bu kadar ikdâmımla berâber hîç bir şey kazanamıyorum. Burada on kuruş kazanmak içün dokuz kuruş masraf itmeli. Avrupa’da ise on kuruş masraf iden bir matba’acı yüz kuruş istifâde idiyor eğer elimde beş biñ lira bir sermâye olsa idi bugün Avrupa’da mükemmel bir matba’a açar iki seneye varmadan vatanıma on biñ lira ile avdet iderdim çünki burada dört yüz lira istikrâz iderek açdığım matba’ayı bile sekiz senede üç biñ liralık bir hâle getürdim) yollu hasbihâl itmiş idim. İşte efendimiz curnalcileriñ kemâl-i muvaffakiyetle efendimize bildirdikleri (Avrupa’ya firâr) mes’elesi bundan ibâretdir.

Farz-ı muhâl olarak bugün elimde beş biñ lira bulunsa da Avrupa’da bir matba’a açmağa teşebbüs itsem günâha mı girmiş olurum. Ticâret ef’âl-i memnû’adan mıdır. Cebinde dört parası olmayan bir Avrupalı memleketimize (Belge Nu. 1)

b.

gelerek birkaç sene zarfında milyon sâhibi oluyor da bir Müslümân da Avrupa’da san’atı sâyesinde kesb-i servet ideceğini ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn bilüb görüyorsa niçün gitmesün. Avrupa’da bir matba’a açmak mücerred vatanına devletine ihânet fikrinden mi münba’is olur. Bâhusûs böyle bir fikirde bulunmak bendeñize neden lâyık görülüyor. Lapsika’da [Leipzig ?] Viyana’da Paris’de üç dâne Türkçe hurûfu câmi’ birer matba’a vardır ki dahâ içinde ne millet-i İslâmiyye ve ne de saltanat-ı seniyye aleyhinde el kadar bir varaka basılmışdır. Ânlar Arabî ve Fârisî kütüb-i kadîme ve nâdire tab’ile meşgûldür. Ben kâfir-i ni’met mu’în-i vatan ve devlet bir güştenî-i bed sîret miyim. Hâşâ kisve-i cemiyyet ve ubûdiyyetim o dürlü levs-i ağrâzdan bi’l-külliye mutahhardır.

(Tevfîk Bey on biñ kuruşum olursa Avrupa’ya giderdim) dimek içün mecnûn olmak lâzım gelür. Çünki on biñ kuruşla Avrupa’da bir matba’a değil (bulvar) üzerinde gazete satmak içün bir (baraka) bile açılamaz. Ma’lûm-ı hümâyîn-ı şâhâneleridir ki ihfâ idecek bir fikri olanlar alenen beyân-ı fikir itmezler. Maksadlarını sakîm olsun müstakîm olsun evlâdından bile ketm iderler. Benim beş biñ liram olsa da Avrupa’da bir matba’a açsam dimekden (ben Avrupa’ya gidüb devlet ve memleketine karşı neşriyâtda bulunacağım) ma’nâsı çıkaranlar birtâkım evsiz alçaklardır ki hakîkaten ânlarıñ ellerinden gelse veya ellerinden tutan bulunsa gidüb devlet ve milletlerine ihânet iderler. Bu hâlde geçen gün ihsân buyurulan yüz altun kulunuzu tecrübe içün i’tâ buyurulmuş dimek oluyor. Eğer bundan evvelce ma’lûmâtım olsa idi ya’nî hakkımdaki şu azvi o parayı ba’zı ihtiyâcât-ı mübrimeye sarf itmezden evvel haber alsa idim. Cenâb-ı Hakk’a kasem iderim ki müzâyakanıñ soñ derecesinde bulunduğum hâlde dahi o lutf-ı hümâyînu kabûl itmezdim.

Velîni’metim bunlarıñ kâffesi bir incir çekirdeği doldurmaz türrehâtdan ibâretdir. Bendeñiz â’ileme evlâdıma nasıl merbût isem vatanıma vatanımıñ sâhib-i meşrû’ı olan pâdişâhıma da öyle merbûtum. Â’ilem evlâdım fânîdir fakat cenâb-ı Hak’dan temennî iderim ki vatanım ve sülâle-i âl-i Osmân ilâ kıyâmü’s-sâ’a pâyidâr olsun. Bunu temennî itmeyecek bir Müslümân varsa cenâb-ı Hak ism-i Kahhâr’ı hürmetine kahr u tedmîr itsün.

Ben zât-ı hümâyûnlarınıñ yakînden bir bende-i hâsı olmamış bile olsam efendimiz taht-ı Osmânîde teyemmünen câlis bulundukça pâdişâhımı mutâ’-ı meşrû’ tanımayacak kadar hamd olsun akıl ve şu’ûra mâlikim. Ya zât-ı hümâyûnlarından gördüğüm bunca inâyete karşı nasıl hâ’in olayım. Mülâhaza buyrulsun da ândan soñra nasıl olmaklığım lâzım geleceğine öyle hüküm buyrulsun.

c.

kullarını dâimâ bir nazar-ı iştibâh altında bulundurmakdaki mülâhaza-i hümâyûnlarını bir dürlü añlayamıyorum. Şimdüye kadar hângi şübhe ihânetime hüküm olundu. Niçün hakk-ı kemterânemde emniyetsizlik gösteriliyor. Altı yedi aydan beri pek çok iftirâlara hedef olduk. Fakat hamden sümme hamden müfterileriñ yüzleri kara çıkmakdan başka bir netîce virmedi. Şimdi de hepsi bitdi bendeñizi Londra’da basılan ve hurûf-ı Ermeni mekâsıdı üzerine yazılan bir risâle ile ithâma kalkışdılar. (Hasbün-allahü ve kefâ haklarında bu kadar lutf-ı şâhânelerine vesâtat itdiğim Fotograf Abdullah Birâderleri[1] bile Ermeni mekâsidine hâdim gördüğüm günden beri yirmi beş senelik iltifâta bakmayarak terk eyledim. Dokuz aydır kendileriniñ semtine uğramadığım gibi râst geldikce selâm bile virmedim. Ben vatanımın en kıymetsiz bir avuç toprağına cânımı fedâ idenlerdenim. Vatanımdan bir kıt’anıñ iftirâkına çalışan hazele ile nasıl olur da hem-efkâr olurum. Bendeñizi böyle yürek paralayacak ef’âl ile ithâma hamiyyet ve nısfet-i şâhâneleri nasıl kâ’il olduğuna hâlâ ta’accüb itmekdeyim.

Efendimiz üç ay evvel ya’nî yirmi beş şa’bânda va’d buyurulub üç zi’l-hiccede fi’ilen tevcîhi tebşîr buyurulan bir hidmetiñ şuyû’ı akabinde böyle bir iftirâya hedef olmuşum. Kuluñuz hakkındaki lutf-ı hümâyûnlarını istirkâb eseri değil midir. Bendeñizi yüz liram olursa Avrupa’ya gidecek diye ihbâr iden şapkalı Frenk her kim ise meydâna çıksun. Eğer yüzüme karşı söyleyebilür ise bilâ-i’tirâz kabûl iderim.

Eğer efendimiziñ i’timâdları mücerred bendeleriniñ Avrupa’ya gideceği hakkında sâbit ise o i’timâdı bertaraf itmek dahi yed-i şâhânelerindedir. Bendeñizi mâddeten ve menfa’aten hângi bir hidmetle buraya rabt buyuruñuz. Dört senedir dört beş hidmete arz-ı istihkâk eyledim. Bir ikisi hakkında va’d-ı hümâyûnları da sebk itmiş iken yine incâz-ı fi’lîsi zuhûr itmedi. İnd-i hümâyûnlarında hîç bir şey’e istihkâkım olmayub da yalñız efendimize karşı fikr-i isâ’ete mâlik olduğuma mı i’tikâd buyuruluyor.

Zerre kadar samimiyyeti olmayanlara eñ mu’tenâ me’mûriyyetler tevdî’ buyuruluyor. Bendeñize ise taraf-ı hümâyûnlarından tasvîb buyrulan bir mekteb müdîrliği bile henüz mevkı’-i icrâya konmadan yine taraf-ı hümâyûnlarından istihkâkımıñ fevkinde görilüb te’hîr buyuruluyor. Sarây-ı hümâyûnları içinde, hâricde duymadık adam kalmamış iken bendeñize terzîlim revâ görülüyor.

Bendeñiz zâten o mektebi zarûretimi def’e medâr olur ve bir de sanâyî’-i nefîseye fıtraten meftûn olduğum memleketime bir hidmet idebilirim diye kabûl itmiş idim. Yoksa emsâli bendegânem mesânid-i âliyyede bulunduğu hâlde bendeñiz o kadar dûn bir hidmeti minnetle kabûl idecek derecelerde harîs-i câh değilim. Hattâ ramâzandan mukaddem kabûlünü arz eylediğim zamân mektebiñ himâye-i şâhânelerine lütfen kabûlile berâber rütbe-i âcizânemiñ terfî’ini dahi şart-ı kabûl olarak arz itmişdim. Çekmekde olduğum bâr-ı ıztırâbdan (Belge Nu. 2)

ç.

dolayı efendimizi lâakal on def’a ta’cîz ve tasdî’ itmedikce beş kuruş buyurulduğunu bilmiyorum. Ve bir yalan bir ihsân üzerine isnâd olunan bir siyeh ise yüz biñ altun mukâbilinde tahammül olunur şeylerden değildir. On bir aydır hazine-i hassa-i şâhâneden ma’âş almadım. Ve böyle me’mûriyetsiz olarak almayacağımı ise geçende de arz eyledim.

Hâsılı efendimiz kuluñuzu kendinden sâdır olmayan ef’âl ile mu’âheze buyurmayıñ. Şurasını arz ideyim tâ Londra’da bir Ermeni kaleminden çıkmış olan bir risâleyi bendeñiz tarafından yazılmış olmak üzere keşfe kendinde kudret gören dûrbînler biraz da merkez-i saltanat-ı seniyyelerine kadar intişâr itmiş olan Moskov câsûslarile Londra’da Paris’de, Marsilya’da bulunan Ermeni komitalarınıñ sevk itdikleri a’zâyı görüb de âmâl-i mel’ûnânelerini akîm bırakacak tedâbirde bulunmuş olsa velîni’metlerine dahâ ciddi bir hidmet itmiş olurlar. İ’tikâdındayım. Binâ’enaleyh kendü â’ile-i evlâd ü ayâlile meşgûl olan bir sâhib-i nâmûsa bu dürlü iftirâlarda bulunanlarıñ te’dîbini hâme-i istid’â eylerim efendim

Abd-i sâdıkları

Ebü’z-ziyâ Tevfîk”[2]

(BOA, Y..EE.. / 14-78, 29 Zilhicce 1318, 001-003 [19 Nisan 1901]) (Belge Nu. 3)

a. Kendi Kaleminden Konya’daki İlk Günleri[3]

11 Nisan sene 1900 Perşembe, gece

Konya’ya ba’de’1-gurûp [gurup sonrası] bir buçukta muvasalat eyledik [ulaştık]. Mehtâp fevkalâde berrak; istasyon epeyce cesîm [büyük] ve muntazam, geçtiğimiz yerlerde gördüklerimize kıyâsen bir büyük gar addolunabilir. Bizi zabıta hey’eti istikbâl etti [karşıladı]. Geniş yakalı, yakasına kürk kaplı bir kaput giyinmiş; ortaca boylu, merdî [mertlik] ve samimiyet tercüme eden sevimli yüzlü bir adam bize kendisini: “Vilâyet Polis Ser-komiseri Hasan bendeniz.” diye tanıttırdı. Tevakkuf [bekleme] salonuna girdik, Şâkir Ağa nâmında bir de candarma binbaşısı takdim edildi ki bu zâtı vaktiyle Mabeyn-i Hümâyûn’da çavuş kisvesiyle tanımıştım.

Zâten tanıdığım bu sima ile henüz tanıdığım Hasan Efendi[4] bana efrâd-ı zabıtaya hâs olan bürûdet [soğukluk] veyâhûd halkın onlar hakkındaki telakkileri ile nisbet kabûl etmez sûrette mûnis göründü. İkisi de terbiyeli, Hasan Efendi ise daha nezîh ve nâzik. Lisânından Rumelili olduğu anlaşılıyor. İkrâm ettiği sigara bitince Hasan Efendi: “Emrederseniz lândolar hazırdır. Vâli Paşa da teşrîfinize muntazırdırlar [şereflendirmenizi beklemektedirler]. Doğru konaklarına gideceğiz, çantalarınızı diğer araba ile misafir olacağınız zâtın hânesine gönderelim. Paşa ile mülakattan sonra birlikte gideriz” dedi.

“Taşralarda misâfirperverlik âdât-ı milliyemizden ise de vesâit-i istirâhâti istirahat vasıtaları] mebzûl [bol] olmayan zamanlardan kalma bu külfete bu zamanda hâcet yoktur. Elbette şehirde otel bulunur, ikâmetgâh tedârik edinceye kadar temizce bir otele gireriz. Kimseye bâr [yük] olmak istemem” dedim. Bana; “Burada size göre otel yoktur. Kapısından girer girmez geri dönersiniz” cevâbını verdi.

Arabalar İstanbul’da bindiğimiz arabalardan her sûretle muntazam ve nazîf [temiz]. Husûsâ [özellikle] “Viktorya” dedikleri geniş arabalardır. Demiryoluna amûd [dik] güzel bir şoseye dâhil olduk ki cihetînine [iki tarafında] ikişer sıra kavak ve söğüt fidanları gars edilmiş [dikilmiş]. Yol, ortası arabalara mahsûs. Yaya kısımlarıyla berâber yirmi altı metre arzında [eninde] geniş ve müstakim [düz] bir şose.

Zilhicce’nin -Konya için- on birinci gecesi olan bu gece “Çünkü biz İstanbul’dan 10 Zilhicce’de Salı sabahı îd-i nahr [Kurban Bayramı] namazı kılınırken çıkmıştık. Buraya çarşamba günü akşamı geldiğimiz hâlde Konya Kurban Bayramı’nı o gün yapmıştı” revnâk-ı mehtâp [mehtap parlaklığı] ile ortalık o rütbe latif, o kadar tâbnâk [parlak] ki kuvve-i bâsırası [görme duyusu] kemâlde olan bir adam rahatça gazete okuyabilir.

Yarım kilometreden sonra cephede bir karakolhâne göründü, şoseyi, sağa ve sola olarak ikiye taksîm ediyordu. Biz karakolhânenin sağ cihetine saptık. Bu kısmın solunda etrafı parmaklıklı Millet Bahçesi bulunuyor.

Şose ile karakolhâneye “Ferîdiye” nâmı verilmiş, valilerin çıkmaz sokakları bile “Hamîdiye” tevsîm eyledikleri [adlandırdıkları] bir zamanda Ferîd Paşa’nın bu koca cadde ile karakolhâneyi nâmına nisbet etmesi gerçekten büyük bir cesaret!

Sağda solda câbecâ [yer yer] haymî [çadır biçimli] künbetler görünüyordu. Bunların âl-i Selçuk [Selçuk oğulları] bakiyyâtından olduğunu tarz-ı mi’mârîlerinden anladım.

Büyücek bir çöl hükmünde olan Konya’nın ortasında bu künbetlerin gece görünüşleri Mısır ihramlarını temsil ediyor.

Her taraf kerpiç, her yer yıkık duvarlardan, toprak yığınlarından ibaret. Sanki büyük bir muharebe olmuş, şehir topa tutulmuş da büyût [evler] ve emâkin [mekânlar] tahrip edilmiş.

Araba birçok sokaklardan geçerek yirmi dakika sonra meydanımsı bir yerde, iki fener muallâk [asılı] bulunan bir kapının önünde tevakkuf etti [durdu]. Ufak bir bahçeye, sonra dört beş adımlık bir mesafede sağ cihetteki kapıdan dâhil-i binâya girdik. Pek fena yapılmış bir mesken. Dar bir merdivenden ufak bir sofaya çıktık; ufak bir odaya girdik. Ferîd Paşa mağmûm [kederli] bir simâ ile kıyâm ve istikbâl eyledi [ayakta karşıladı]. Vechindeki [yüzündeki] renk-i te’essür ca’lî [yapmacık] değildi. Ben onu başka sûretle, hiç değilse lakayt bir tavırda görürüm zannında idim. Sevkimize me’mûr olan komiserin avdetinden sonra te’essürâtını lisânen dahi beyân ederek, misâfir olacağımız mahalde kat’â [asla] sıkılmaksızın istirâhât etmemizi ifâde ve yarın öğle taâmına [yemeğine] gelmemizi rica eyledi. Biz de veda edip gittik.

12 Nisan Perşembe

Pek çok uyumuşum. Misâfir olduğumuz hânenin harem ciheti kâmilen [tamamen] bize tahsîs edilmiş. Yataklarımız büyük bir odaya yayılmış. Bir sükûn-ı hâmûşâne [mezarlık sessizliği] temsîl eden bu memlekette ilk hâbgâhımız [yatak odamız] hâne-i ferdânın [gelecekteki evin] menzil-i evveli [ilk konağı], bir mezâr-ı istirâhât kadar ta’b-güzâr oldu [yorgunluğumuzu geçirdi]. Vücûdumda bir hafiflik, bununla berâber yine isti’dâd-ı nevm [uyuma arzusu] var.

Talha giyinip dışarıya çıkmıştı. Acaba kahvemi kimden istesem? Röbduşambırı arkama alarak odadan çıktım. Zenci bir hizmetkâr sofada îstâde-i emr idi [emre hazırdı]. “Oğlum bana şekersiz bir kahve getir!” dedim. Şekersiz kaydına lüzûm hissettim. Çünkü Eskişehir’deki otelde “Sade kahve” dediğim hâlde “Yalnız kahve” mefhûmu istifhâm etmişlerdi [anlamışlardı]. Yüzümü gözümü yıkadım. Gelip minderin köşesine, pencerenin önüne oturdum.

Zenci kahvemi getirdi.

“İsmin nedir?”

“Tevfîk.”

“Yâ, adaş imişiz! Sen burada mı doğdun?”

“Hayır efendim Giritliyim. Muhâcir olduk.”

“Rumca bilirsin değil mi?”

“Türkçeden ziyâde.”

“Oğlum dışarı mı çıktı?”

“Hâriciyede Şükrü Efendi ile oturuyorlar.” “Konya’da harem dâiresi mukâbiline hâriciye tesmiye ederler [adlandırırlar] ve ekser hânelerde de harem kısmından hâriç bulunur. Bu cihetle havluya açılan sokak kapılarına umûmun girip çıkması i’tibâriyle “cümle kapısı” derler. Ve bu cümle kapısından dâhil olunca harem cihetine ayrı kapıdan girilir. Büyük hânelerin kâffesinde [hepsinde] böyledir.”

Zenci Tevfîk fincanı alıp odadan çıktıktan sonra ben de kafesin ardından karşı cihetteki evleri temâşâya başladım. İnce ince yağmur düşüyor. Gece mehtâbın nazar-firîb olan [göz aldatan] tâbişi [parlayışı], bu evlerin renk-i kasvet-medârını [iç daraltan rengini] biraz ta’dîl etmişti [değiştirmişti]. Bu sabahki yağmurlu hava vahşetini ihfâ edemiyor [saklamıyor], daha muvahhiş [ürkütücü] ve müstekreh [iğrenç] bir hâle tahvil ediyor [çeviriyor].

Duvarlarda yağmurun te’sîriyle, Kemâl’in dediği gibi yeni mezarlara, eski tabutlara yakışacak kadar hâil [korkunç] ve siyâha mâil bir levn-i kasvet-medâra [iç daraltan renge] bürünüyordu.

Evlerin sakfları [damları] kâmilen toprakla örtülmüş birer sath-ı müstevî [düz satıh]. Cabecâ [yer yer] hârice uzatılmış tahta oluklardan sapsarı bir çamur akıyor. Görülen hakîr külbelere [kulübelere] nisbetle misâfir olduğum hâne bir kâşâne-i muhteşem [muhteşem bir köşk] addolunabilir. Biraz ötede minâresi bülent [ulu] ve metîn [sağlam] bir câmi görünüyor. Tarz-ı inşâsına nazaran İstanbul mi’mârlarının eydî-i mahâretiyle [becerikli elleriyle] binâ olunmuş. Bunun daha ilerisinde yeşil çini ile terkîp olunmuş mahrûtî [konik] bir kule görülüyordu. Bu aralık içeri giren zenci Tevfîk’ten yeşil kulenin ne olduğunu suâl ettim. “Mevlânâ’nın türbesi” dedi. Meğer “Kubbe-i Hadrâ” [yeşil kubbe] bu imiş! Hâlbuki kubbe, nısf [yarım] küre şeklinde olan yuvarlak sakflara [çatılara] alem olmasına nazaran buna “Kule-i Hadrâ” ıtlakı [denmesi] şâyeste idi [yaraşırdı].

Biraz sonra Talha geldi. Birlikte Vâli Paşa’nın ikâmetgâhına gitmek üzere sokağa çıktık. Sâhib-i hâne Hacı Ali Efendi bize refâkat ve delâlet [kılavuzluk] ediyor. Evin köşesini dolaşınca biraz evvel gördüğüm minâre ile camiin meydânında bulunduk. Câmi Selîm-i Evvel’in [Birinci Selim’in] imiş. Aynıyla İstanbul’daki câmiine benziyordu. O anda pîş-i müfekkirede [zihnime düşen] bânî-i muazzamanın [ulu yaptırıcısının] mehâbet [heybeti] ve şehâmeti [bahadırlığı] tecellî ettiği gibi hâfızayı tezyîn eden [süsleyen] neşîde-i Hamid’in [Abdülhak Hamit’in şiiri]:

“O denli sâde ki; hürriyeti kılar teşkîl

O rütbe sâde ki; ulviyyete verir zînet”

beyti de gûyâ ki bu ma’bed-ı âlî [yüce mabet] için söylenmişti.

Hâne-i vâliye gidinceye kadar geçtiğimiz sokaklar, İstanbul’un esvâkına [sokaklarına] nisbetle hem geniş hem daha temiz. Fakat oluklardan akan sarı sulardan tahaffuz [korunmak] müşkil. Büyük caddelerden sapılan aralık sokaklar ale’l-umûm [genellikle] iki taraşı duvar ve kapılardan ibaret. Sokak üzerine ev yok gibi. Buralardaki evler tahtanî [tek katlı] binalardan ibaret. Pencerelere umûmen havlu makamındaki bahçeciklere nâzırmış. Refîkimiz bu binâ hava almazsa da yazın serin ve kışın sıcak olduğunu söyledi.

Vali Paşa’nın konağı züvvâr ile [ziyaretçilerle] dolmuştu. Meğer îd-i dahiyye [Kurban Bayramı] günü kimse gelmezmiş. Defterdâr, mektupçu, nâip ve müftü gibi erkân-ı hükümet diz çöküp oturmuşlar. Sandalîlerde [iskemlelerde] de diğer bâzı zevât oturuyordu. Telgrafhâne fabrikası müdürü Ferîd Bey “Elyevm [şimdi] Meskûkat-ı Şâhâne [Darphane] Müdürü” ile Mi’mâr Kemâlettin Bey’leri de miyân-ı huzzârda [hazır bulunanlar arasında] görünce hayrette kaldım. Acaba bunlar da mı İstanbul’dan ib’âd olundular [uzaklaştırıldılar], dedim. Meğer bayram ta’tîlinden istifâde için bir gün evvel gelmişlermiş. Birçok ulemâ ve ta’bîr-i sahîh [doğru ifadesiyle] ile ziyy-i ulemâ [ulema görünüşlüler] da birçok... tebrîk edip çıkıyordu. Huzzârdan Müftü Efendiden ma’dâsını [başkasını] Paşa öğle ta’âmına alıkoymuş olduğundan, birlikte sofraya oturuldu. Bu ana kadar görmediğim bir yemek geldi. Paşa: “Konya’ya mahsûs “truf”tur. “Domalan” derler; ziyâde alınız pek lezîzdir” dedi. Fakat truffe ile bunun arasında medeniyetle bedevîyet kadar fark var. Bir şeyin adına truffe demekle truffe olması lâzım gelirse biz de kendimizi tekâmül-i medeniyeti hâiz demekle bahtiyâr addetmeliyiz.

Yemek odasında bir “guguklu” saat vardı. Paşa’nın domalana “truffe” dediği anda “çın guguk” diye tanîn-endâz [çınlayan] olması o kadar mevkiinde vâki oldu ki belki bu saatlerin ihdâsından [ortaya çıkmasından] beri böyle bir iddikâk-ı ma’nîdârda bulunanı görülmemiştir.

Bu saat Almanya sefîri “Baron Marschall”ın “Schwarzwald-Kara Orman” ma’mûlâtından bir yâdigâr-ı dostânesi imiş.[5]

14 Nisan Cumartesi

Türbe-i Celâleddîn-i Rumî’yi ve konağında Mollaoğlu’nu ziyaret:[6]

Misafir olduğunuz mahalde öğle yemeğini yedikten sonra Hükümet Konağı’na giderek Komiser Hasan Efendi’ye iâde-i ziyâret etmek istedim.

Hükümet Konağı kırk ile elli metre arz [genişlik] ve tûlünde [uzunluğunda] bir meydana nâzır. Hâricen görünüşü oldukça muntazam ve muhteşem bir bina. Bunu İngiliz Saîd Paşa merhûm vâliliğinde yaptırmış, planını, resmini bizzat çizmiş. Hattâ mi’mârlığını, inşaât nâzırlığını bile kendi etmiş. Pakat itmâmı [tamamlanması] kuvve-i karîbeye geldiği [yaklaştığı] bir zamanda infisâl eylemiş [ayrılmış]. Nevâkısı [noksanları] halefi tarafından ikmâl olunmuş. Bu sebeple birinci katın tavanları, duvarları boyasız kalmış. Ondan sonra gelen vâliler de hiç bakmamış. Bu gün muhtâç olduğu meremmet [onarım] lâyıkıyla ifâ edilmek ve tarsîn [kuvvetlendirme] ü tahkimine [sağlamlaştırılmasına] himmet olunmak lâzım gelse lâ-akal [en az] üç dört bin lira sarf edilmelidir. Böyle bir masrafa konak hiç olmazsa otuz kırk sene tezyîd-i hayât etmiş [uzatılmış] olur. Ve illâ on sene sonra indirâsı [yok olması] muhakkaktır.

Meydanın ortasına da hiç lüzumu yok iken Âkif Paşa bir şadırvan ikâme etmiş; meydan bu sebeple letâfetini gâip eylemiş.

Konağın zeminine beş altı basamaklı bir taş merdivenle çıkılır ki Meclis-i Vilâyet Odası’nı tutan dört muazzam sütûn bu merdivenin nihâyet bulduğu satıh üzerinde kâimdir. Bu satıh iki buçuk metre arzında ve altı yedi metre tûlündedir ki vasatında Bâb-ı Hükümet bulunur. Bu kapıdan atılacak hatve [adım] ile terbî’an [kare biçiminde] yedi metre bir aralığa duhûl edilir [girilir]. Tekrar bir kapı gelir. Ve cânibînindeki [yanındaki] ahşap merdivenlerle birinci kata çıkılır. Bu kapının karşısında diğer bir kapı daha vardır ki iç avluya girilir. Bu avlu binanın cihât-ı erba’asıyla [dört tarafıyla] mütesâviyen [eşit olarak] müteşekkildir ve üzeri açıktır. Saîd Paşa merhum bu açıklığı demirden müteşekkil camlı bir çatı ile setr edecek [örtecek] ve zeminine taş döşetecek imiş.

Komiserin odası avluya duhûl itibârıyla sağdaki merdivenin müntehâsında [sonunda] olduğunu aşağıda haber verdiler. Merdivenler ile birinci katın sathı o kadar berbat, o kadar kirli bir renk almış ki insan ne rütbe süflî-mizâc [alçak karakterli] yaratılmış olsa yine her hatve ve her nazarda istikrâhtan [tiksinmekten] kendini alamaz.

Yırtık ve yamalı bir paçavradan ibâret olan kapı perdesini üstüme sürünmemesi için şemsiyenin ucuyla alarga ederek kapıyı açtım. Komiser namazda idi. Bir polis de odanın içindeki bölmede deftere, akşamki trenden çıkmış yolcuların tezkerelerini kaydediyordu.

Pencerenin önünde, komiserin makâmına muvâcih bulunan [bakan] koltuklu sandalyeye oturdum. Kayıt işiyle meşgul olan polis tahminen elli yaşlarında, fakat sinninden [yaşından] ihtiyâr görünür bir adam idi. Müstağrak olduğu [battığı] fakr ü hirmân [yoksulluk ve yoksunluk] âdetâ çehresine irtisâm etmiş [izi düşmüş] bir hâlde idi. İşine o kadar vakf-ı nefs etmiş [kendini vakfetmiş]; yâhûd o kadar meskenet-me’âb idi [miskinliğini koruyordu] ki ne benim içeriye girdiğimi gördü; ne de geçip oturduğumu!

Oda oldukça berbât, lüzûmundan fazla rûh-güzâr [can sıkıcı], mümkün olduğu kadar sefâlet-nümâ [sefalet gösteren], hâsılı ne kadar mehâsin [güzellikler] varsa cümlesinden ârî [sıyrılmış], ne kadar me’âyib-i mutasavver [tasarlanmış kusurlar var] ise cümlesini hâvîdir.

Mükerrem zât namazın son sünnetini târ-ı edâ etti. Gâlibâ tahiyyâtta iken odanın cihât-ı sittesini [altı yönünü] nezzâreye vuruşumun [seyredişimin] farkına varmış olmalı ki ba’de’s-selâm [selam sonrası] duâyı edip de seccâdeden kalkar kalkmaz: “Odamızın hâline ne kadar hayret etseniz azdır. Vâli Paşa hazretleri dört defadır Nezâret’e iş’âr ve te’kîd ettiği [birçok kez yazıyla bildirdiği] hâlde bin beş yüz kuruştan ibâret mesârif-i tefrîşiyeye [döşeme masraflarına] cevâb-ı muvâfakat gelmedi. İşte yâr ü ağyâra [düşmana] karşı böyle sefalet içinde yüzmekteyiz.”

Ben, hafif bir tebessümle iktifâ ettim. Yalnız: “Zabtiye Nezâreti’ndeki müteferrika [görevli] komiserinin odasına nispetle yine muntazam denebilir” dedim.

Dede isminde bir kahveciye sâde bir kahve ısmarladı. Kahve cidden güzel pişirilmişti. Biraz musâhabetten [sohbetten] sonra: “Bana delâlet ederseniz türbeyi görmek, Mollaoğlu ile de görüşmek isterim” dedim. Ve müte’âkiben: “İsterseniz bir kerre vâliden istîzân ediniz [izin isteyiniz]. Belki Mollaoğlu’yla mülâkî olmamda [görüşmemde] her üç taraf için mahzûr-ı mülâhaza ederler” sözünü de ilâveten îrâd ettim. Cevâben: “Hayır görüşmeniz için hiçbir mahzûr yoktur. Mu’ârefe [tanışma] hâsıl olduktan sonra da ne vakit arzu ederseniz ziyâret edebilirsiniz. Sizin için Nezâret’in mektubundan serbestînizi [serbestliğinizi] takyîd edecek [bağlayacak] sûrette bir emir yok.”

Gülerek: “Hasan muhâfazamızda tavsiye olunmuyor mu?” dedim. Kendisi de gülerek: “O!... O hususta şimdiden vaîd ile [cezalandırılmakla] tehdîd olunuyoruz” dedi.

“Hayvanlar!...” dedim.

Bir lândoya binerek türbeye gittik. Türbeye Sultan Selim Câmii’nin hazîresi dâhilinde bir kapıdan giriliyor. Sultan Selimin, câmii türbenin cidârına iki metre fâsıla ile binâ etmiş olmasına ta’accüp ettim. O kadar vâsi’ [geniş] bir yerde câmii türbeye bitiştirircesine takrîb edişi [yaklaştırışı], bu pâdişâhın hâssa-i dûr-endîşîdeki [uzağı görme duyusundaki] kemâline bir şâhit-i mütehaccir [taşlaşmış bir tanık] addolunsa şâyestedir.

Kapıdan girilince sağ ve sol cihetleri dervîşânın hücreleri teşkîl ediyor. Sağ tarafta baştaki hücre aşçı dedenin, zîrâ matbah da o cihette. Sol tarafta baştaki hücre de türbedâr dedeye mahsûs. Biz sola saptık. Beş metre murabba’ında [eninde ve boyunda] cihât-ı selâsesi [üç tarafı] parmaklıklı bir bahçeye nâzır olan hücrenin camekânına girdik. Haylice müsinn [yaşlı] olan Dede Efendi kıyâm etti [ayağa kalktı]. Biz de “Révérence”ın Mevlevîlere mahsûs olan tarzını taklîden bir “baş kestik”. Dede ümmî, fakat sevimli ve hâtır-nevâzâne [gönül okşayıcı] idâre-i lisâna kâdir bir zât. Gayet latîf, gayet tahâret-perver [temiz], her şeyi, esâs ü [ve] mefrûşâtı bile sâde ve temiz. Kim olduğumu Komiser haber vermeden bana “Cenâb-ı Pîr’e olan muhabbetiniz sizi buraya sevk etti. Bunda büyük bir feyz-i ma’nevî muhakkaktır. İki sene mukaddem [önce] istînâf reîsi Esâd Efendi’ye olan mektûb-ı mevzûnunuzda [vezinli mektubunuzda] Hazret-i Pîr hakkındaki tahiyyâtınızı [selam ve dualarınızı] okumuştum. İşte temennîniz sûret buldu. Sonu da inşâallah hayırdır” dedi.

“Şüphe yok! Cenâb-ı Nâzım-ı Mesnevî, hükümdâr-ı kişver-i manevîdir [mana âleminin sultanıdır]. Bizleri havze-i hükûmet-i ma’nevîyelerinde [mana hükümeti beldesinde] her türlü gavâil-i şer ü şûrdan [kötülük ve kavga gailelerinden] masûn bulunduracaklarından [koruyacaklarından] zâten mutmainim” dedim. Tam dervişçe olan bu sözlerimden Dede Efendi pek münbasıt oldu [neşelendi].

Dede Efendi’nin: “Yemen kahvesi sever misiniz?” sualine “Hayır! Ekşimsi olduğıyçün hoşlanmam” cevâbını verdim. Bunun üzerine: “Derviş Hüseyin! Bana İzmir’den gelen kahveden pişir!” emrini verdi. Hakîkaten Dede Efendi kahvenin de âlâsını içiyor. Kahve içilinceye kadar bâzı âfâkî musâhabette bulunuldu. Çelebi Efendi’nin dâirelerinde bulunup bulunmadıklarını sordum. “Konaktalardır, teşrîf edecekseniz adam gönderip sorduralım. Belki ‘vahdet’te [inzivada] iseler oraya kadar zahmet edilmemiş olur” dedikten sonra, Derviş Hüseyin’i gönderdi. Ve tekrâr: “Haber gelinceye kadar Hazret-i Pîr’i ziyaret edersiniz” demesiyle “Ayakkaplarım potinden ibarettir. İnşâallah başka vakit geliriz” dedim ise de “Türbe’de züvvâra mahsûs terlikler vardır. Girseniz” dedi. Ve kalkıp önümüze düştü.

Türbe-i Mevlânâ’nın kapıları gümüş levhalarla kaplıdır. Mermer döşemeli ve mermer şebîkeli [parmaklıklı] bir sahanlıkta birinci kapı bulunuyor. İç tarafta da ikinci kapı vardır. Türbe tûlânî [uzunlamasına] bir binâdır ki sakfı revâktan müteşekkil ve vasatında [ortasında] hâricen Kûle-i Hadrâ’nın bulunduğu yerde bir kubbe görünüyor. Türbede doğrudan doğruya nesl-i Mevlânâ’dan gelen post-nişîn çelebiler ile evlâd-ı zükûr ve inâs [oğlan ve kızlarından evlatları] medfûndur. Sultânü’l-ulemâ’nın merkadi de sandûka-i Mevlânâ’nın arka tarafındadır. Bu tûlânî türbe ile muvâzî [paralel] ve bildiğimiz yolda fakat yekdiğerine mülâsık [bitişik] üç kubbeyi hâvî olan kısım, mescittir ki Fâtih vüzerâsından meşhûr Gedik Ahmet Paşa’nın binâ-gerdesidir [yaptırdığıdır]. Mescidi türbeden iki buçuk metre irtifâında bir bölme ayırmıştır. Kubbe-i Hadrâ’nın mesnetleri makâmındaki esâtîn [sütunlar] bir buçuk metre kutrunda olarak gerek bunlar ve gerek revâk-ı türbe Arap üslûbunda nukûş [nakışlar] ile müzeyyen [süslü] ve müzehheptir [yaldızlıdır]. Sütûndan sütûna rabt edilmiş ufkî [yatay] demirlere mu’allak kandillerin bâzıları fevkalâde kıymetdâr ma’mûlât-ı züccâciye-i mülevvenedendir [rengârenk camdan imal edilmiştir]. Hele birkaç tanesi “Sârâ-zen”ler[7] zamanına âit ma’mûlâttan olmağla takdîr-i kıymette âsâr-ı atîka mütehassısları bile beyân-ı acz etmektedirler.

Meşâhîrden [meşhurlardan] İngiliz arkeolog Mister Ramsay: “Eğer satılacak olsa “British Museum” hesâbına beherine üçer bin lira verirdim” demiştir.

Türbenin sathı kıymetdâr kalîçeler [küçük halılar], seccâdelerle mefrûştur. Belh’ten hîn-i hicretinde [hicreti zamanında] Sultânü’l-ulemâ’nın birlikte getirmiş olduğu kâr-ı kadîm [eski zaman işi] bir seccade dahi müzelerce mahsûd olan [kıskanılan] âsâr-ı nâdiredendir [nadir eserlerdendir].

Türbenin cidârlarında [duvarlarında] bazı kelimât-ı müteberrike [mübarek sözler] menkûş [nakşedilmiş] ise de hat ve resim nokta-i nazarından hiçbir ehemmiyeti hâiz değildir. Merkad-i Mevlânâ’nın kâin olduğu mahal, zeminden bir metre kadar mürtefi’ [yüksek] bir settir. Buna üzerleri gümüş kaplanmış iki kademe ile çıkılıyor. Türbedâr Dede bir huzû’-ı hâşi’âne [huşu içinde tevazu] ile diz çökerek bu kademeyi telsîm eyledi [öptü]. Ve sonra gerisi geriye giderek hâşi’ân ve kâimen [ayakta] teveccühte bulundu.

Dede Efendi o hâlde iken biz de etrafı ve şâyân-ı temâşâ âsârı seyrediyorduk. Türbedâr duâsını itmâmdan sonra gerisi geriye kapıya kadar gitti ve baş keserek çıktı. Kapının sağ cihette meşhur “پرپور” [Perpor?] Fabrikası’ndan çıkma bir kubûr [muhafazalı] saat mevzû’dur ki Selîm-i Sâlis [Üçüncü Selim] tarafından ihdâ [hediye] edilmiştir.

Türbe kapısından çıkınca bir az evvel Çelebi Efendi’ye giden Dervîş Hüseyin’i bize muntazır bulduk. “Aziz efendimiz hâriciyede oturuyorlar”[8] diyerek ve âdet-i Mevlevîyân üzere baş eğerek çekildi. Biz de Dede Efendi’ye vedâ ile Mollaoğlu Konağı’na müteveccihen türbenin şimâl tarafındaki kapısından çıktık. Kapıdan çıkar çıkmaz sol tarafta tarz-ı tedrîs-i kadîmi [eski usul eğitimi] muhafaza etmiş bir sıbyân mektebi bulunuyor. Çocuklar âvâz-ı bülend [yüksek ses] ile hece-yi ma’hûdu [malum heceyi] tekrarlıyorlardı.

Mollaoğlu’nun konağı türbeden iki yüz hatve mesâfede vâki’ ve İstanbul’un eski vüzerâ konakları tarzındadır. Büyük bir kapıdan vâsi’ bir avluya girilir. Konak bir katlıdır. Geniş bir merdiven ile büyücek bir dîvânhâneye çıkılır. Bizi külâhlı bir zât istikbâl ederek dîvanhânenin sol tarafında bir kapıyı irâe etti [gösterdi]. Zeytûnî bir kalîçe ferş olunmuş büyücek bir odaya dâhil olduk ki pencerelerin ön tarafı boydan boya bir minderi hâvî idi. Çelebi Efendi minderin sağında müttekâları[9] mavun ağacından masnû’ [sanatlı] arîz [geniş] bir serîrde [tahtta] oturuyordu. Bizi görünce kıyâm, üç ile dört hatve mesâfeden istikbâl etti.

Azîmü’1-cüsse [iri cüsseli], bülend-kâmet [uzun boylu], sîmâsında mehâbet-i ulviye [ulvi bir heybet] müncelî [parlak] ve gâyet hafîfü’r-rûh [insanı rahatlatıcı] ve latîf-rû [güzel yüzlü] olan bu zât, bir câzibe-i hâriku’l-âde ile mütehallî [donanmış] idi ki vehle-i nazarda [ilk bakışta] insana ilkâ-yı hürmet [saygı ilham] ediyordu. Musâfaha etmek üzere iki elini birden uzattı. Ve gûyâ bir seyyâle-i hubb ü dâd [bağış ve güzellik etkisi] cereyân ettirmek istiyormuş gibi samîmiyete delâlet eden bir şiddetle ellerimi sıktı. Ben de bi’l-mukâbele fart-ı hürmetle [aşırı saygıyla] ellerini öptüm. Bu eller, muhâfaza-i tarâvetine [körpeliğini korumaya] en ziyâde hasr-ı i’tinâ [özen gösteren] eden nisvân-ı ekâbir [yaşlı kadn] elleri kadar güzel ve binâen’aleyh sâhibinin cidden hâiz-i asâlet ve necâbet olduğu tenâsüb-i enâmilinden [parmaklarının birbirine uyuşundan] müstedill [belli] idi.

Minderin ön tarafına sandalîye oturur vaz’da iliştim. Ba’de’t-terhıbât [hâl-hatır sormadan sonra]: Muvâcehesinde [karşısında] kâid [oturmuş] olan sikkeli bir zâtı irâe ile “Tarikatçı Efendi” dâîniz [duacınız], dedi. Beni de ismimle ona bildirdi. Sonra bana teveccühle:

“Hiç müteessir olmayın beyefendi! Hazret-i Pîr, pîr-i üdebâdır [ediplerin piridir]. Bu cihetle ashâb-ı edeb ü irfânı kurb-i dânişine [bilgisi yakınına] cezb ü cem’ eder. Kat’â iştibâh [şüphe] buyurmayın ki İstanbul’dan tebâüdünüz [uzaklaşmanız] hakkınızda hayr-ı mahzdır [sırf hayırdır]. Cenâb-ı Pîr Mesnevî’de:

“Tış-cân ez şîr şeytân bâz-kun

Ba’d ez-âneş bâ-melek enbâz-kun”

buyuruyorlar. Sizin artık o şeyâtin [şeytanlar] ile alâkanız münkatı’ oldu (kesildi]; bundan sonra hem-deminiz [arkadaşlarınız] urefâ-yı kudsiyândır [kutlu ariflerdir]” dediler.

Çelebi Efendi’nin yalnız meslek ü saffetine değil irfân ü fetânetine [kavrayışına] de tercüman olan şu tesliyet-âmîz [teselli ile karışık] sözlerinden, bâ-husûs Mesnevî’den hâle münâsip bir beyit ile te’yîd-i müddeâ etmelerinden [iddialarını sağlamlaştırmalarından] fevka’l-gâye münferih oldum [rahatladım]. Müşârü’n-ileyh [adı geçen], refîkim olan Komiser Hasan Efendi hakkında da hüsn-i şahâdette bulundu. Yarım saat kadar musâhabetten sonra tekrar o güzel elleri seve seve öperek vedâ’ eyledim.

***

Çelebi Efendi’nin konağından çıkıp da misâfir olduğumuz eve geldiğim dakîkada idi ki Vâli Paşa’nın çavuşlarından biri nâmıma muharrer [yazılı] bir zarf getirdi. Ve açınca Mâbeyn Başkâtibi’nin şu telgrafı zuhûr etti:

“Ebüzziyâ Tevfik Bey me’mûrîn-i devletten olduğu ve matbaacılıkla me’muriyet-i devletin te’lifi nezd-i hümâyûnda münâsip görülmediği cihetle ehl-i vukûf tarafından takdîr olunan altı yüz elli lira bedel ile matbaasının Hazîne-i Hassa-i Şâhâne’den iştirâsı [satın alınması] matlûb-ı âli olduğundan kendisine teblîğiyle muvâfakatinin istihsâl ve iş’ârı.”

 

Cevabım

1 Nisan Rûmî târîhli telgrafnâmeyi Vâli paşa aynen teblîğ eyledi. Matbaamın hâvî olduğu edevâtın kıymet-i hakîkiyesi, matbaadaki mevcut faturalar nâtık olduğu [bildirdiği] üzere üç bin liraya karîptir. Binâenaleyh ehl-i vukûf denilen eşhâs kimler ise ya kasden ketm-i hakîkat [gerçeği gizleme] veyâhûd an-cehlin takdîr-i kıymet etmiş olmalarında iştibâh yoktur. Cidden mübâya’ası [satın alınması] matlûb ise faturaların nazar-ı itibâra alınması lâzım gelir.

Ebüzziyâ Tevfik

 

Bu cevâbın ya aynen benim tarafımdan çekilmesini veyâhûd kendi telgrafnâmesine mezcedilmesini [katılmasını] leff eylediğim [eklediğim] pusula ile Ferîd Paşa’dan ricâ eyledim.” (Akgün 1987: 172-183)

b. Ebüzziya Tevfik’in Konya’daki Geçim Sıkıntısı

Konya’ya gelmeden önce devletten iki maaş alacağı bulunan Ebüzziya Tevfik Bey, Konya’da geçirdiği bir aylık sürede de maaş alamamıştır. Mevcut parasının da tükenmesi üzerine Konya Valiliğine aşağıda sureti aktarılan dilekçeyle başvurur (Dilekçe metni günümüz Türkçesine aktarılmıştır):

“Dilekçe Suretidir

 

Acizane buraya [Konya’ya] geldiğimde para varlığım olan yüz küsur liranın yarısı ev kirası ve ev eşyası alınması gibi zaruri ihtiyaçların tedarikine harcanmış, kalanı ile de bugüne kadar geçinilebilmiştir. Evvelce mabeyn-i hümayun başkâtipliğine yazdığım dilekçemle de bildirdiğim gibi geçen seneden ocak ve şubat aylarının -bordroları mevcut olarak- gerek oradan gerekse havale ile buradan ödenmesi yüksek olurlarına bağlı olduğu ve bir de Şura-yı Devlet üyeliğinden azledilmeme dair resmî ve gayriresmî bir haber olmamasına nazaran hâlen anılan memuriyete sahip olduğuma itimat gerektiği gibi buraya yollanmam hakkındaki yüce buyruğu tebliğ eden Çerkez Mehmet Paşa’nın maaşıma zarar gelmeyeceğini ve burada bulundukça ay ay alacağımı padişah hazretlerinin buyrukları cümlesinden olmak üzere özel bir biçimde müjdelemiş olması da başkaca güvenç sebebi olmuştu. Şu durumda nisan ve mayıs ay[lar]ı maaşlarını almaya hak kazanıldığından bordroları düzenlettirilmek üzere gereken belgeleri onaylanmak ve içişleri muhasebesine gönderilmek üzere yüce sadrazamlık makamına sunulmak üzere gönderilmiştir. Yüce makamın malumu olduğu üzere bizim burada, küçük oğlumla annesinin orada [İstanbul’da] geçimimiz, diğer geçim kaynaklarımızın terkedilmesinden dolayı şimdiki durumda bu maaşla sınırlı olduğundan lütfen, gerek ödenmemiş maaşlar ve gerek bu seneden işlemiş ve işleyecek olanlar hakkında gereken emirlerin sağlanmasına aracı olunmasını istirham eylerim. Bu konuda emir ve ferman emir sahibi hazretlerinindir. Konya, Mayıs 1900

Ebüzziya Tevfik”

(BOA, Y..A...HUS. / 407-121-003_001, 29 Safer 1318) (Belge Nu. 4)

Konya Valiliği Ebüzziya Tevfik Bey’in maaşlarının ödenmesine dair dileğini Dâhiliye Nezaretine (BOA, Y..A...HUS. / 407-121-004_001) (Belge Nu. 5), Dâhiliye Nezareti Sadrazamlığa (BOA, Y..A...HUS. / 407-121-002_001) (Belge Nu. 6), Sadrazamlık da padişahın özel kalemine iletir (BOA, Y..A...HUS. / 407-121-001-001) (Belge Nu. 7). Osmanlı Arşivi’nde aynı konuda başka bir belge mevcut bulunmadığı için Ebüzziya Tevfik dileğine kavuşmuş olmalıdır. Lakin başka kaynakların aktardığı bilgilere nazaran Ebüzziya’nın geçim darlığı devam ettiğinden Konya’da halıcılık gibi başka geçim kaynağı arayışları olmuştur.

c. Beklenmedik Bir İftira

Konya’ya gelişinin üçüncü ayında Dâhiliye Nezaretinden Konya Valiliğine gönderilen 12 Temmuz 1900 tarihli bir yazı Ebüzziya Tevfik hakkında yakışıksız bir şikâyeti dillendirmektedir. Şikâyetin kaynağı Yunan sefaretidir. Yunan sefareti yazılı şikâyetini Hariciye Nezaretine sunmuş, Hariciye Nezareti gereğini Dâhiliye Nezaretine, bu nezaret de Konya Valiliğine havale etmiştir. Şikâyet konusu Ebüzziya Tevfik Bey’in, hizmetkârı Kostantina adlı Yunan kadınını din değiştirmeye zorlamasıdır. Mezkûr sefaret aynı zamanda Yunan kadınının İstanbul’a gönderilmesini istemektedir (BOA, DH.MKT. / 2378-16, 25 Rebiyülevvel 1318 [23 Temmuz 1900]). (Belge Nu. 8)

Konya Valiliği duruma hemen el koyarak Yunan kadın Kostantina’yı sorguya alır. Kadın sorgusunda; üç ay önce Ebüzziya Tevfik Bey’in hanımıyla birlikte Konya’ya geldiğini, bir ay kadar sonra da bunların hizmetinden ayrılarak yeterli bir maaş ile elli beş gündür Yüzbaşı Mahmut Bey’in hanesinde hizmetçilik yaptığını, Tevfik Bey’in hanesinde çalıştığı süre içinde din değiştirmesi için hiçbir baskıya maruz kalmadığını, Konya’ya gelirken İstanbul’daki akrabasına haber vermediğini, akrabası da kendisini hükümet aracılığıyla bedavaya İstanbul’a aldırtmak için bu yalan beyanla Yunan sefaretine başvurduğunu belirtir. Bunun üzerine Konya Valiliği mezkûr kadının ifadelerini ve olayın asılsızlığına dair kendi kanaatini havi yazıyı Dâhiliye Nezaretine gönderir (BOA, HR.TH.. / 246-27, 30 Ağustos 1900 [4 Cemaziyelevvel 1318]). (Belge Nu. 9)

Dâhiliye Nezaretinin de Konya Valiliğinin yaptığı soruşturma sonucuna göre Ebüzziya Tevfik’in hizmetçisi Kostantina’ya din değiştirmesi zorlamasının yalan bir beyan olduğunu, bu sonuçtan Yunan sefaretinin de bilgilendirilmesi dileğini önce telgraf ardından resmî yazıyla Hariciye Nezaretine bildirmesiyle Ebüzziya Tevfik aklanır ve konu kapanır (BOA, DH.MKT. / 2378-16, 25 Rebiyülevvel 1318 [23 Temmuz 1900]). (Belge Nu. 10, 11)

ç. Halıcılığı

Ebüzziya Tevfik, geçimine katkı sağlamak üzere Konya’da halıcı dokumacılığına el atıp, yanı sıra halı ticareti yapmaya karar verir. Bu sayede Selçuklu halılarının ihyasını da sağlamış olacaktır.

Konya’da, desenleri ile, kûfî yazıları ile, geleneksel Selçuklu halıcılığını 20. yüzyıl başında canlandıran Ebüzziya Tevfik, devrinin edip, gazeteci, yayıncı, matbaacı, siyaset adamı olarak tanınmış çok yönlü bir şahsiyeti olduğu gibi aynı zamanda, devrinin en kudretli kûfî hat ve kendi tabiri ile “Türkî” dediği arabesk (Rumi) tezyinatın üstadıdır da. Oğlu Talha Bey, Galatasaray Sultanîsinin son sınıfında iken siyasi faaliyette bulunmak ithamıyla babasıyla beraber sürgüne yollanmış, kûfî yazı ve arabesk bezemelerde başarılı, teknik konularda bilgili ve icat gücü kuvvetli olan 20 yaşında bir gençtir (Ebüzziya 1985: 465-466). Bu sıralarda Vali Ferit Paşa’nın Konya’da bir halı-kilim sergisi açma faaliyetine girişmiş olması Ebüzziya’lar için başka bir şevk kaynağı olmuştur.

Ebüzziya, oğlu ile beraber işe koyulmuş, İstanbul’dan kûfî çalışma dosyalarını getirtmiş, desenleri hazırlamış, pratik ve teknik icatlarda pek becerikli olan oğlu Talha’nın halı tezgâhlarında yaptığı ilavelerle kurulan yeni tarz tezgâhta ilk duvar [seccadeleri] “levha seccadeler” dokunmuştur (Ebüzziya 1985: 469). Ebüzziya bu iş için Ladik’ten halıcı ustaları getirmiştir (Akgün 1987: 7).

Bu seccadelerde Konya’daki Selçuklu eserlerinin değişik yerlerinden alınmış motiflerin yanı sıra Sultan Abdülhamit’e dokundurmak amacıyla kûfî hatlı birtakım imalı ibareler de yer almaktadır. “El-hükmü li’l-galib [Geçerli olan hüküm daima galip olanındır]”, “El-fevzü li’l-ilmi leyse’l-fevzü li’l-âlemi [Zafer ve ilerleme ancak ilim ile olur, âlem (bayrak) ile olamaz]”, “El-Hakku ya’lû velâ yu’lâ aleyh [Hak yücedir, O’ndan yücesi yoktur]” gibi... (Ebüzziya 1985: 485)

Ebüzziya Tevfik’in bu duvar seccadelerine dokunacak sözleri tamamen siyasî bir maksatla seçtiğini ispat eden elimizde bir belge vardır: Dokuttuğu “El Fevz...” ibareli bir seccadesini, Paris’te Ahmed Rıza Bey’e[10] hediye olarak gönderirken kullandığı kartvizitine yazdığı şu satırlardır (Ebüzziya 1985: 487):

“Mîrim Efendim

Mahsûl-i menfâ olan bu kâlîçeyi zât-ı fezâ’il-simât-ı sâmîlerine olarak i’mâl itdirdim. Üzerinde hatt-ı kûfî ile “el-fevzü li’1-ilmi leyse’l-fevzü li’l-alemî” mısrâ’ı muharrerdir. Siz ise bu kavle bihakkın mâsadak olduñuz. Çünki ihrâz itdiğiñiz fevz ve zafer ilim ve ictihâdıñız netîcesidir ki umûm ebnâ-yı vatan şükür-güzâr-ı hidmetiñizdir. (...)”[11] (Ebüzziya 1985: 472).

d. Sultan Abdülhamit’e Suikast

Meşrutiyet fikrinin Konya’ya intikali ne zamandan itibaren, ne şekilde ve hangi aktörlerle intikal ettiği hususu ele alındığında 1895’lerden itibaren etkili olmaya başladıkları görülen birbirleri ile iç içe geçmiş başlıca birkaç aktör ile karşılaşılır: Sürgünler, askerî/sivil bürokratlar ulema/meşayih/muallimler ve mülkî idareciler (Aslaner 2008: 77).

Bilindiği gibi Abdülhamid’in siyasî pozisyonunu muhafaza etmek için kullandığı en önemli araçlardan birisi kendine muhalif olan ve bir şekilde meşrutî fikirlere sahip kişileri çeşitli görevlerle veya herhangi bir görev vermeksizin İstanbul’dan uzaklaştırmak/sürgüne göndermekti. Ancak, bir yönü ile başarılı olan bu politika muhalefeti siyasî merkezden uzaklaştırırken aynı zamanda bu muhalif görüşlerin taşrada yayılmasını/yerleşmesini sağlayan en önemli faktörlerden de birisi olmuştur (Aslaner 2008: 79).

Bu durumun Konya için de geçerli olduğunu görmek için siyasî
sebeplerden ötürü sürülenlere ve faaliyetlerine biraz daha yakından bakmak yeterli olacaktır. Meclis-i Ayan üyelerinden İngiliz Ali Bey’in dışında Konya’ya sürülenler arasında Ziya Paşa ve Ebüzziya Tevfik Bey gibi Yeni Osmanlı hareketinin önemli ve aktif üyeleri de vardı. Ziya Paşa Konya’da az bir süre kaldığı için çok fazla etkili olmamış olabilir, ancak aynı durumun 1900-1908 yılları arasında Konya’da ikamet etmek zorunda kalan Ebüzziya Tevfik için de geçerli olduğu söylenemez. Ebüzziya Tevfik Bey’in, muhtevalarına dair elde kesin bilgiler olmamakla beraber, evinde toplantılar düzenlediği, sürgünlüğü döneminde Jön Türkler içerisinde cereyan eden tartışmalara kayıtsız kalmadığı, Ahmet Rıza Bey ile irtibat hâlinde olduğu bilinmektedir. Ebüzziya’nın Konya’da bir yıl hapiste yatması da onun birtakım faaliyetlerde bulunduğunun ve muhalif fikirlerin intişarına dair çalışmalar yaptığının işareti olarak kabul edilebilir. Mesela Bekir Sami Paşa Medresesi talebelerinden İbrahim Hakkı Konyalı’nın Ebüzziya Bey ile ilişki içerisinde olduğunu, aynı şekilde İslam Eserleri Müzesi’nin ilk müdürlerinden olan ilmiye kökenli Abdulkadir Erdoğan’ın modern fikirlerle tanışmasında Ebüzziya Tevfik Bey’in evinde yapılan toplantıların ve sonradan İttihat ve Terakki Cemiyeti Konya şubesi reisliği yapacak olan ilmiyeden Sivaslı Ali Kemali ve diğer sürgünlerle olan ilişkisinin etkili olduğu bilinmektedir (Aslaner 2008: 79-80).

Bu günlerde Ebüzziya’dan başka evinde ihtilalci toplantılar düzenleyen bir de Konyalı vardır: Kâzım Hüsnü Bey. Kâzım Hüsnü Bey’in evinde on beş günde bir yapılan toplantılara Ebüzziya Tevfik, Arnavut Murat, Maarif Müdürü İzmirli Azmi (1914’te Konya valisi), Kadaifçizade Süleyman Efendi, Babalık gazetesi sahibi Yusuf Mazhar, Baytar İbrahim, Ebüzziya’nın ev sahibi, Ebuzziya oğlu Talha ve dönemin medrese sahibi ünlü müderrislerinden Abdülbasir Efendi’nin oğlu Abdülaziz Efendi (Arabacı ts.: 12).

 Abdülaziz Efendi, ilk tahsilini mahalle mektebinde yaptıktan sonra babasının medresesine devam etti. Medrese eğitimini tamamlayamayan Abdülaziz Efendi, mizaç olarak küçük yaştan itibaren atılgan, cesur, gözünü budaktan sakınmaz birisiydi. Uzunca boylu, iri pazılı, kara-kısa değirmi sakallı, siyah saçlı, kuvvetli bir eylem adamıydı. Sanata ilgisi büyüktü. Halıcılık başta olmak üzere birçok sanat dalı ile ilgilendi. Bir ara Mısır’da halıcılık tahsil eden Aziz Efendi, gizlice de bombacılık öğrendi. Bundan dolayı suikast teşebbüslerinden birini, bomba ile gerçekleştirmeyi tasarlamıştır (Arabacı ts.: 12).

Sürgün Ebuzziya; jandarmanın beklediği evden, nöbetçiye para verilerek gece alınmakta, sabaha yakın kimse görmeden geri bırakılmaktaydı.[12] Ebüzziya, toplantılarda hürriyet hakkında konuşmalar yapmakta, “esaretten kurtulmanın yollarını” anlatmaktaydı. Bazen medyumluk yapıp, oğlu Ziya’nın ruhunu çağırıp, toplantıya katılanların baygınlık geçirmelerine, korkmalarına sebep olmaktaydı. Grup üzerindeki etkisi büyüktü. Bu, “gizli membalardan akıp gelen bir hürriyet ve inkılâp havasının tesiri”; gençleri, baştaki “kızıl Sultan aleyhinde kin ve gayzla” doldurmaktaydı. O kadar ki, artık “feverana hazır hâle” gelmişlerdi. Sansür tarafından yasaklanmış şiirler, kitap ve gazeteler, gizlice ellerinde dolaşmakta, iç dünyalarındaki ateşi yakmaktaydı. Aziz Efendi, bunların en hırslılarındandı. Kendinde, tek başına “istibdadı devirecek bir kuvvet” görmekteydi. Evlenip bir yuva kurmayı düşünmezdi. “İstibdat kâbusundan kurtulmayı” sabit fikir hâline getirmişti. Karşılaştığı herkesi, Abdülhamit karşısındaki tavrı ile ölçmekteydi. İlk düşüncesi, hürriyet kahramanı saydığı Ebüzziya’yı kaçırmaktı. Fakat Ebüzziya, ondaki cesaret ve teşebbüs gücünü, padişaha suikasta yöneltti.

Hırslı bir fedai olan Abdülaziz, eyleme hazırdı: “Yeter ki padişahın gözleri gözlerime değsin; hiç silah kullanmadan gırtlağını sıkmak suretiyle işini bitiririm” demekteydi. Bundan sonra sıra, padişaha nasıl ulaşılması gerektiğini planlamaya kalmıştı. Bir komite kurup, planlar hazırladılar. Sonunda sultana hediye edilmek üzere sanat değeri olan bir halı dokunmasına, bunun takdimi esnasında da tabanca veya bıçakla suikastın gerçekleştirilmesi planı üzerinde mutabık kaldılar (Arabacı ts.: 12-13).

Ebüzziya, Hünkâra takdim edilmek üzere dokunacak bir halıya uygun yazı olarak, diğer levha halılarda yaptığı gibi, telmihte bulunur bir söz konamayacağını da takdir etmektedir. Neticede en uygun yazının, Hünkârın kendi isim ve sıfatlarını taşıyan bir ibare olabileceğine karar vermiş ve “es-Sultanü’l-muazzam el-Gâzî Abdülhamid Hân-ı Sânî Edam’Allahü milkehû” (Yüce Sultan Gazi İkinci Abdülhamid Han, Allah mülkünle daim etsin) sözlerini hazırlamıştır.

Ebüzziya Tevfik’in Sultan Abdülhamid’i hiç sevmediği hem muhakkak hem de malumdur. Buna rağmen, herhangi bir telmih sayılmayacak bir ayet-i kerime, bir hadis-i şerif veya kelam-ı kibar seçmeyip de Hünkârın isim ve sıfatlarını havi bir ibare yazıp, üstelik de, “Edam’Allahü” (Allah daim etsin) duasını eklemesinin sebebi, çok muhtemeldir ki, kendisini hatırlatıp af edilmeği ummuş olmasındandır. Zira halı takdim edildiğinde Hünkâr, yazı ye desenlerin kimin eseri olduğunu sormasa bile, bunun Ebüzziya’nın elinden çıktığını derhal anlayacak kadar onun kûfî tarzını hem tanımakta hem de sevmektedir. Nitekim Yıldız Hamidiye Camii’ni inşa ettirdiği zaman, camiin kubbesinin iç kuşağını çevreleyen kûfî sureyi ve camiin duvarlarına işlenmiş bütün kûfî hatları, arabesk tezyinatı ve Yıldız Sarayı’nın muayede salonu ile diğer bazı odalarında bulunan arabesk süslemelerin hepsini Ebüzziya’ya yaptırmıştır

Yine Sultan Abdülhamid, Ebüzziya’nın kendisi için yazdığı kûfî “Abdülhamid” istifini benimsemiş, merakı olan ince marangozluk işleri ile vakit geçirdiği zamanlarda imal ettiği zarif mobilyalara oyma hâlinde nakşetmiştir.

Ebüzziya’nın Sultana takdim edilecek bu halıyı hazırlamağı kabul etmesinin bir maksadı da çalışıldıktan sonra, Konya’da, Selçukî devrinde olduğu nefasette halı dokunabileceğini Hünkârın gözleri önüne sererek dikkatini çekmek ve Konya halıcılığının gelişmesi için Devletin himayesini sağlamak da olabilir.

Abdülaziz Konevî hazırlanan modelin süratle dokunmasına girişmiştir. Dokumanın itinalı ve mükemmel olması için o devir Konya’sının ileri gelen ailelerinin kızları ve hanımları çalışmışlardır. Bunlar: Konya DP mebusu Muammer Obuz Bey’in teyzesi Hatice Saydut Hanım, Konya CHP mebusu büyük Kâzım Bey’in kız kardeşi (Belediye Reisi Küçük Kâzım Bey’in eşi) Hatice ve küçük kızı Fatime hanımlar, Abdülvahid Çelebi’nin eşi ve kızıdır.

Halı hazır olunca, Abdülaziz Efendi Vali Ferit Paşa’nın mabeyne hitaben tavsiye mektubunu da alarak İstanbul’a hareket etmiştir.

Sultan Abdülhamid’in, kendisine nadide bir hediye takdim olunduğu zaman, bunu getireni huzuruna kabul etmek ve atiyesini [hediyesini] kendi eliyle vermek âdeti vardır. Abdülâziz Efendi de bunu bilmekte ve Hünkâr kendisine atiyesini sunarken onu vurmak niyetindedir.

Vali Ferit Paşa’nın takdim mektubu ile mabeyne müracaat eden Abdülaziz Efendi, tanınmış ulemadan Abdülbasir Efendi’nin de oğlu olmak dolayısıyla, mabeyne vaki müracaat Sultana arz edilmiş ve huzura kabul iradesi çıkmıştır. Abdülaziz Efendi, kabul günü tabancasını da koynuna koyarak halısını saraya götürmüştür. Ancak devlet erkânı dışında, huzura kabul olunacak kimselerin mabeyince üstleri aranmaktadır. Abdülaziz Efendi’nin de üstü aranınca koynundaki tabancası bulunmuştur. Vaziyet Hünkâra arz edilmiş, Sultan yine de huzura gönderilmesini emretmiştir. Halıyı kabul eden Hünkâr, Abdülaziz Efendi’ye, halıyı dokuyanlara dağıtılmak üzere, içinde bir miktar altın bulunan atiye kesesini vermiştir.

Abdülaziz Efendi huzurdan çıktıktan sonra “tabanca ile huzura girme teşebbüsünde bulunmak”dan dolayı tutuklanarak hapsedilmiş, bir müddet sonra da hapiste vefat etmiştir.

İkinci Meşrutiyetin ilânından sonra, İttihat ve Terakki Hükümeti, Abdülaziz Efendi’nin mezarını tespit etmiş ve üzerinde: “Abdülbasir Hoca zade Abdülaziz Konevî burada metfundur” ibaresini taşıyan bir taş diktirmiştir.

Abdülaziz Efendi’nin tutuklanıp hapse atılmış olduğu haberi Konya’ya ulaşınca, hele “tabanca ile huzura girme teşebbüsünde bulunmuş olmak” dolayısıyla hapsedildiği öğrenilince, kendisi ile teması olan herkes dehşete düşmüştür. Bu arada kendisine mabeyne hitaben tavsiye mektubu vermiş olan Vali Ferit Paşa da müşkül mevkide kalmıştır.

Ancak Sultan Abdülhamid olayın üzerinde durmamış, meseleyi büyütmemiş, Konya’da soruşturma açtırmamıştır. Bununla beraber, Vali Ferit Paşa’nın tavsiyesi üzerine Ebüzziya Tevfik, halıcılık faaliyetle nihayet vermiştir (Ebüzziya 1985: 490-493).

Diğer bir rivayete göre sultana suikast süreci şöyle cereyan etmiştir:

Halının, gizli bir şekilde meydana getirilmesi gerekmekteydi. Onun için Konya Mebusu Kâzım Hüsnü, halıyı üç kız kardeşi; Hatice (ö. 1949), Nazime (ö. 1957, Selçuk Es’in annesi) ve Naciye’ye (ö. 1918) dokuttu. Halı, ihtilal ekibini Yıldız’a götürecek, ideal bir malzeme heyecanı ile kontrol edilerek üç buçuk ayda tamamlandı. Dört metre yirmi santim boy ve bir metre yirmi santim eninde olan, ipek ve yünden dokunan halı seccade; kıyıları ipek ibrişimden saçaklarla çevrilip, gülsuyu ile tütsülenerek kâğıda sarılıp sandığa kondu. İstanbul’da sadrazam, eski Konya Valisi Avlonyalı Ferit Paşa’ydı. Ferit Paşa, sürgün Ebüzziya Tevfik ile gizlice mektuplaşmaktaydı (Ferit Paşa, Ebüzziya’nın ikinci hanımı İffet Hanım’ın öz dayısıdır). Halının sultana takdim işini, Ferit Paşa yapacaktı. Bu iş için Sadaretten, Mabeyne yazılacak tezkere müsveddesine kadar hazırlandı. Özel bir mektupla birlikte halıyı Aziz Efendi, Ferit Paşa’ya götürdü. Yalnız Ferit Paşa, Konya’dan tanıdığı Aziz Efendi’ye, huzura çıkma konusunda aracılık etmedi. Hediyeyi, bizzat kendisi sunup cevap getireceğini belirtti. Halıyı dokuyanların adını aldı. Ertesi gün, Sadarette Aziz Efendi’yi kabul eden sadrazam, hediyeyi takdim ettiğini, Padişahın da halıyı dokuyan üç kıza ayrı ayrı üç “Şefkat Nişanı” ile 500 lira Hamidiye “el-Gazi altını” ihsan ettiğini, ayrıca gayretlerinden dolayı Aziz Efendi’ye de yüz sarı lira ihsan ettiğini haber verdi.

Müjde, tasarılarına uygun olmasa da Aziz Efendi, verilenleri alarak Konya’ya geri döndü. Komite ile toplantısında, huzura kabul edilse idi sarığı içinde sakladığı küçük tabanca ile suikastı gerçekleştireceğini, ama Ferit Paşa’nın bu işi engellediğini anlattı. Toplantıya, İdadi resim öğretmeni Akşehirli Bekir de katılmıştı. Bekir Efendi ile Ebüzziya’nın özel görüşmesi sonucu, İstanbul’da örgütlenen gizli bir teşkilâtın desteği alınarak, ikinci suikast planlandı. Buna göre, İstanbul’daki örgüte, imzasız şifreli gizli bir mektup yazılacaktır. Mektubun, Aziz Efendi üzerinde bulunması tehlikesine karşı, ayakkabılı bir tedbir alındı. Yeni bir çift ayakkabı hazırlanarak mektup, ayakkabının ökçesine yerleştirilip kapatıldı. Aziz Efendi, İstanbul’daki ihtilalcilerle buluşunca, onlar aracılığı ile bir şekilde saraya girecek ve ceketinin sol kol içine yerleştirdiği on beş santimetre boyundaki keskin bıçakla suikastı gerçekleştirecekti. Aziz Efendi, İstanbul’a gitmek üzere hareket etti. Fakat ihtilalci grup içinde, toplantılara katılan Baytar Müfettişi Tatar İbrahim; Dâhiliye Nezaretine telgrafla, Ebuzziya’nın bir adamının, suikast niyetiyle yanında ayakkabıya gizlenmiş bir mektup da olduğu hâlde yola çıktığını haber verdi. İstanbul’a geldiğinde tedbir alan polis, Aziz Efendi’yi tutukladı. Ökçedeki yazı çıkartılıp, ayakkabılar eline verilerek sorguya alındı. Uzun sorguda o, arkadaşlarından kimseyi ele vermedi. Ticaret için İstanbul’a geldiğini belirtse de kabul edilmeyerek hapsedildi. Hapisliği süresinde eline bıçak, makas vb. kesici araç verilmediği için tırnakları, saçı-sakalı uzadı.

Abdülaziz Efendi, 29 Ağustos 1908 tarihinde Dersaadet Umumi Hapishanesi’nde ve II. Meşrutiyet’in ilanından sonra vefat etti. Hapishanedeki para ve eşyası ile ilk tutuklandığı sıra kurulan komisyonun emanete aldığı parası, ağabeyine teslim edildi (Arabacı ts.: 13-14).

e. Sürgünde Mahpusluk

Ebüzziya Tevfik Bey’in Konya’ya sürgün edildiği yıllarda il postanelerinde, sansür memurları marifetiyle onun gibi “mimli” kişilerin mektuplarının okunduğu aşağıda zikredilecek belgelerin muhtevasından anlaşılmaktadır. Nitekim Ebuzziya Tevfik Bey’in, 1902 yılı yazı sonlarında Mamuretülaziz [Elâzığ] Tercümanı Hüsnü Bey’e gönderdiği bir mektubunda bazı ifadelerinin sakıncalı bulunması sebebiyle muhakeme altına alınması iradesi yanı sıra kendisine asılsız suçlamalarda bulunanlar hakkında da gerekli işlemlerin yapılması hususu idareyi oldukça meşgul etmiştir. Bu konuda Osmanlı Arşivi’ndeki belgelere göre Posta ve Telgraf, Dâhiliye ve Maarif Nezaretleriyle Sadrazamlık arasında 3 Ağustos 1902-19 Ocak 1903 tarihleri arasında dokuz yazışma vaki olmuştur (BOA, DH.MKT. / 560-14, 10 Cemaziyelevvel 1320 [15 Ağustos 1902]). Bu yazışmalardan Ebüzziya Tevfik’in Mabeyn-i Hümayun Başkâtipliğine aşağıdaki savunma yazısını gönderir.

“a.

 

 

Mabeyn-i Humâyûn Cenâb-ı Mülûkâne-i Başkitâbet Celîlesine

 

Atûfetlü efendim hazretleri

Ma’mûretü’l-azîz tercümânı Hüsnî Bey’e yazdığım cevâbnâmeniñ bir fıkrasında ilcâ-yı bahisle “Muhâlî temennî hamâkatdir dirler. Şu kadar var ki bizim bulunduğumuz hâlleriñ ve ânıñ sebebleriniñ tahavvül ve zevâlini temennî idersek muhâlî temennî itmiş ve binâ’enaleyh humekâ sırasına geçmiş sayılmayız. Baña zulm iden kim olursa olsun hattâ babam dahi olsa mâdâm ki ânı ta’mîr-i zulme iğrâ nâ-kâbildir. Girüb gitmiş i’âde-i hayretim nâmına tahmînde bulunurum” dimiş olmaklığım birtâkım sû’-i tefsîrâta sebebiyyet virmişdir.

Kulunuzuñ yazdığını biliyor bir bendeñiz olduğum tasdîk buyuruluyor i’tikâdındayım. Sâniyen buraya muvâsalatımızdan berü (hâl ve sana’atimiz icâbı olarak) gerek bendeñize gelen ve gerek bizden giden mektûblarıñ postahânelerce açılmağa ma’rûz bulunduğunu dahi bilmekliğimiz tabî’idir.

Bu hâlde yazdığı şey’iñ ma’nâsını ve gönderdiği mektûblarıñ umûmen açıldığını biliyor bir adam öyle zan olunduğu gibi kendüsini varta-i sû’-i zana uğradacak söz yazmaz. Fıkra meydândadır. Bu cevâbı müstelzim olan Hüsnî Bey’iñ mektûbu da orada isticvâbe [sorgulama] meyânında mevcûddur. Lütfen mütâla’a buyurulursa tamâmile añlaşılur ki o fıkra bir Alman şâ’iriniñ mülâhazasını tenkîden serd idilen mütâla’anıñ sevkıyle yazılmışdır. (Hâller) ve (müsebbibler) ta’bîrleri her dürlü iştibâhı [şüphe etmeyi] sâlib [gösteren] değil midir. (Hâllerden) maksad her ikimiziñ bulunduğu hâl-i felâket, ve (müsebbibler)den maksad bu felâketiñ vukû’una îfâ’-i sebeb iden eşhâsı ve tahavvülü temennî olunan hâl, bulunduğum hâller ve zevâlini temennî itdiğimiz müsebbibler bu felâkete uğramaklığımıza sebebiyet virenler olmağla, baña zulm iden her kim olursa olsun, hattâ babam dahi olsa mâdâm ki ânı ta’mîr-i zulme iğrâ nâ-kâbildir girüb gitmesini temennî iderim kavli dahi bi’t-tabî’ o müsebbiblere ve eşedd ve akvâsına râci’ olmak lâzım gelmez mi.

(el-Bâdî azlem) [ilk yapan en zalimdir] kaziyyesi [hükmü] meydânda iken bu ibâreniñ sû’-i taksîrine mahal var mıdır. Bulunduğumuz hâl, (hâl-i zulm) olduğuna göre fâ’il zâlim müsebbibler değil midir. Zîrâ anlar bâdîdir bâdî ise fâ’il ve binâ’enaleyh zâlimdir. Şimdi bu ibâreyi (Belge Nu. 13)

b.

mahmil-i karîbi [yakın anlamı] dururken te’vîlât-ı dûrâdûr ile ma’tûfun-aleyhinden [maksadından] ayurub da penâh-ı mazlûmîn olan hilâfetpenâh efendimize atf itmek ayruca bir zulüm değil midir.

Mümkün-müdür ki (e’s-Sultân-ı zıllu’llâhi fî’l-arz ye’vî ileyhi küllü mazlûm[în]) hadîs-i sahîhile mefârık-ı enâma sâye-sâz-ı adl-i ilâhî ve kâffe-i mazlûmîniñ me’vâ ve penâhı olduğu âmme-i Müslimîne tebşîr buyurulan pâdişâh-ı İslâm’a bu hakîkati bilen bir Müslümân tarafından (hâşâ) zulüm isnâd idilebilsün. Zâlim meydânda ve zâlimden dâd mı alacak penâh-ı mazlûmîn zıll’ullâhi fî’l-arz efendimiz olduğu hadîs-i nebevî ile müsbet iken ben ma’âzallahı ta’âlâ peygamberimi de mükezzib [yalanlayan] olabilirim. O hâlde ben ne şenî’ bir mahlûk imişim.

Firârî Mahmûd Paşa’nıñ[13] bendeñizi kaçırmak üzere iki İngiliz göndereceğini hâkî [hikâye eden] olan telgrafnâme-i devletlerine virdiğim cevâb sırasında “velî-i ni’met efendimize karşusına sevâbıkımdan yine de hâle ve istikbâle â’id husûsâtdan dolayı vicdânımda kat’iyyen mes’ûl bulunduğum cihetle müsterîhim sözile nefsimi velî-i ni’met efendimiz haklarında her dürlü sakîme [bozuk, sakat] irtikâbından [kötülüğünden] tenzîh itmişdim ki şübhesiz bu bir intâk-ı hakîkî (?) olmak üzere ilhâm-ı ilâhî ile kalbimden sâdır olmuşdur. Fe-lillâhi’l-hamd:

Evrâk-ı isticvâbiyem [sorgu evrakım] görülür ise zâlim ile ibkâ’ [sürekli] olunan zulüm ve sebeb-i şikâyetim ve zâlim hakkındaki temennî-i vâki’iñ hikmeti tamâmile ma’lûm olur.

Fakat şurasını arz iderim ki o fıkraya her ne ma’nâ virilmiş olsa ânı lisân-ı mahkemeye düşürmek istinbât olunan [çıkarılmak istenen] ma’nâdan ziyâde câlib-i te’essüfdür.

Eğer benim o kavlimden cidden bir ma’nâ-yı sakîm istifhâm olundu ise beni mahkemeye sevke ne ihtiyâc var idi. Çünki ben doğrudan doğruya sırf pâdişâhıma â’id olduğumdan beni istediği vechile mücâzât [cezalandırma] ve mu’âhezede [azarlamada] bi’t-tabi’ pâdişâhım râci’dir. Evet mahkemeye gitdim. Fakat nasıl bir ye’s ve elemle gitdiğimi cenâb-ı Hak bilir.

Bendeñiz buraya sevk olunurken Çerkes Mehmed Pâşâ ile hak-pâ-yı şâhâneye ref’ itdiğim [yükselttiğim] arîzamda (fahâmet-i hümâyûnlarına kumandanından emir alan bir nefer gibi derhâl inkiyâd iderek Konya’ya nehy oldum) dimiş ve bu mu’âmeleden dolayı ref’-âvâz şikâyet itmiş idim. Çünki ne zamân olsa pâdişâhımıñ gördüğüm mu’âmeleye gayr-i müstahak ve binâ’enaleyh mazlûm bulunduğuma vâkıf olarak hakkımı zâlimden alacağına emîn idim.

Mahkemeniñ bu meseledeki ictihâdı ise bütün bütün yañlışdır. Beni mahkemeye tevdî’ iden maksâd-ı mücerred benim cezâ görmekliğim değildir. Belki tefsîr-i ibâre ile ta’yîn-i hakîkatdir. Hâl böyle iken mahkeme benim

c.

oraya sevk olunuşumdan mücâzât görmekliğim hâşâ mültezem-i âlî bulunduğuna hükm itmek gibi bir zehâba düşerek herhâlde o fıkradan velev ba’îd olsun bir ma’nâ-yı sakîm istihrâcına çalışmış ve müdâfa’ât-ı vâkı’amı nazar-ı i’tibâre almaksızın garîb bir sûretde i’tâ-yı karâr eylemişdir.

Şikâyetim ise ta’yîn olunan cezâdan değil cezânıñ şeklindendir. Çünki o cezâyı müstelzim olan ayıb ve âr ile ve emn-i ubûdiyetim leke-dâr idilmişdir. Bu ayıb ve şenârî [pek çirkin] ve leke-i şenâ’at-medârı hîçbir vakit kabûl itmem. Dünyâ bir araya gelse benim o ibâremden öyle bir maksad-ı sakîm istihrâcına ihtimâl yokdur. Kendimi bir iftirâya karşu müdâfa’aya nasıl mecbûr isem bu dürlü ma’ânî-i sakîmeye mahmûl olabilecek [yüklenebilecek] akvâl sudûrundan da o sûretle tenzîh-i nefs iderim. Mûmâileyh Hüsnî Bey’de iki seneden berü yazdığım yüz kadar mektûbum bulunduğundan merhameten [acıyarak] ânları zabt itmelerine emir virilebilir ve mektûblarım getürilüb birer birer mütâla’a buyurulur ise o zamân nasıl bir bende-i sıdk-şi’âr [bağlı bende] olduğum nazar-ı hakîkat öñünde zâhir olur.

Baña efendimiz ben pâdişâhımdan otuz sene zarfında gördüğüm eltâfıñ cümlesinden kıymetdâr ve hassaten uluv-fıtrat-ı hümâyûnuñ azametine dall olduğu haysiyyetle ömrüm oldukca kalbimde bir cevher-i ulvî şeklinde şa’şa’a-dâr olan bir lütuf gördüm ki o da bu âciz kullarını huzûr-ı hümâyûnlarile şeref-yâb itdikleri bir günde hasta oğlumuñ hâlini istifsâr ile berâber ilâc tavsiyesi ve hârâ-yı hümâyûndan merhameten kısrak südü tahsîsi gibi hîç bir kimseniñ idrâk itmediği bir inâyet-i âle’l-âldir [pek yüksek bir yardımdır]. İşte böyle bir efendiye ve öyle bir lutf-ı âlem-bahâya karşu artık benden böyle bir mel’anet südûruna nasıl ihtimâl virilebilir.

Buraya geldiğim günden beri şikâyetimi kime hasr eylemiş olduğum ve zulm ile kimi yâd itmekde bulunduğum ve merhamet ve adâleti ne tarafdan intizâr eylediğim i’timâd-ı hümâyûna mazhariyetle mübeccel olan vâlî pâşâdan  da istiknâh olunabilir [araştırılabilir].vâkı’a müşârünileyh ile öteden berü ihtilâf meşreb hasebile aramızda burûdet ve hele şu mes’eleniñ hüdûsundan berü İstanbul’daki oğlumdan gelen mektûbları virdirmemeğe kadar hakk-ı âcizânemde iltizâm-ı şiddetinden dolayı bi’t-tabi’ münâferet olmakla [nefret etmekle, tiksinmekle] berâber sıdk ve nâmûs hasebile ketm-i hakîkat itmez sanırım. Bâkî her hâl ve mahalde pâdişâhına â’id olan bu abd-i kadîmiñ sevâbık-ı fâhire-i abdiyyeti nazar-ı i’tibâre alınarak âña göre mu’âmele buyurulmasını merhamet ve inâyet-i pâdişâhîden istid’â iderim fermân

Fî 22 Rebi’ü’l-evvel sene 1320 [29 Haziran 1902]

Abd-i sâdık-ı hümâyûn

Ebü’z-ziyâ Tevfîk”[14]

(BOA, Y..EE.. / 15-82, 22-001-002 Rebiyülevvel 1320 [29 Haziran 1902]) (Belge Nu. 14)

Ebüzziya’nın bu satırları kendisini kurtarmaya yetmemiş, neticede bir yıl ev hapsiyle cezalandırılmıştır. Vali Ferit Paşa’nın Mabeyn-i Hümayun Başkâtipliğine gönderdiği aşağıdaki yazı da Ebüzziya’nın ev hapisliğine dairdir:

“Hû

Konya Vilâyeti

489

Mâbeyn-i Hümâyûn-ı Mülûkâne-i Başkitâbet Celîlesine

 

Atûfetlü Efendim Hazretleri

Ma’mûretü’l-azîz vilâyeti tercümânı Hüsnî Bey’e gönderdiği hezeyân-âmiz bir mektûbuñ münderecâtından dolayı Konya’da ikâmete me’mûr Ebüzziyâ’nıñ taht-ı muhâkemeye alınmasile hâsıl olacak netîceniñ arz ve iş’ârı muktezâ-yı irâde-i seniyye-i hazret-i hilâfet-penâhîden bulunacağı ve mezkûr mektûbuñ buraya irsâli içün Posta ve Telgraf Nezâretine teblîgât icrâ idildiği gibi fıkarât-ı muzırresini hâkî [hikâye eden] diğer bir mektûbuñ sûreti dahi gönderildiği şeref-vârid olan 24 Mayıs sene 318 târîhli ve biñ altı yüz otuz yedi numerolu tahrîrât-ı aliyye-i atûfîlerinde beyân buyurulmuş ve mektûb-ı mezkûr nezâret-i müşârünileyhâdan vürûd iderek mütâla’a-güzâr-ı çâkerânem olmuşdur infâz-ı emr ü fermân-ı hümâyûn-ı mülûkâneye müsâra’at-ı vecîbe-i zimmet-i ubûdiyyet olmağla Ebüzziyânıñ hemân taht-ı istintâk [sorguya alınma] ve muhâkemeye alınmasını derhâl bir tezkire-i mahsûsa ile istînâf-ı müdde’î-i umûmîliğine ve tahkîkât-ı istintâkiyyeniñ sür’at ve selâmet-i cereyânına dikkat ve nezâret itmesi lüzûmu dahi kezalik bâ-tezkire vilâyet adliyye müfettişliğine teblîğ ve ihtâr olunduğu gibi hânesi de me’mûrîn-i mahsûsa ma’rifetile basdırılarak her tarafı taharrî idildiği hâlde doğrudan doğruya bu işi ta’alluk ider mühim bir evrâk bulunamamışdır dâ’ire-i istintâka celb ile taht-ı isticvâye alınan Ebüzziyâ sâlifü’z-zikr [daha önce bahsedilen] mektûbuñ câlib-i nazar-ı dikkat olan fıkarât-ı muzırresindeki ma’nâ-yı maksûdu kendüsiniñ buraya teb’îdine [uzaklaştırılmasına] sebeb olan zabıta nâzırı ile sâ’ir ba’zı zevâta masrûf [sarf edilmiş] olub zât-ı akdesî hazret-i hilâfet-penâhîye olan sadakât-ı ubûdiyyetiniñ ber-kemâl bulunduğunu ma’rız-i îzâh ve te’vîlde [arz ettiği açıklama ve yorumda] beyân ve ifâde itmiş ise de bu te’vîlât ve müdâfa’âtı cihet-i adliyyece de kanâ’at-bahş-ı vicdân olamamasına mebnî lüzûm-ı muhâkemesine karar virilerek mahkemece bir sûret-i husûsiyyede muhâkemesi derdest-i icrâ olduğundan netîcesiniñ başkaca arz ve iş’ârı mukarrer bulunmuşdur tahkîkât-ı vâkı’aya nazaran mevzû’-ı bahs olan mektûbuñ Konya Postahânesince tutulamaması mahzâ zarfı üzerindeki yazınıñ bi’l-iltizâm hatt-ı dest-i ma’rûfuna pek de beñzemeyecek sûretde yazılmış olmasından  ve o gün posta mu’âmelâtına ketebeden [kâtiplerden] biriniñ nezâret itmesile mektûb âdî bir vâsıta ile îsâl idilmesinden ilerü geldiği añlaşılarak ancak bundan soñra da sâ’ir bir sûret ve vâsıta ile postahâneye mektûb gönderecek olunur ise hemân bi’t-tevkîf hükûmete teslîmi lüzûm-ı kat’îsi posta me’mûrlarına ekîden [kesin biçimde] tekrâr ve ihtâr olduğu gibi muhâfazasına me’mûr olanlar dahi yeñiden değiştirilerek hîçbir taraf ile muhâbere itmesine ve kimse ile ihtilât itmesine meydân virmeyecek derecede müteyakkız muktedir-i diğer me’mûrlar bi’t-tayîn kâfî ahvâl ve harekâtı şiddetli bir tarassud ve takayyüd altına alınmış ve bundan soñra hânesinden dışarıya çıkmayub orada mahbûs ve mevkûf durması bi’l-vâsıta kendüsine teblîğ olunarak her dürlü ihtilât ve münâsebâtı kat’ idilmiş olmağla arz ve beyân-ı hâle cür’et kılub ol-bâbda emr ü fermân hazret-i men-lehü’l-emriñdir fî 13 Rebi’ü’l-evvel sene 1320 ve fî 6 Haziran sene 318

Konya Vâlisi

bende

mühür: Mehmed Ferîd”[15]

(BOA, Y..PRK.UM..    / 58-104, 13 Rebiyülevvel 1320 [20 Haziran 1902]) (Belge Nu. 15)

Osmanlı Arşivi’ndeki kendisine dair belgelere göre Osmanlı idari sisteminde hukuk müşavirliği, vilayet tercümanlıkları, mutasarrıflık gibi türlü görevlerde bulunan Selanikli Hüsnü Bey, Ebüzziya’nın kendisine yazdığı mektup münasebetiyle Konya’ya getirtilip burada Ebüzziya ile birlikte yargılanmıştır. Yargılama sonucu suçsuz bulunan Hüsnü Bey bilahare de Konya il tercümanlığı görevine getirilmiştir.

M. Tevfik Biren Konya’ya vali olarak gidince burada sürgün bulunan Ebüzziya Tevfik ve Selanikli Hüsnü Bey’le görüşür. Konya’da kaldığı müddetçe bu kişiler evine gidip gelmiş kendileriyle görüşmüştür. İkisinin de çok kıymetli insanlar olduğunu, özellikle Ebüzziya’nın matbuat tarihinde daima ismi yaşayacak kimselerden olduğunu ifade eder. Kendisinin talebi üzerine bir aralık afv-ı şahaneye mazhariyeti hakkında Mabeyn Başkitabetine istekte bulunmuş olmasına rağmen bunun bir faydası olmadığını ve Ebüzziya Tevfik Bey Meşrutiyet’in ilanına kadar Konya’da kaldığını ifade eder (Şimşek 2018: 167; 356 Nu.lu dipnot).

Ebüzziya’nın Sürgün Sonrası Konya Mebusluğu

 

Ebüzziya, Konya’da bulunduğu sekiz yıllık süre içinde Vilâyet gazetesinde yazılar yayımlamış, dille ilgili çalışmalar yapmıştır. Öteden beri kûfî hat ve arabesk tezyinatla uğraşan Ebüzziya, Konya’da bu sanat gücünü duvar seccadelerine yansıtmış; bu sürgün yerinde kûfî yazılı ve arabesk tezyinatlı nefis duvar seccadeleri dokumuştur.

Onun Konya’da sürgün hayatı yaşamasına şair ve yazarlar ilgisiz kalmamıştı. Mesela şair Eşref, oğlu Talha ile Konya’da sürgünde bulunan Ebüzziya’ya hitaben şu kıtayı yazmıştır:

“Bi-iznillâh olursun mazhar-ı aff-ı şehinşâhî,

Uyarsın sen de bundan sonra âheng-i umûmîye.

Refîk eyler Hüdâ tevfîkini, sabret elem çekme,

Muvakkat bir misâfirsin Celâleddin-i Rûmî’ye...”

E. Tevfik, II. Meşrutiyetin ilanından (1908) sonra çıkan afla İstanbul’a döndükten sonra İttihat ve Terakki Fırkasına giren Ebüzziya, yapılan seçimler sonucunda, 1908 Kasımında, Antalya mebusu olur  (Gür 1990: 39-40). O dönemde Antalya Konya’ya bağlı bir sancak olduğundan dolayısıyla o, bir Konya mebusudur.

 Osmanlı Arşivi’nde Ebüzziya Tevfik’in Konya’daki sürgün günlerine dair yaptığımız bu taramanın son belgesi 5 Nisan 1911 tarihlidir. Dâhiliye Nezareti Umumi Muhaberat Dairesinden Konya Valiliğine gönderilen “mahremâne” [gizli] yazı onun evine yapılacak bir suikast haberi üzerinedir. Mezkûr yazının muhtevası günümüz Türkçesiyle şöyledir:

“Antalya mebusu Ebüzziya Tevfik Bey’in Konya İstasyonunda yer alan evini yakmak üzere kendisine ne suretle para teklif edildiğine dair adı geçen mebusa gönderilip teslim olunan imzasız mektup ekte gönderildi. İçeriğine nazaran gizli bir biçimde araştırma yapılarak neticesinin ve mektup sahibinin hüviyeti hakkında sağlanan bilginin bildirilmesi ve mektubun iadesi konusunda...” (BOA, DH.H... / 47-13, 05 Rebiyülahir 1329 [5 Nisan 1911])

Yeri gelmişken Ebüzziya Tevfik’in Konya’da inşa ettirdiği bu ev, 1924-1932 yılları arasında Jandarma Zabit Mektebi olarak hizmet verdikten sonra 1970’lerin sonuna doğru yıktırılarak yerine Askerlik Şubesi binası inşa olunmuştur.

 

KAYNAKÇA:

AKGÜN, Adnan (1987), “Ebüzziyâ Tevfik’in Mecmûa-i Ebüzziyâ’daki Hâtıraları”, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul.

ARABACI, Caner (ts.), “Abdülaziz Efendi”, Konya Ansiklopedisi, C I, s. 12-14.

ARSLAN, Mehmet-Gunil Özlem AYAYDIN CEBE (2019), “Ebüzziya Tevfik”, Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü, (http://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/ebuzziya-tevfik, 27.06.2020/17.00)

ASLANER, Serhat (2008), “Taşrada Jön Türklük yahut Meşrutiyet Fikrinin Konya’ya İntikali”, Dîvân/Disiplinler Arası Çalışmalar Dergisi, C 13, S 25, s. 75-99.

COŞKUNLAR, Şahap Nazmi (1957), “Ebüzziya Tevfik, Hayatı, Eserleri”, Türk Kütüphaneciler Derneği Bülteni, C 6, S 4, s. 64-76.

EBÜZZİYA, Ziyad (1985), “Konya Halıcılığı ve Ebüzziya Tevfik’in Siyasi Mesajlı Halıları”, Türk Halk Edebiyatı ve Folklorunda Yeni Görüşler, I, Ankara: Konya Kültür ve Turizm Derneği Yay., s. 465-494.

                                 (1994), “Ebüzziyâ Mehmed Tevfik”, TDV İslam Ansiklopedisi, C X, s. 374-378.

GÜR, Âlim (1990), “Ebüzziya Tevfik’in Hayatı, Dil, Edebiyat, Basın, Yayın ve Matbaacılığa Katkıları”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı, (Doktora Tezi), Ankara.

KİŞMİR, Celaleddin (1950), “Ebüzziya Tevfik Bey Konya’da ve Süleyman Nazif’e Bir Mektubu”, Yeni Konya, (Tefrika: 25-30 Aralık 1950).

KUNTAY, Mithat Cemal (ts.), “Ebüzziya Tevfik ve Oğlu Velid Ebüzziya”, Son Posta, Taha Toros Arşivi, Dosya Nu. 8 (http://hdl.handle.net/11498/36327).

MUŞMAL, Hüseyin (2007), “1901 Yılında Konya’da Açılan Halı-Kilim Sergisi ve 1899 Tarihli Sergi Talimatnamesi”, I. Uluslararası Türk El Dokumaları Kongresi, 01-02 Kasım 2007, (Ed. Ahmet Aytaç), Konya: SÜSAM Başkanlığı Yay.

ŞİMŞEK, Gülsüm (2018), “II. Abdülhamid Dönemi Siyasi Sürgünler”, Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı, (Basılmamış Doktora Tezi), Antalya.

Arşiv Belgeleri:

BOA, DH.MKT. / 2378-16, 25 Rebiyülevvel 1318

BOA, HR.TH.. / 246-27, 30 Ağustos 1900

BOA, Y..A...HUS. / 407-121, 29 Safer 1318

BOA, DH.MKT. / 2397-90, 04 Cemaziyelevvel 1318

BOA, DH.MKT. / 560-14, 10 Cemaziyelevvel 1320

BOA, Y..A...HUS. / 517-200, 30 Zilhicce 1325

BOA, Y..PRK.UM.. / 53-57, 20 Zilkade 1318

BOA, DH.H... / 47-13, 05 Rebiyülahir 1329

BOA, Y..EE.. / 14-78, 29 Zilhicce 1318

BOA, Y..EE.. / 15-82, 22 Rebiyülevvel 1320

BOA, Y..PRK.UM..     / 58-104, 13 Rebiyülevvel 1320

BOA, BEO       / 2824-211785, 15 Rebiyülevvel 1324



[1] Abdullah Biraderler veya “Abdullah Frères” Osmanlı İmparatorluğu’nda fotoğrafçılık sanatının kurucuları olarak tanınan ve her üçü de Ermeni asıllı olan Viçen (1820-1902), Hovsep Abdullahyan (1830-1908) ve Kevork (1839-1918) kardeşlerin ticari adıdır (https://tr.wikipedia.org/wiki/Abdullah_Biraderler, 25.06.2020/13.25.

[2] Günümüz Türkçesiyle:

a.

 

Şevketli Efendim

Yöneltilmesiyle müjdelendiğim hizmetten vazgeçildiyse hiç karamsarlık yoktur. Fakat erteleme sebebi olmak üzere kullarını dinî ve millî değerlerime dokunacak bir bozuklukla suçlamayın. Londra’da yayımlanan kitapçık Ermeni kaleminden çıkmıştır. Ebüzziya’yı Ermeni emellerine taraftar saymak; İmam-ı Azam’a Şiilik isnat etmek gibidir. İnsanın millî gayretine bu derecelerde saldırı layık görülmemelidir. Bendelerine böyle bir şey yakıştırıldığı zaman yaratıldığım dinî ve millî değerlerimi pekâlâ bildiklerinden dolayı herkesten evvel efendimiz karşı çıkmakla beraber iftiracıya haddini bildirmek adaletlerinin şanı gereği idi.

Kullarınca iftira yakıştırması asla endişe sebebi olamaz. Fakat insanın ta can evine sokulan böyle bir iftira hançerinin ne derecelerde acı ve ne mertebelerde iyileşmesi imkânsız yara oluşturacağı kendini yerine koymakla belirir durumlardandır. Binaenaleyh sözünüz bu çirkin yakıştırmayı aşırı nefretle boşuna harcayanlara karşı çıkmakla nefsimi, o türlü sövgülerin ebediyen dışında tutarım.

Avrupa’ya gitmek bahsine gelince onu da efendimize açıklayayım: Bu defa döndükten sonra bazı kişilerle ve hatta kutlu saraylarında bile lakırdı arasında Batının medenî gelişmelerinden bahsolunduğu sırada acizane sanatım bulunduğu haysiyetle kitap basmanın dahi gelişme derecesini sayma ve beyanla (teessüf ederim ki vaktiyle matbaamı burada kurmuşum. Çünkü bu kadar çabamla beraber hiçbir şey kazanamıyorum. Burada on kuruş kazanmak için dokuz kuruş masraf etmeli. Avrupa’da ise on kuruş masraf eden bir matbaacı yüz kuruş istifade ediyor. Eğer elimde beş bin lira bir sermaye olsaydı bugün Avrupa’da mükemmel bir matbaa açar iki seneye varmadan vatanıma on bin lira ile dönerdim; çünkü burada dört yüz lira borçlanarak açtığım matbaayı bile sekiz senede üç bin liralık bir hâle getirdim) yollu sohbet etmiştim. İşte efendimiz jurnalcilerin tam bir başarıyla efendimize bildirdikleri (Avrupa’ya firar) meselesi bundan ibarettir.

Mesela bugün elimde beş bin lira bulunsa da Avrupa’da bir matbaa açmağa teşebbüs etsem günaha mı girmiş olurum? Ticaret yasak işlerden midir? Cebinde dört parası olmayan bir Avrupalı memleketimize

b.

gelerek birkaç sene zarfında milyon sahibi oluyor da bir Müslüman da Avrupa’da sanatı sayesinde servet kazanacağını akıl ve gözlemle bilip görüyorsa niçin gitmesin? Avrupa’da bir matbaa açmak yalnızca vatanına devletine ihanet fikrinden mi ileri gelir? Özellikle böyle bir fikirde bulunmak bendenize neden layık görülüyor. Lapsika’da [Leipzig?] Viyana’da Paris’te üç tane Türkçe harfi bir araya getirmiş birer matbaa vardır ki daha içinde ne İslam milleti ve ne de yüce saltanat aleyhinde el kadar bir kâğıt basılmıştır. Onlar Arapça ve Farsça eski ve nadir kitapların basımıyla meşguldür. Ben vatan ve milletin yardımlarına nankörlük eden öldürülmeye layık kötü yaradılışlı biri miyim? Hâşâ, toplum ve kulluk kisvem, o türlü kötü niyetlerden tamamen arınmıştır.

(Tevfîk Bey on bin kuruşum olursa Avrupa’ya giderdim) demek için deli olmak gerekir. Çünkü on bin kuruşla Avrupa’da bir matbaa değil (bulvar) üzerinde gazete satmak için bir (baraka) bile açılamaz. Kutlu şahanelerinin malumudur ki saklayacak bir fikri olanlar açıkça fikir beyanı etmezler. Maksatlarını bozuk olsun doğru olsun evladından bile gizlerler. Benim beş bin liram olsa da Avrupa’da bir matbaa açsam, demekten (ben Avrupa’ya gidip devlet ve memleketine karşı yayımda bulunacağım) manası çıkaranlar birtakım evsiz alçaklardır ki hakikaten onların ellerinden gelse veya ellerinden tutan bulunsa gidip devlet ve milletlerine ihanet ederler. Bu hâlde geçen gün bağışlanan yüz altın, kulunuzu denemek için verilmiş demek oluyor. Eğer bundan evvelce malumatım olsaydı yani hakkımdaki şu yakıştırmayı o parayı bazı çok gerekli ihtiyaçlarıma harcamaktan evvel haber alsaydım Cenab-ı Hakk’a yemin ederim ki darlığın son derecesinde bulunduğum hâlde dahi o kutlu lütfu kabul etmezdim.

Velinimetim bunların tamamı bir incir çekirdeği doldurmaz saçmalardan ibarettir. Bendeniz aileme, evladıma nasıl bağlıysam vatanıma, vatanımın meşru sahibi olan padişahıma da öyle bağlıyım. Ailem, evladım ölümlüdür; fakat Cenab-ı Hak’tan temenni ederim ki vatanım ve Osman oğulları sülalesi kıyamet saatine kadar kalıcı olsun. Bunu temenni etmeyecek bir Müslüman varsa Cenab-ı Hak Kahhar ismi hürmetine ezip yok etsin.

Ben kutlu zatlarını yakından bir has bendesi olmamış bile olsam efendimiz Osmanlı tahtında -uğur sayarak- oturdukça padişahımı meşru itaat edilen tanımayacak kadar hamdolsun akıl ve şuura sahibim. Ya kutlu zatlarından gördüğüm bunca yardıma karşı nasıl hain olayım? İyice düşünülsün de ondan sonra nasıl olmam gerekeceğine öyle hüküm buyrulsun.

c.

kullarını daima bir şüphe nazarı altında bulundurmaktaki kutlu düşüncelerini bir türlü anlayamıyorum. Şimdiye kadar hangi şüphe ihanetime hükmolundu. Niçin aciziniz hakkımda emniyetsizlik gösteriliyor. Altı yedi aydan beri pek çok iftiralara hedef olduk. Fakat şükürler ve şükürler olsun müfterilerin yüzleri kara çıkmaktan başka bir netice vermedi. Şimdi de hepsi bitti bendenizi Londra’da basılan ve Ermeni harfleriyle [onların] maksatları üzerine yazılan bir kitapçıkla suçlamaya kalkıştılar: Allah yeter, artar. Haklarında bu kadar şahane lütuflarına aracılık ettiğim Fotoğrafçı Abdullah Biraderleri bile Ermeni maksatlarına hizmet eder gördüğüm günden beri yirmi beş senelik hatıra bakmayarak terk eyledim. Dokuz aydır kendilerinin semtine uğramadığım gibi rast geldikçe selam bile vermedim. Ben vatanımın en kıymetsiz bir avuç toprağına canımı feda edenlerdenim. Vatanımdan bir cüzün bölünmesine çalışan alçak ile nasıl olur da fikirdaş olurum? Bendenizi böyle yürek paralayacak fiiller ile suçlamaya şahane değer ve insafları nasıl inandığına hâlâ taaccüp etmekteyim.

Efendimiz, üç ay evvel yani yirmi beş şabanda vaat buyrulup üç zilhiccede fiilen verilmesi müjdelenen bir hizmetin duyulması sonrasında böyle bir iftiraya hedef olmuşum. Kulunuz hakkındaki kutlu lütufları çekememe eseri değil midir? Bendenizi, yüz liram olursa Avrupa’ya gidecek, diye ihbar eden şapkalı Frenk her kimse meydana çıksın. Eğer yüzüme karşı söyleyebilirse hiç itirazsız kabul ederim.

Eğer efendimizin itimatları yalnızca bendelerinin Avrupa’ya gideceği hakkında sabit ise o itimadı ortadan kaldırmak da şahane ellerindedir. Bendenizi maddeten ve menfaaten hangi bir hizmetle buraya bağladınız? Dört senedir dört beş hizmete istihkak arz eyledim. Bir ikisi hakkında kutlu vaatleri de vaki olmuşken yine fiilen yerine getirildiği görülmedi. Kutlu katlarında hiçbir şeye istihkakım olmayıp da yalnız efendimize karşı kötü fikir sahibi olduğuma mı inanılıyor?

Zerre kadar samimiyeti olmayanlara en seçkin memurluklar veriliyor. Bendenize ise kutlu taraflarından uygun görülen bir okul müdürlüğü bile henüz yürürlüğe konmadan yine kutlu taraflarından istihkakımın üstünde görülüp erteleniyor. Kutlu sarayları içinde, dışında duymadık adam kalmamışken bendenize rezilliğim uygun görülüyor.

Bendeniz zaten o okulu sıkıntılarımı gidermeye destek olur ve bir de güzel sanatlara yaradılıştan vurgun olduğum memleketime bir hizmet edebilirim, diye kabul etmiştim. Yoksa kulunuz benzerleri yüce makamlarda bulunduğu hâlde bendeniz o kadar aşağı bir hizmeti minnetle kabul edecek derecelerde makam hırslısı değilim. Hatta ramazandan önce kabulünü arz eylediğim zaman okulun şahane himayelerine lütfen kabulüyle beraber aciz rütbemin terfiini dahi kabul şartı olarak arz etmiştim. Çekmekte olduğum ıstırap yükünden

ç.

dolayı efendimizin en az on defa başını ağrıtıp, canını sıkmadıkça beş kuruş buyurulduğunu bilmiyorum. Ve bir yalan bir bağış üzerine isnat olunan bir iftira ise yüz bin altın karşılığında tahammül olunur şeylerden değildir. On bir aydır padişahımızın şahsi hazinesinden maaş almadım. Ve böyle görevsiz olarak almayacağımı ise geçende de arz eyledim.

Kısacası efendimiz kulunuzu kendinden görülmemiş fiillerle kınamayın. Şurasını arz edeyim, ta Londra’da bir Ermeni kaleminden çıkmış olan bir kitapçığı bendeniz tarafından yazılmış olmak üzere keşfe kendinde kudret gören dürbünler biraz da yüce saltana merkezine kadar yayılan Moskof casuslarıyla Londra’da Paris’te, Marsilya’da bulunan Ermeni komitalarının gönderdikleri üyeleri görüp de hain emellerini başarısız bırakacak tedbirlerde bulunmuş olsa velinimetlerine daha ciddi bir hizmet etmiş olurlar inancındayım. Bundan dolayı kendi çoluk çocuk ve ailesiyle meşgul olan bir namus sahibine bu türlü iftiralarda bulunanların haddinin bildirilmesini yazıp dilerim efendim.

Sadık kulları

Ebüzziya Tevfik

[3] Ebüzziya Tevfik, Konya’daki ilk günlerini ve Konya’ya ait ilk izlenimlerini “Rûznâme-i Hayâtımdan Ba’zı Sahâ’if” başlığı altında Mecmû’a-i Ebüzziyâ’nın 11. cildinin 112 (8 Eylül 1911: 1084-1088) ve 113 (15 Eylül 1911: 1105-1112). cüzlerinde yayımlamıştır.

[4] Bu zât geçende vefât etmiş ve vefâtı, hele şu zamanda zâyiâttan bulunmuştur (Ebüzziya’nın notu).

[5] 112. cüz’ün sonu.

[6] Çelebilerden bizzât hâiz-i makâm olana Konya’da Mollaoğlu derler (Ebüzziya’nın notu).

[7] Sarazen: İslam’ın doğuşundan itibaren Orta Çağ-Latin Hristiyan literatüründe genelde “Hristiyan olmayanlar” özelde de “Araplar/Müslümanlar” için kullanılan bir tabirdir ki, ilgili dönem-literatürde Müslümanlar için büyük oranda bu kavram kullanılmıştır.

[8] Dervîşân arasında postnişîn zâta azîz ıtlak olunur. (Ebüzziya’nın notu)

[9] mütteka: Baş tarafı hilâl şeklinde olan ve otururken koltuk altına alınıp üzerine dayanılan âlet, dayangaç.

[10] Ahmed Rıza Bey (1858-1930), İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen kurucularındandır ve Auguste Comte’un pozitivizm felsefesini Türkiye’ye taşıyan kişidir (https://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmed_Rıza). Şûrâ-yı Devlet ve Âyan Meclisi üyelerinden ve Konya sürgünlerinden İngiliz Ali [Rıza] Bey (1830-1884)’in oğludur.

[11] Bugünkü Türkçe ile: “Sürgün mahsulü olan bu küçük halıyı fazilet örneği olan yüce şahsınız için yaptırdım. Üzerinde kûfî yazı ile “el-fevz” mısraı yazılıdır. Siz de bu söze hakkıyla layık bulunuyorsunuz. Zira bilgi ve içtihadınızla elde ettiğiniz başarı ve zafer dolayısıyla bütün vatan evlatları hizmetlerinize müteşekkirdir.”

[12] Ebüzziya Tevfik’in evinde, “muhafaza” adı altında sıkı bir gözetim altında olduğu Konya Valiliğinin, Yıldız Sarayı Başkâtipliğinden gönderilen 10 Mart 1901 yazıya cevaben gönderdiği 11 Mart 1901 tarihli şu yazıdan anlaşılmaktadır:

“Hû

Yıldız Sarây-ı Hümâyûnu

Başkitâbet Dâ’iresi

Konya Vilâyet-i Seniyyesine

 

C 25 Şubat sene 316 [10 Mart 1901] Ebü’z-ziyâ Tevfîk Bey’iñ Konya’ya vürûdu târîhinden şimdiye kadar bir senedir muhâfazasına soñ derece i’tinâ olunarak ve hattâ dâ’i-i şübhe olan bir uşağı yanından ayırtdırılarak zâhirde kendüsine hidmet itmek ve hakîkatde emr-i muhâfazası bir kat-dahâ takviyye idilmek maksadile gîceli gündüzlü müsta’id bir zabtıyye neferi ma’iyyetine terfîk olunduğu gibi bidâyetde ülfet peydâ itmek istediği ba’zı zevât ile olan ihtilât ve münâsebeti de külliyen tahdîd idildiği ve kendüsine ser-rişte-i şikâyet virilmeyecek bir sûret-i münâsebede îfâ idilmekde olan bu vazîfe-i tarassuduñ sâye-i şâhânede âtiyen dahi elden geldiği kadar hüsn-i îfâsında zerre kadar tecvîz-i kusûr idilmeyeceği arz olunur efendim fî 26 Şubat sene 316 [11 Mart 1901]

Konya Vâlîsi

Ferîd”

Günümüz Türkçesiyle:

“Ebüzziya Tevfik Bey’in Konya’ya geldiği tarihten şimdiye kadar bir senedir korunup gözetilmesine son derece özen gösterilmektedir. Öyle ki şüphe davetçisi olan bir uşağı yanından ayırtılarak görünürde kendisine hizmet etmek, gerçekte korunması işi bir kat daha takviye edilmek maksadıyla geceli gündüzlü yetenekli bir jandarma eri maiyetine arkadaş olunduğu gibi önceleri yakınlık oluşturmak istediği bazı kişilerle olan görüşme ve ilişkileri tamamıyla sınırlandırıldığı ve kendisine şikâyet sebebi verilmeyecek bir ilişki biçiminde yapılmakta olan bu gözetleme vazifesinin padişahımız sayesinde gelecekte de elden geldiğince güzellikle yerine getirilmesine zerre kadar kusura izin verilmeyeceği arz olunur efendim.

Konya Valisi

Ferit”

(BOA, Y..PRK.UM.. / 53-57, 20 Zilkade 1318 [11 Mart 1901]) (Belge Nu. 12)

 

[13] Kaptan-ı Derya Gürcü Halil Rifat Paşa’nın oğlu, Sultan Abdülmecid’in damadı ve Prens Sabahattin’in babası olan Damat Mahmud Celaleddin Paşa (1853-1903) olsa gerektir (https://tr.wikipedia.org/wiki/Damat_Mahmud_Celâleddin_Paşa_(1853-1903), 26.06.2020/15.45).

[14] Günümüz Türkçesiyle:

a.

 

 

Yüce Padişahlık Özel Kalem Müdürlüğü Başkâtipliğine

 

Merhametli efendim hazretleri,

Elâzığ tercümanı Hüsnü Bey’e yazdığım cevap mektubunun bir fıkrasında konu gereği: “İmkânsız temenni ahmaklıktır, derler. Şu kadar var ki bizim bulunduğumuz hâllerin ve onun sebeplerinin değişmesini ve ortadan kalkmasını temenni edersek imkânsızı temenni etmiş ve bundan dolayı ahmaklar sırasına geçmiş sayılmayız. Bana zulmeden kim olursa olsun, hatta babam dahi olsa, mademki onu zulmün tamirine hırslandırma mümkün değildir. Girip gitmiş hayretimin yenilenmesi namına tahminde bulunurum” demiş olmam birtakım kötü yorumlara sebebiyet vermiştir.

Kulunuzun yazdığını biliyor, bir bendeniz olduğum tasdik buyuruluyor inancındayım. İkinci olarak buraya geldiğimizden beri (hâl ve sanatımız icabı olarak) gerek bendenize gelen ve gerek bizden giden mektupların postanelerce açılmağa maruz bulunduğunu da bilmemiz tabiidir.

Bu hâlde yazdığı şeyin manasını ve gönderdiği mektupların genellikle açıldığını biliyor bir adam öyle zan olunduğu gibi kendisini kötü zan tehlikesine uğratacak söz yazmaz. Fıkra meydandadır. Bu cevabı gerektiren Hüsnü Bey’in mektubu da orada sorgulama arasında mevcuttur. Lütfen incelenirse tamamıyla anlaşılır ki o fıkra bir Alman şairinin düşüncesini tenkit için söylenmiş değerlendirmenin yönlendirmesiyle yazılmıştır. (Hâller) ve (müsebbipler) tabirleri her türlü şüpheyi gösteren değil midir? (Hâllerden) maksat her ikimizin bulunduğu sıkıntılı durum ve (müsebbipler)den maksat bu sıkıntının oluşmasını ortaya çıkaran sebep olan kişileri ve değişmesi temenni olunan hâl, bulunduğum hâller ve ortadan kalkmasını temenni ettiğimiz müsebbipler bu felâkete uğramamıza sebebiyet verenler olmakla, bana zulüm eden her kim olursa olsun, hatta babam dahi olsa madem ki onu zulmün tamirine hırslandırmak mümkün değildir, girip gitmesini temenni ederim sözü de elbette o müsebbiplere ve en şiddetli ve en kuvvetlisine ait olmak lazım gelmez mi?

(İlk yapan en zalimdir) hükmü meydanda iken bu ibarenin kusurunun kötülüğüne mahal var mıdır? Bulunduğumuz hâl, (zulüm hâli) olduğuna göre fail, zalim müsebbipler değil midir? Zira onlar sebep olanlardır; sebep olanlar ise fail ve dolayısıyla zalimdir. Şimdi bu ibareyi

b.

yakın anlamı dururken uzak yorumlarıyla maksadından ayırıp da mazlumların koruyucusu olan halifelik koruyucusu efendimize yöneltmek ayrıca bir zulüm değil midir?

Mümkün müdür ki (Sultan, Allah’ın arzdaki gölgesi ve zulme uğrayan herkes ona sığınır) sağlam hadisiyle çelişen, çeşitli insan topluluklarına ilahi adaletin gölgesini sunan ve bütün mazlumların sığınma yurdu ve koruyucusu olduğu Müslüman topluma müjdelenen İslam padişahına bu hakikati bilen bir Müslüman tarafından (hâşâ) zulüm isnat edilebilsin! Zalim meydanda ve zalimden adalet mi alacak mazlumların koruyucusu, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi efendimiz olduğu Peygamberin hadisi ile müspet iken ben, yüce Allah saklasın, peygamberimi de yalanlayan olabilirim. O hâlde ben ne kötü bir mahlukmuşum!

Firari Mahmut Paşa’nın bendenizi kaçırmak üzere iki İngiliz göndereceğini hikâye eden devletlilerinin telgrafnamesine verdiğim cevap sırasında “Velinimet efendimize, karşısına sabıkalarımdan yine de hâle ve geleceği ait hususlardan dolayı vicdanımda katiyen mesul bulunduğum cihetle müsterihim, sözüyle nefsimi velinimet efendimiz haklarında her türlü bozuk, kötü işlerinden tenzih etmiştim ki, şüphesiz bu gerçek bir dillendirme olmak üzere ilahi bir ilhamla kalbimden sadır olmuştur. Hamd Allah’a mahsustur:

Sorgu evrakım görülürse zalim ile sürekli olan zulüm ve şikâyet sebebim ve zalim hakkındaki oluşan temenninin hikmeti tamamıyla malum olur.

Fakat şurasını arz ederim ki, o fıkraya her ne mana verilmiş olsa onu mahkemenin diline düşürmek, çıkarılmak istenen manadan ziyade üzüntü çekicidir.

Eğer benim o sözümden cidden bir bozuk mana anlaşıldıysa beni mahkemeye sevke ne ihtiyaç vardı? Çünkü ben doğrudan doğruya sırf padişahıma ait olduğumdan beni istediği biçimde cezalandırma ve kınama da elbette padişahımın hakkıdır. Evet mahkemeye gittim. Fakat nasıl bir üzüntü ve karamsarlıkla gittiğimi Cenab-ı Hak bilir.

Bendeniz buraya sevk olunurken Çerkez Mehmet Paşa ile padişahımın ayağı toprağına yükselttiğim dilekçemde (kutlu yüceliklerine kumandanından emir alan bir er gibi derhâl boyun eğerek Konya’ya sürgün oldum) demiş ve bu muameleden dolayı yüksek sesle şikâyet etmiştim. Çünkü ne zaman olsa padişahımın, gördüğüm muameleyi hak etmemiş ve dolayısıyla mazlum bulunduğuma vâkıf olarak hakkımı zalimden alacağına emindim.

Mahkemenin bu meseledeki içtihadı ise bütün bütün yanlıştır. Beni mahkemeye veren yegâne maksat, benim ceza görmem değildir. Belki ibarenin yorumuyla hakikatin belirlenmesidir. Hâl böyle iken mahkeme benim

c.

oraya sevk olunuşumdan ceza görmem, kesinlikle, yüce gereklilik bulunduğuna hükmetmek gibi bir zanna düşerek herhâlde o fıkradan, isterse uzak olsun, bozuk bir mana çıkarmaya çalışmış ve yaptığım savunmaları dikkate almaksızın garip bir biçimde karar vermiştir.

Şikâyetim ise belirlenen cezadan değil, cezanın şeklindendir. Çünkü o cezayı gerektirecek olan ayıp ve utanmayla ve kulluk güvenim lekelenmiştir. Bu ayıp, pek çirkin ve kötülük vesilesi lekeyi hiçbir vakit kabul etmem. Dünya bir araya gelse benim o ibaremden öyle bir bozuk maksat çıkarmasına ihtimal yoktur. Kendimi bir iftiraya karşı savunmaya nasıl mecbursam, bu türlü bozuk anlamları yüklenebilecek sözlerin çıkışından da o suretle kendimi tenzih ederim. Adı geçen Hüsnü Bey’de iki seneden beri yazdığım yüz kadar mektubum bulunduğundan acıyarak onları almalarına emir verilebilir ve mektuplarım getirilip birer birer değerlendirilirse o zaman nasıl bir sadakatle bağlı bir bende olduğum hakikat bakışları önünde görülür.

Bana efendimiz, ben padişahımdan otuz sene zarfında gördüğüm lütufların cümlesinden kıymetli ve özellikle kutlu yüce yaradılışın/padişahın büyüklüğüne delil olduğu şerefle ömrüm oldukça kalbimde bir ulvi cevher şeklinde gösterişli olan bir lütuf gördüm ki o da bu aciz kullarını kutlu huzurlarıyla şeref kazandırdıkları bir günde hasta oğlumun hâlini sormakla birlikte ilaç tavsiyesi ve kutlu haralarından acıyarak kısrak sütü ayrılması gibi hiçbir kimsenin idrak etmediği pek yüksek bir yardımdır. İşte böyle bir efendiye ve öyle bir âlem pahası lütfa karşı artık benden böyle bir kötülük çıkmasına nasıl ihtimal verilebilir?

Buraya geldiğim günden beri şikâyetimi kime ayırdığım, zulüm ile kimi andığım, merhamet ve adaleti ne taraftan beklediğim, kutlu güvene erişmekle yüceltilen vali paşadan da araştırılabilir. Gerçi adı geçenle öteden beri uyuşmaz yaradılışımız sebebiyle aramızda soğukluk ve hele şu meselenin ortaya çıkışından beri İstanbul’daki oğlumdan gelen mektupları verdirmemeğe kadar acizanem hakkında şiddeti layık görmesinden dolayı elbette nefret olmakla beraber doğruluk ve namusluluk sebebiyle gerçeği saklamaz sanırım. Sürekli her hâl ve mahalde padişahına ait olan bu eski kulunun, sabıkaları, övündüğü kulluğu göz önünde tutularak ona göre muamele buyurulmasını padişahımın merhamet ve lütfundan dilerim. Buyruk...

29 Haziran 1902

Padişahın sadık kulu

Ebüzziya Tevfik

[15] Günümüz Türkçesiyle:

Konya Valiliği

489

Yüce Mabeyn-i Hümayun Başkâtipliğine

 

Merhametli Efendim Hazretleri

Elâzığ vilayeti tercümanı Hüsnü Bey’e gönderdiği hezeyan karışmış bir mektubun içindekilerden dolayı Konya’da ikamete memur Ebüzziya’nın yargılanmaya alınmasıyla elde edilecek neticenin yazıyla sunulması halifeliğin koruyucusu hazretlerinin yüce buyrukları gereğinden bulunacağı ve mezkûr mektubun buraya gönderilmesi için Posta ve Telgraf Nezaretine resmen bildirildiği gibi zararlı bölümlerini anlatan diğer bir mektubun sureti de gönderildiği şerefle gelen 24 Mayıs sene 318 [6 Haziran 1902] tarihli ve bin altı yüz otuz yedi sayılı yüce sadrazamlığın yazılarında beyan buyurulmuş ve mezkûr mektup, adı geçen mezkûr nezaretten gelerek acizane tarafımdan incelenmiştir. Kutlu padişahın buyruğunu süratle yerine getirmek yüklendiğimiz kulluğumuzun bir borcu olduğundan Ebüzziya’nın hemen sorgulama ve yargılamaya alınmasını derhâl özel bir yazıyla istinaf genel savcılığına ve sorgulama soruşturmasının sürat ve güvenlikle geçmesine dikkat ve nezaret etmesi lüzumu da keza yazıyla il adliye müfettişliğine tebliğ ve dikkat çekildiği gibi hanesi de özel memurlar aracılığıyla bastırılarak her tarafı arandığı hâlde doğrudan doğruya bu işi ilgilendirir mühim bir evrak bulunamamıştır. Soruşturma dairesine getirilerek sorgulamaya alınan Ebüzziya, daha önce anılan mektubun dikkat çeken zararlı bölümlerindeki kastettiği manayı kendisinin buraya uzaklaştırılmasına sebep olan zabıta nazırı ile diğer bazı kişiler sarf edilmiş olup, halifeliğin koruyucusu hazretlerinin pek temiz kişiliğine olan kulluk bağlılığının mükemmel bulunduğunu arz ettiği açıklama ve yorumda belirtmişse de bu yorum ve savunmaları adliye tarafından da vicdani kanaatin oluşmamasına dayanılarak yargılanmasının gereğine karar verilerek mahkemece bir özel bir biçimde yargılanması ele alındığından neticesinin başkaca yazıyla sunulması kararlaştırılmıştır. Olayın araştırılmasına nazaran söz konusu olan mektubun Konya Postanesince tutulamaması, yalnız zarfı üzerindeki yazının bile bile bilinen el yazısına pek de benzemeyecek biçimde yazılmış olmasından  ve o gün posta işlemlerine kâtiplerden birinin denetlemesiyle mektup adi bir vasıta ile gönderilmesinden ileri geldiği anlaşılarak ancak bundan sonra da diğer bir biçim ve vasıta ile postaneye mektup gönderecek olunursa hemen alıkonularak hükümete tesliminin kesin gereği posta memurlarına kesin biçimde tekrar edilip hatırlatıldığı gibi muhafazasına memur olanlar da yeniden değiştirilerek hiçbir taraf ile haberleşmesine ve kimse ile görüşmesine meydan vermeyecek derecede uyanık diğer memurların yeterince tayiniyle durum ve hareketleri şiddetli bir gözlem ve kayıt altına alınmış ve bundan sonra hanesinden dışarıya çıkmayıp orada mahpus ve tutuklu durması aracıyla kendisine tebliğ olunarak her türlü görüşme ve ilişkileri kesilmiş olduğunu arz ve durum beyanına cüret edip, bu konuda emir ve ferman emir sahibi hazretlerinindir. 20 Haziran 1902

Konya Valisi

bendeleri

mühür: Mehmet Ferit