KONYA’DA LALE KÜLTÜRÜ
Ali IŞIK
Farsça
bir kelime olan “lâle” (Lat. tulipa), zambakgiller (Liliaceae)
familyasından güzel çiçekleri ile süs bitkisi olarak yetiştirilen, çok yıllık,
soğanlı ve otsu bir bitkinin adıdır. Çiçekleri bir sap üzerinde bir tane olup
çiçek örtüsü altı parçalı, serbest, kırmızı, sarı veya beyaz renkli olabilir.
Her parçanın dip kısmında genellikle esmer renkli bir leke görülür. Gerçek
vatanının Orta Asya olduğu sanılan lale esas itibariyle yabani bir bitkidir.
Türkiye’de on beş kadar türü bulunmaktadır. Çok çiçekliler de dâhil yaklaşık 5.000
çeşidi bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilmektedir.
Roma
ve Bizans dönemlerinde tanınmayan lale, Anadolu’da XII. yüzyıldan itibaren süs
bitkisi olarak dikilmeye başlanmıştır. Bu yüzyılda Anadolu’yu İstanbul
yakınlarına kadar baştanbaşa fetheden Selçuklular, kendilerine payitaht
yaptıkları Konya’da bir yandan mamureler inşa ederken, bir yandan da yeni
başkentin pek çok yerinde gül ve lale bahçeleri oluşturmuşlardır. Adını büyük
Selçuklu devlet adamı Turuntay’dan alan Meram ilçesi sınırları dâhilindeki
Durunday semti, gül ve lale bahçeleriyle şöhret bulmuş; hatta buradaki bir
mevki “Lale Yeri/Lale Bahçe” adlarıyla anılagelmiştir. Lalebahçe Karakemal
Mezarlığı içerisinde türbesi bulunan Zahrüddin Ali’nin bu yöreyi laleyle
tanıştıran kişi olduğuna dair bir kanaat vardır.
Türkiye’den
Avrupa’ya ne zaman götürüldüğü kesin olarak bilinmeyen lalenin, Kanuni Sultan
Süleyman döneminde Avusturya-Macaristan imparatoru elçisi Ootgeer Giselijn van
Busbeke tarafından Avrupa’ya götürüldüğü sanılmaktadır. 1559
Nisanında Almanya-Augsburg’da Hewart’ın bahçesinde çiçek açan lale türü
İsviçreli tabiat bilgini Konrad Gesner tarafından “tulipa turcarum” (Türk lalesi)
olarak adlandırılmıştır. Lale tutkusu, bütün dünyada zaman zaman “lale
deliliği” (tulipomania) diye anılan aşırı boyutlara ulaşmıştır. Bu tutkunun, lalenin
XVI. yüzyıl İstanbul’unda kültür yoluyla çok sayıda çeşidinin elde edilmesiyle
arttığı ve XVIII. yüzyılda, özellikle sonradan Lale Devri (1718-1730) denilen
dönemde doruğa ulaştığı bilinmektedir. Bugün Avrupa ülkelerinde lale bitkisi
için kullanılan “tulip” kelimesi, Türklerin bu bitkiye “tulipan” adını
verdiklerini kaydeden Busbeke’nin hatıratına dayanmaktadır. Bu isim, Türklerin
başlarına sardıkları tülbentle ilintilidir. Kelimenin, “sarık biçimindeki
çiçek” anlamında tülbentten gelmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Muhtelif
kaynaklara göre İstanbul’da ıslah edilmiş ilk lale çeşidini elde eden kişi Şeyhülislam
Ebussuut Efendi’dir. Ebussuut Efendi’nin elde ettiği ilk lale çeşidine “nûr-ı
adn” (cennet nuru) ismi verilmiştir.
Lalenin
Türkiye’de en çok sözü edilen türleri rumi lale, lale-i Numan, Manisa lalesi ve
Girit lalesidir. Rumi lale kırmızı renklidir. Lale-i Numan şakayık da denilen
gelinciktir. Yalınkat, katmerli, beyaz, sarı, pembe, kırmızı ve alaca çeşitleri
vardır. Bu çiçeği Hire’deki Lahmi hanedanının son hükümdarı Numan b. Münzir çok
sevdiği için ona bu ad verilmiştir.
Manisa
lalesi şakayık türünden, güneşte açan kadehi beyaz, kenarı havai bir çiçektir.
Girit lalesi ortası siyah tohumlu, beyaz katmerlidir; başka renkleri de elde
edilmiştir. Anadolu’da lalenin dağ lalesi, berrîlale, kara lale, lale-i dağdar,
lale-i hamra gibi adlarla anılan birçok çeşidi bulunmaktadır.
Edebiyat
ve Sanatta Lale
İran
mitolojisine göre, yaprağın üzerindeki çiğ tanesine yıldırım düşmesi sonucu çiğ
tanesi ve yaprağın alev alıp yanmasıyla ortaya çıkan lale, XIII. yüzyıldan
başlayarak Selçuklu abidelerinde, yazma kitap ve kaplarında görülmeye
başlanmıştır. Bu çiçeği mevcut bilgilere göre şiirde ilk kullanan kişi Mevlâna’dır.
O, bilhassa Divan-ı Kebir’inde gerek gerçek gerekse mecaz (mazmun)
anlamıyla laleye çokça yer vermiştir.
“Lâlenin
âşıklara kadeh sunduğunu gördü de bahçe onca Hakk âşıklarına çiçekler saçtı,
sonra mezeler ikram etti.” (I/17)
“Bize
kadehsiz olarak, lâle renkli şarabı sun; sun da, gül, bizim kızarmış yüzümüzü
görsün, secdeye kapansın.” (I/35)
“Lale,
gönlü dertle yanmış rahip gibi kanlı gözyaşları dökerek, dağların yolunu
tutmuş.” (I/116)
“Görmüyor
musun? Lale, gül renkli etekliğiyle gidiyor. Ama topraktan kanlara bulanmış
olarak bitiyor. Başkaldırıyor.” (I/125)
“O
resimlerdeki gönül alan güzellerin güzelliklerini, lale bahçelerindeki lalelerin
renklerini doya doya seyret!” (II/24)
“Sen
dersin ki: ‘Ben rüyada kendimi gördüm! Sanki bir selvi imişim; yüzüm bir lalelik,
bedenim ise gül, yasemen!..” (II/149)
“Ateş,
Allah’ın emri ile, gönlü uyanık kişilere lâle olur, gül olur, çiçek olur,
reyhan olur, söğüt, süsen olur!” (III/32)
“Çayırlar,
çimenler de kış zindanının kapısını kırdılar, görmüyor musunuz? Güller, laleler
Allah’ın ihsanıyla süslenmişler; neşeli neşeli gülüp duruyorlar.” (III/119)
“Zaten
gülle lale, renkleri ve kokuları ile gönülleri avlayan tuzağa benzerler,
kendilerini seyredenleri avlarlar! Öteki çiçekler de öyle; onlar da gözleri,
gönülleri avlayan birer tuzak! Meyveler de, onlara av olmuş!” (III/151)
“Ey
lale; ne güzel rengin var! Sana bu rengi kim verdi? Hakk’ın lütuf şarabı ile
sersem olmuşsun, bir şey söylemiyorsun! Güzelsin, güzel yanaklısın; bu özrün
padişaha yeter!” (III/151)
Ancak
bazılarına yer verilebilen Mevlâna’nın bu mısraları sanki lale bahçelerinde
terennüm edilmiş gibidir.
Şairler
tarafından lalenin üzerinde durulan önemli özelliklerinden biri kırmızı
rengidir. Bu renk daha çok sevgilinin utangaçlığını sembolize etmekte,
utangaçlığından dolayı da lale bağ kenarında “hacîl” (utanmış, yüzü kızarmış) durmaktadır.
Utangaç sevgilinin yanağı, âşığın gözyaşı lalenin kırmızı rengine benzetilir.
Renginden dolayı lale ayrıca âşık, gönül, kan, yara, yüz, yanak, gelin, kanlı
göz, gözyaşı, kanlı kefen, ateş, çerağ, güneş, şafak, kına, kızılbaş, şarap
(şarâb-ı lâle-gûn), la’l, kâse-i mercan, la’lin kadeh, al sancak; şekil yönünden
de kadeh, çadır, asker, sancakbeyi, serasker, attar, kırmızı fanus, etfal (çocuk),
külah, dil gibi unsurlara benzetilir. Laleden söz eden beyitlerde rengi
dolayısıyla kan ağlamak, bağrı hun olmak, kan bulaşmak, kan yutmak, kanına
girmek, kan içmek, kanlı olmak, kanı kurumak, nice demler görmek, yanıp
yakılmak gibi deyimlere de yer verilir.
Lalenin
ortasındaki siyahlığın sevgilinin yanaklarını kıskanma veya onlara özenme
sonucunda ortaya çıkan bir yara olduğu düşünülür. Bu hâliyle bazen bağrını dağlayan
bir âşık olur veya üzerinde siyah ben bulunan bir yüz gibi tasavvur edilir. Bu
siyahlık, gözlerine kara su inme şeklinde de anlatıldığı gibi dimağını kokulu
kılmak için âşığın kadehine amber koymasıyla da izah edilir. Lale bazen
buhurdanlık taşıyan bir kişidir. Kırmızı yaprakları ateş, siyah nokta ise ateş
üzerine konmuş öddür yahut lale, elinde la’lden yapılmış bir sürmedan olduğu hâlde
sürme satmaktadır.
Dağ
eteklerinde, ırmak kıyılarında taşlık yerlerde, bağ, bahçe, çemen ve sahralarda
yetişen yabani bir çiçek olan lalenin çok çabuk solması ve suya fazla ihtiyaç
duyması gibi özelliklerinden de söz edilir. Bu durum “bağ kenarında durma”
şeklinde anlatılır ve bundan dolayı lâle “garip” olarak tanımlanır. “Miskin”
nitelemesiyle de lalenin, ortasındaki siyahlığa misk rengi ve kokusu
dolayısıyla işaret edilir.
Lale
kelimesi Allah lafzında yer alan harflerle yazılmakta, dolayısıyla her ikisi de
ebcet değeri olarak altmış altı sayısını vermektedir. Bazı mutasavvıfların
mezar taşlarına lale motifinin işlenmesi de bu benzerlikle ilgili olmalıdır. Lale
kelimesi tersinden okununca “hilâl” kelimesi ortaya çıktığından şairler “aks-i
lâle” sözüyle de hilale işaret ederler.
Lale
çini, kumaş, halı, tahta, deri, sedef ve taş işlerinde önemli bir süsleme
unsuru olarak da kullanılmıştır. Konya’da günümüze kadar gelebilmiş bazı
Selçuklu çinilerinde lale motifleri yer almaktadır. Mesela günümüzde Berlin
İslam Sanatı Müzesi’nde sergilenen Alâeddin (Kılıçaslan) Köşkü’ne ait sekiz
köşeli bir çini parçasında, iki insan figürünün arasında oldukça büyük boyutlu
bir lale motifi dikkat çekmektedir. Diğer yandan Sadreddin Konevi Camii’nin
çini mihrabında siyah lale motiflerine, Kasım Halife Camii Haziresi’nde bulunan
yekpare iki sandukadan birinde lale kabartmasına yer verilmiştir.
KAYNAKÇA:
AYVAZOĞLU,
Beşir (1996), Güller Kitabı/Türk Çiçek Kültürü Üzerine Bir Deneme,
İstanbul: Ötüken Yay. (3. bs.).
BAYTOP,
Turhan-Cemal KURNAZ-F. Çiçek DERMAN (2003), “Lâle”, TDV İslam Ansiklopedisi,
c. XXVII, s. 79-81.
BÜYÜKÇANGA
(EREN), H. Hilal (2006), “Anadolu Selçuklu Seramiklerinde Figürlerin Dili ve
Resim Eğitimi Açısından İncelenmesi”, SÜSBE Güzel Sanatlar Eğitim Ana Bilim
Dalı Resim İş Öğretmenliği Bilim Dalı, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi),
Konya.
ÇAĞBAYIR,
Yaşar (2007), Ötüken Türkçe Sözlük, İstanbul: Ötüken Yay., III/2934.
ERSOY,
Elif (2011), “Lâle Üzerine Notlar”, Anadolu Aydınlanma Vakfı Bülteni,
sy. 10 (Mart), s. 1-8 (http://www.anadoluaydinlanma.org/Yazilar/lale.pdf,
25.10.2013/11.30).
HAKVERDİOĞLU,
Metin (2008), “Lâle Devri ve Lâle İsimleri”, Turkish Studies International
Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, sy.
3/4 (26 Kasım), s. 472-498.
KONYALI,
İbrahim Hakkı (1997), Âbideleri ve
Kitabeleriyle Konya Tarihi, Ankara (2. bs.), s. 369.
ONAY,
Ahmet Talât (1996), Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı, (haz.
Cemal Kurnaz), İstanbul, s. 145-146, 352.
ÖNAL,
Sevda (2009), “Klasik Türk Edebiyatında Lale ve Edebî Bir Tür Örneği Olarak
Lale Şiirleri”, International Periodical For the Languages, Literature and
History of Turkish or Turkic, Volume 4/2 (Winter), s. 911-927.
RUMİ,
Mevlâna Celâleddin (ts.), Dîvân-ı Kebîr’den Seçmeler, I-IV, (haz. Şefik
Can), (e-kitap).
http://tr.wikipedia.org/wiki/Lale,
20.10.2013/20.26
http://www.konya.bel.tr/haberayrinti.php?haberID=3724,
21.10.2013/10.35
http://www.nisanyansozluk.com/?k=lale,
20.10.2013/20.32
Ali IŞIK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder