7 Ekim 2017 Cumartesi

Konya'da Lale Kültürü



KONYA’DA LALE KÜLTÜRÜ
Ali IŞIK

Farsça bir kelime olan “lâle” (Lat. tulipa), zambakgiller (Liliaceae) familyasından güzel çiçekleri ile süs bitkisi olarak yetiştirilen, çok yıllık, soğanlı ve otsu bir bitkinin adıdır. Çiçekleri bir sap üzerinde bir tane olup çiçek örtüsü altı parçalı, serbest, kırmızı, sarı veya beyaz renkli olabilir. Her parçanın dip kısmında genellikle esmer renkli bir leke görülür. Gerçek vatanının Orta Asya olduğu sanılan lale esas itibariyle yabani bir bitkidir. Türkiye’de on beş kadar türü bulunmaktadır. Çok çiçekliler de dâhil yaklaşık 5.000 çeşidi bahçelerde süs bitkisi olarak yetiştirilmektedir.
Roma ve Bizans dönemlerinde tanınmayan lale, Anadolu’da XII. yüzyıldan itibaren süs bitkisi olarak dikilmeye başlanmıştır. Bu yüzyılda Anadolu’yu İstanbul yakınlarına kadar baştanbaşa fetheden Selçuklular, kendilerine payitaht yaptıkları Konya’da bir yandan mamureler inşa ederken, bir yandan da yeni başkentin pek çok yerinde gül ve lale bahçeleri oluşturmuşlardır. Adını büyük Selçuklu devlet adamı Turuntay’dan alan Meram ilçesi sınırları dâhilindeki Durunday semti, gül ve lale bahçeleriyle şöhret bulmuş; hatta buradaki bir mevki “Lale Yeri/Lale Bahçe” adlarıyla anılagelmiştir. Lalebahçe Karakemal Mezarlığı içerisinde türbesi bulunan Zahrüddin Ali’nin bu yöreyi laleyle tanıştıran kişi olduğuna dair bir kanaat vardır.
Türkiye’den Avrupa’ya ne zaman götürüldüğü kesin olarak bilinmeyen lalenin, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Avusturya-Macaristan imparatoru elçisi Ootgeer Giselijn van Busbeke tarafından Avrupa’ya götürüldüğü sanılmaktadır. 1559 Nisanında Almanya-Augsburg’da Hewart’ın bahçesinde çiçek açan lale türü İsviçreli tabiat bilgini Konrad Gesner tarafından “tulipa turcarum” (Türk lalesi) olarak adlandırılmıştır. Lale tutkusu, bütün dünyada zaman zaman “lale deliliği” (tulipomania) diye anılan aşırı boyutlara ulaşmıştır. Bu tutkunun, lalenin XVI. yüzyıl İstanbul’unda kültür yoluyla çok sayıda çeşidinin elde edilmesiyle arttığı ve XVIII. yüzyılda, özellikle sonradan Lale Devri (1718-1730) denilen dönemde doruğa ulaştığı bilinmektedir. Bugün Avrupa ülkelerinde lale bitkisi için kullanılan “tulip” kelimesi, Türklerin bu bitkiye “tulipan” adını verdiklerini kaydeden Busbeke’nin hatıratına dayanmaktadır. Bu isim, Türklerin başlarına sardıkları tülbentle ilintilidir. Kelimenin, “sarık biçimindeki çiçek” anlamında tülbentten gelmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Muhtelif kaynaklara göre İstanbul’da ıslah edilmiş ilk lale çeşidini elde eden kişi Şeyhülislam Ebussuut Efendi’dir. Ebussuut Efendi’nin elde ettiği ilk lale çeşidine “nûr-ı adn” (cennet nuru) ismi verilmiştir.
Lalenin Türkiye’de en çok sözü edilen türleri rumi lale, lale-i Numan, Manisa lalesi ve Girit lalesidir. Rumi lale kırmızı renklidir. Lale-i Numan şakayık da denilen gelinciktir. Yalınkat, katmerli, beyaz, sarı, pembe, kırmızı ve alaca çeşitleri vardır. Bu çiçeği Hire’deki Lahmi hanedanının son hükümdarı Numan b. Münzir çok sevdiği için ona bu ad verilmiştir.
Manisa lalesi şakayık türünden, güneşte açan kadehi beyaz, kenarı havai bir çiçektir. Girit lalesi ortası siyah tohumlu, beyaz katmerlidir; başka renkleri de elde edilmiştir. Anadolu’da lalenin dağ lalesi, berrîlale, kara lale, lale-i dağdar, lale-i hamra gibi adlarla anılan birçok çeşidi bulunmaktadır.
Edebiyat ve Sanatta Lale
İran mitolojisine göre, yaprağın üzerindeki çiğ tanesine yıldırım düşmesi sonucu çiğ tanesi ve yaprağın alev alıp yanmasıyla ortaya çıkan lale, XIII. yüzyıldan başlayarak Selçuklu abidelerinde, yazma kitap ve kaplarında görülmeye başlanmıştır. Bu çiçeği mevcut bilgilere göre şiirde ilk kullanan kişi Mevlâna’dır. O, bilhassa Divan-ı Kebir’inde gerek gerçek gerekse mecaz (mazmun) anlamıyla laleye çokça yer vermiştir.
“Lâlenin âşıklara kadeh sunduğunu gördü de bahçe onca Hakk âşıklarına çiçekler saçtı, sonra mezeler ikram etti.” (I/17)
“Bize kadehsiz olarak, lâle renkli şarabı sun; sun da, gül, bizim kızarmış yüzümüzü görsün, secdeye kapansın.” (I/35)
“Lale, gönlü dertle yanmış rahip gibi kanlı gözyaşları dökerek, dağların yolunu tutmuş.” (I/116)
“Görmüyor musun? Lale, gül renkli etekliğiyle gidiyor. Ama topraktan kanlara bulanmış olarak bitiyor. Başkaldırıyor.” (I/125)
“O resimlerdeki gönül alan güzellerin güzelliklerini, lale bahçelerindeki lalelerin renklerini doya doya seyret!” (II/24)
“Sen dersin ki: ‘Ben rüyada kendimi gördüm! Sanki bir selvi imişim; yüzüm bir lalelik, bedenim ise gül, yasemen!..” (II/149)
“Ateş, Allah’ın emri ile, gönlü uyanık kişilere lâle olur, gül olur, çiçek olur, reyhan olur, söğüt, süsen olur!” (III/32)
“Çayırlar, çimenler de kış zindanının kapısını kırdılar, görmüyor musunuz? Güller, laleler Allah’ın ihsanıyla süslenmişler; neşeli neşeli gülüp duruyorlar.” (III/119)
“Zaten gülle lale, renkleri ve kokuları ile gönülleri avlayan tuzağa benzerler, kendilerini seyredenleri avlarlar! Öteki çiçekler de öyle; onlar da gözleri, gönülleri avlayan birer tuzak! Meyveler de, onlara av olmuş!” (III/151)
“Ey lale; ne güzel rengin var! Sana bu rengi kim verdi? Hakk’ın lütuf şarabı ile sersem olmuşsun, bir şey söylemiyorsun! Güzelsin, güzel yanaklısın; bu özrün padişaha yeter!” (III/151)
Ancak bazılarına yer verilebilen Mevlâna’nın bu mısraları sanki lale bahçelerinde terennüm edilmiş gibidir.
Şairler tarafından lalenin üzerinde durulan önemli özelliklerinden biri kırmızı rengidir. Bu renk daha çok sevgilinin utangaçlığını sembolize etmekte, utangaçlığından dolayı da lale bağ kenarında “hacîl” (utanmış, yüzü kızarmış) durmaktadır. Utangaç sevgilinin yanağı, âşığın gözyaşı lalenin kırmızı rengine benzetilir. Renginden dolayı lale ayrıca âşık, gönül, kan, yara, yüz, yanak, gelin, kanlı göz, gözyaşı, kanlı kefen, ateş, çerağ, güneş, şafak, kına, kızılbaş, şarap (şarâb-ı lâle-gûn), la’l, kâse-i mercan, la’lin kadeh, al sancak; şekil yönünden de kadeh, çadır, asker, sancakbeyi, serasker, attar, kırmızı fanus, etfal (çocuk), külah, dil gibi unsurlara benzetilir. Laleden söz eden beyitlerde rengi dolayısıyla kan ağlamak, bağrı hun olmak, kan bulaşmak, kan yutmak, kanına girmek, kan içmek, kanlı olmak, kanı kurumak, nice demler görmek, yanıp yakılmak gibi deyimlere de yer verilir.
Lalenin ortasındaki siyahlığın sevgilinin yanaklarını kıskanma veya onlara özenme sonucunda ortaya çıkan bir yara olduğu düşünülür. Bu hâliyle bazen bağrını dağlayan bir âşık olur veya üzerinde siyah ben bulunan bir yüz gibi tasavvur edilir. Bu siyahlık, gözlerine kara su inme şeklinde de anlatıldığı gibi dimağını kokulu kılmak için âşığın kadehine amber koymasıyla da izah edilir. Lale bazen buhurdanlık taşıyan bir kişidir. Kırmızı yaprakları ateş, siyah nokta ise ateş üzerine konmuş öddür yahut lale, elinde la’lden yapılmış bir sürmedan olduğu hâlde sürme satmaktadır.
Dağ eteklerinde, ırmak kıyılarında taşlık yerlerde, bağ, bahçe, çemen ve sahralarda yetişen yabani bir çiçek olan lalenin çok çabuk solması ve suya fazla ihtiyaç duyması gibi özelliklerinden de söz edilir. Bu durum “bağ kenarında durma” şeklinde anlatılır ve bundan dolayı lâle “garip” olarak tanımlanır. “Miskin” nitelemesiyle de lalenin, ortasındaki siyahlığa misk rengi ve kokusu dolayısıyla işaret edilir.
Lale kelimesi Allah lafzında yer alan harflerle yazılmakta, dolayısıyla her ikisi de ebcet değeri olarak altmış altı sayısını vermektedir. Bazı mutasavvıfların mezar taşlarına lale motifinin işlenmesi de bu benzerlikle ilgili olmalıdır. Lale kelimesi tersinden okununca “hilâl” kelimesi ortaya çıktığından şairler “aks-i lâle” sözüyle de hilale işaret ederler.
Lale çini, kumaş, halı, tahta, deri, sedef ve taş işlerinde önemli bir süsleme unsuru olarak da kullanılmıştır. Konya’da günümüze kadar gelebilmiş bazı Selçuklu çinilerinde lale motifleri yer almaktadır. Mesela günümüzde Berlin İslam Sanatı Müzesi’nde sergilenen Alâeddin (Kılıçaslan) Köşkü’ne ait sekiz köşeli bir çini parçasında, iki insan figürünün arasında oldukça büyük boyutlu bir lale motifi dikkat çekmektedir. Diğer yandan Sadreddin Konevi Camii’nin çini mihrabında siyah lale motiflerine, Kasım Halife Camii Haziresi’nde bulunan yekpare iki sandukadan birinde lale kabartmasına yer verilmiştir.

KAYNAKÇA:
AYVAZOĞLU, Beşir (1996), Güller Kitabı/Türk Çiçek Kültürü Üzerine Bir Deneme, İstanbul: Ötüken Yay. (3. bs.).
BAYTOP, Turhan-Cemal KURNAZ-F. Çiçek DERMAN (2003), “Lâle”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. XXVII, s. 79-81.
BÜYÜKÇANGA (EREN), H. Hilal (2006), “Anadolu Selçuklu Seramiklerinde Figürlerin Dili ve Resim Eğitimi Açısından İncelenmesi”, SÜSBE Güzel Sanatlar Eğitim Ana Bilim Dalı Resim İş Öğretmenliği Bilim Dalı, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya.
ÇAĞBAYIR, Yaşar (2007), Ötüken Türkçe Sözlük, İstanbul: Ötüken Yay., III/2934.
ERSOY, Elif (2011), “Lâle Üzerine Notlar”, Anadolu Aydınlanma Vakfı Bülteni, sy. 10 (Mart), s. 1-8 (http://www.anadoluaydinlanma.org/Yazilar/lale.pdf, 25.10.2013/11.30).
HAKVERDİOĞLU, Metin (2008), “Lâle Devri ve Lâle İsimleri”, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, sy. 3/4 (26 Kasım), s. 472-498.
KONYALI, İbrahim Hakkı (1997), Âbideleri ve Kitabeleriyle Konya Tarihi, Ankara (2. bs.), s. 369.
ONAY, Ahmet Talât (1996), Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı, (haz. Cemal Kurnaz), İstanbul, s. 145-146, 352.
ÖNAL, Sevda (2009), “Klasik Türk Edebiyatında Lale ve Edebî Bir Tür Örneği Olarak Lale Şiirleri”, International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 4/2 (Winter), s. 911-927.
RUMİ, Mevlâna Celâleddin (ts.), Dîvân-ı Kebîr’den Seçmeler, I-IV, (haz. Şefik Can), (e-kitap).
http://tr.wikipedia.org/wiki/Lale, 20.10.2013/20.26
http://www.konya.bel.tr/haberayrinti.php?haberID=3724, 21.10.2013/10.35
http://www.nisanyansozluk.com/?k=lale, 20.10.2013/20.32

Ali IŞIK




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder