30 Kasım 2017 Perşembe

Geçmişten Günümüze Konya'da Hacı Uğurlama ve İndirme




GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KONYA’DA HACI UĞURLAMA VE İNDİRME
Ali IŞIK

Arapçada “gitmek, yönelmek; ziyaret etmek” anlamlarına gelen hac kelimesi, fıkıh terimi olarak imkânı olan her Müslümanın belirlenmiş zaman içinde Kâbe’yi, Arafat, Müzdelife ve Mina’yı ziyaret etmek ve belli bazı dinî görevleri yerine getirmek suretiyle yaptığı ibadeti ifade eder. Bu ibadeti yerine getirenlere de hacı denir (Harman 1996: 382). Esasen zenginlerin yükümlü olduğu bu ibadeti, zengin-fakir bütün Konyalılar yerine getirmeye can atarlar. Zira hac; Konyalıların evlenme, ev bark ve çocuk sahibi olma, çocuklarını evlendirme gibi mürüvvetleri arasındadır. Yol ve ulaşım şartlarının çetin olduğu eski devirlerde bu mürüvveti sadece Konyalı erkekler görürken, 1980’lerden itibaren yol ve yolculuk şartlarının iyileşmesiyle kadınlar da yaşamaya başlamışlardır.
Hacı sıfatı, Konya’da itibarı kadar sorumluluğu da büyük olan bir unvandır. Bundan dolayı Konyalı hacı adayları bu kutsal yolculuğa kendilerini manevi olarak da hazırlarlar. Manevi hafiflemenin ilk adımı da üzerindeki kul haklarından kurtulmak, küslükleri sonlandırmaktır. Bunun için bütün eş dost ve akrabalara helallik dileme ve allahaısmarladık ziyaretleri yapılır. Bu ziyaretlerin haricinde her karşılaşılan tanıdığa hacca gidileceği duyurularak helallik ve dua talebinde bulunulur. Müstakbel hacının bu ricasını samimiyetle yerine getiren muhatabı da ona Hz. Peygamber’e iletilecek selamını emanet eder. Hac sürecinin bu safhasında müstakbel hacıların bütün yakınları da onları evlerine yemeğe davet ederler. Bu yemek davetleri Konya’da “hacı daveti” olarak adlandırılır.
Hacı adayları bu veda ziyaretleri ve davetlerden fırsat buldukça hac sonrası ziyaretçilerine verilecek hediyenin temini telaşına düşerler. Eskiden hacı hediyeleri kutsal topraklardan getirilirken, günümüzde zemzem ve hurma başta olmak üzere bütün hediye çeşitleri hac yolculuğunun bu safhasında Konya’dan temin edilmektedir. Konya’da hacı adayları bu hediyeleşme hususuna oldukça önem verirler. Hatta hac bütçesi yerinde olanların hediye masrafı hac bedelini kat be kat geçer. Çoğu hacı adayının, hediye hususunda mahcup düşmemek için liste tuttuğu dahi olur. Hediye getirenler ve hediyelerinin nevi bu listeye yazılır ki hac sonrası getirilen hediyeden aşağı kalmayacak mukabil bir hediye takdim edilsin.
Hac öncesi sürecinin son âdeti hacı uğurlamadır. Konya’da hacı uğurlamaya birinci derece yakınların yanı sıra çoğu akraba ve komşular da katılırlar. Hac yolculuğunun sadece karayolu ile yapıldığı yıllarda hacı uğurlamaları Mevlâna Dergâhı ile Üçler Mezarlığı arasındaki Aslanlı Kışla Caddesi’nde yapılmaktayken, günümüzde bu yolculuğun sadece havayolu ile yapılmasından dolayı, Konya Hava Limanında; başka vilayetlerden uçacaklar için yolculuğun ilk merhalesi karayoluyla olduğundan, büyük pazar yerlerinde ve Mevlâna Kültür Merkezi Otoparkında yapılmaktadır. Hac yolculuğu buralarda yapılan toplu dua sonrası başlar.
Bu süreç Osmanlı Döneminde ise oldukça farklıdır. Merhum araştırmacı İbrahim Aczi Kendi (1882-1965), Âşık Şem’î (1783-1839)’nin hayatını anlatırken onun hac yolculuğundan da söz eder.
1242/1827 senesinde Konya’daki on bir hacı adayından biri de Âşık Şem’î’dir. Bu hacı adayları birleşerek ilk önce kervan meselesini hallederler. Bundan sonra memleketin âdetince hacı dua ve ziyafetleri başladı. Şem’î, zamanın kâmil uleması ve Mevlevi ileri gelenleriyle Çelebileri ziyaret edip onların hayır dualarını aldı (Kendi 11 Temmuz 1951: 3/70).
Âşık Şem’î diğer refikleriyle sıkı söz birliği ederek sefere hareket günlerinde softaların icat ettikleri birtakım yersiz gösterilere izin vermedi (Bir yıl önceki hacı uğurlama törenlerinde softalar, yersiz ve riyakârane gösterilerle hacılara biniş[1] giydirmiş, omuzlarına ipekli şallar asmış, başlarına abani denilen büyük sarıklar sardırmış, binit hayvanlarının bulunduğu menzil yerine kadar yolda müteaddit yerlerde hacıları durdurarak birtakım yersiz ayinler yapmışlardı). (Kendi 18 Haziran 1951: 3/60).
1242/1827 yılı Şabanının [Mart başları] ilk hafta perşembe günü Konya hac kervanı Musalla Meydanı’nda hazırlandı. O devirde araba vesaire olmadığından hususi menzilhanelerde[2] iyi hayvanlar beslenir bunların semer ve palanları gayet süslü ve itinalı temiz tarzda olurdu.
Yük ve yolcu nispetine göre yirmi otuz at ve katır gayet süslü takımlarla donanır, müteaddit çıngıraklarla süslenerek katar hâlinde yola çıkarlardı. Konya’da bu şekilde iki menzilhane vardı. Birisi şimdiki Hilal Kahvesi’nin olduğu saha, ikincisi şimdiki Kebapçılar Çarşısı’nda idi[3].
İşte bu şekilde hazırlanan kervana binmek için büyük bir kalabalık arasında hacılar, Mevlâna Dergâhı önünde yapılan duadan sonra hafızların Kâbe ilahileri arasında Musalla’ya kadar geldi. Orada hacılar uğurlayıcılarla kucaklaşarak yollarına devam ettiler (Kendi 12 Temmuz 1951: 3/71).
Hacılarını uğurlayan aile fertleri hacı dürüsü düzmeye başlar. Dürüler iç dış giysilerle, takke, baş ve namaz örtüleriyle el havlularından oluşur. Dürü bohçası hazır edildikten sonra hacıların gelme günlerine yakın evleri temizlenir, yemekler hazırlanır.
Haccın karayoluyla yapıldığı dönemde hacıların aile fertlerinden bir grup, bir veya birkaç araba ile hacı karşılamaya çıkarlardı. O dönemde en yakın hacı karşılama yeri Mevlâna Dergâhı civarıdır. Bazen karşılama Adana yöresinde, hatta sınır bölgesinde dahi yapılırdı. Günümüzde ise hacılar çoğunlukla hava alanında karşılanmaktadır. Bayraklarla süslü hacı karşılama araçlarından birine alınan hacılar irili ufaklı konvoylar hâlinde hacının indirileceği eve doğru yola çıkarlar. Konya’da hacıların evlerine indirilmesi hoş görülmez. Bunun için hacıların birinci derece yakınlarından biri onları indirmeyi üstlenir. Hacılar indikleri evde hasretliklerini giderdikten sonra vakit müsaitse kısa bir dinlenmeye çekilirler. İstirahat sonrası banyo yapan hacılar indirme evinde hazırlanan dürüdeki giysileri giyinip ekseri akrabalarla birlikte yemeğe otururlar. Eskiden hacı, vakit namazına yakın mahallesine dâhil olmuşsa doğruca mahalle camiine gidilir; burada kılınan namaz sonrası tekbirler eşliğinde indirme evine gelirlerdi.
Hacı indirildikten sonra bazen birkaç hafta sürebilen hacı ziyaretleri başlar. Hacı ziyaretlerinde misafirlere özel takımlarında zemzem, hurma ve kokudan sonra tespih, takke, yüzük ikram edilir. Bu ziyaretlerde misafirlere yakınlık, samimiyet ve hacıları uğurlama ziyaretine gelirken getirdikleri hediyelerin derecelerine göre önceden hazırlanmış hediye paketleri de takdim edilir. Bu özel hediyeler battaniye, seccade, çeşitli kumaşlar, değerli tespih ve takı eşyaları ile çocuk oyuncakları gibi eşyalardan oluşur.
Hâli vakti yerinde olan hacıyı indiren yakını yahut hacının kendisi, birkaç gün sonra bütün çevresini hacı pilavına buyur eder. Hacı pilavları sofra düzeniyle, menüsüyle ve menünün sofraya getiriliş sırasıyla düğün pilavlarının küçük çaplı bir örneğidir. Hacı pilavlarının bazen bir sünnet düğünüyle birleştirildiği de olur.
Osmanlı Dönemindeki hacı karşılama ve indirme âdetlerini yine İbrahim Aczi Kendi’nin mezkûr yazı dizisinden öğreniyoruz.[4]
1243/1827 yılında salimen Hicaz’dan dönen Şem’î, daha feragatkâr bir hâlde eşine dostuna kavuştu. Konya’nın o vakitki âdetine göre Hicaz’dan dönen hacılar akraba veya yakın dostlarından birinin evine iner, orada üç gün misafir kalır. Bu meyanda hacı evinde pilav ziyafeti olarak kazanlar kurulur, yüzlerce davetliler hacı evine toplanır.
Mevsim yaz ise evin bahçe veya avlusunda sofralar kurulur, eğer hava müsait değilse yakın komşu evlerine sofralar tertip edilir. Okul hocalarına da çocuklarla birlik gelmesi için davetçiler gider, o günde okul hocası bütün çocukları gayri muntazam bir yürüyüşle peşine takar, yetişmiş kalfalar yüksek sesle Hicaz ilahileri okur (Kendi 22 Temmuz 1951: 3/76).
Aralıklarla hocanın işaretiyle çocuklar hep bir ağızdan âmin, diye bağrışırlar. Bu şekilde hocanın misafir olduğu eve varılır.
Orada bekleyen birçok hacı, hoca simalar ilahi sesleri üzerine evin önüne çıkarak hırvani[5] ve omuzu şallı hacı da beraber ön safta bir alay ile hacının hanesine gelinir.
Hacı henüz efrad-ı ailesine gösterilmeden ayrı bir odada birkaç hoca vasıtasıyla yeniden nikâh tazelenir. Daha sonra hacı harem tarafına geçerek ayakta çoluk çocuğunu görür, misafirlerin yanına gelerek artık pilavlar, helvalar yenir ve halk dağılırdı. Bundan sonra Şem’î bir hafta süreyle hususi ziyaretçilerini zemzem ve hurmalarla ağırladı (Kendi 23 Temmuz 1951: 3/77).
Merhum eğitimci yazar İsmail Zühtü (1892-1928), hacı karşılamalarında görev alan mektep talebelerini oldukça canlı tasvir etmiştir.
Telgraf haberi gelir gelmez artık aile bütün mahalleye ilan-ı şadümani eder [sevincini duyurur]. Daha gittiği zaman taşları ayıklanmış batmanlarla pirinç, kellelerle şeker ortaya dökülür. Aşçılarla sevinç içinde pazarlıklar ve mukaveleler yapılır. Aşçı gövdelerle et, çömleklerle tereyağıyla mutfağa girer ve işe başlar. Bir taraftan zevcesi en yeni -var ise- gelinlik elbisesini giyer, ellerini kınalar. Saçlarına altın ve gerdanına beşibirlik dedikleri beş yüz kuruşluk altınları asar ve kemal-i vakar [tam bir ağırbaşlılık] ve eda ile kabarmış hindi gibi evin içinde salınarak gezinir. Zevce bu zaman zevci ile kavuşmaktan ve onu görmekten başka bir şey düşünmez. Evin içi karmakarışık bir hâlde, giren çıkanı, vuran çalanı bilinmez. Artık herkese -hacının getireceği hediyelerden nasibdar olmak üzere ev sahibine görünmek için- yarı sahte bir telaş ve heyecan eseri görünür. Diğer taraftan da hacıyı gidip karşılamak üzere birkaç mektebe haberler isal ederler [ulaştırırlar]. Şayet hacı o kadar zengin değil ise yalnız bir mektebin bulunması da kâfi gelir. Mektebe bu haber gelir gelmez kız, oğlan karışık birkaç yüz çocuğun vığıltısı ve kokmuş nefesleri arasında uyuşup kalmış olan hocanın nuru sönmüş gözleri bir ihtiras-ı şedit [şiddetli tutku] ile şimşek gibi parlar. Elinde iki gün evvel kavaktan kesilmiş yeni ve taze değnek olduğu hâlde erkekli, dişili talebesine şu emri verir:
- Yarın hacı karşılamaya gideceğiz, kaşıklarınızı belinize sokun da sabahtan erkenden, gün doğmadan, gelin.
Bunu işiten talebe arasında bir çığlıktır kopar. Herkes sevincinden nereye basacağını bilmez azim bir gürültüyle umumiyetle torbaların asılı olduğu büyük orta direğe, arıların bala üşüştükleri gibi üşüşürler. Direkten indirilirken ipi kopan torbaların altında kalıp ezilenlerin hesabı yoktur. Hele mektep kapısından çıkarken hocayı falan dinlemezler. Birbirini iten, kaçan, yerlerde yuvarlanan, elindeki torbaları birbirinin başına vuran, daha neler neler... Talebeyi, kovar gibi mektebi boşaltan hoca mektebi kilitleyerek anahtarı beline sokar, kocaman ve ağır yemenilerini sürüye sürüye, ağır ağır evine gider. Talebeden her biri evlerine girer girmez, annelerine büyük bir müjde getirmiş gibi:
- Ana... biz yarın pilava gideceğiz. Hoca gün doğmadan gelin, dedi...
Emirlerini verirler. Sevincinden erken kalkacağım, diye yemek bile yemeden yatağa giren çocuklar da eksik olmaz. Şafak söker sökmez, bellerinde kınalı kaşıklar olduğu hâlde fesli, fessiz, kunduralı kundurasız bir alay çocuk mektebin önünde toplanırlar. İhtimal ki daha hocaları yatakta... Takriben yarım saat sonra bir elinde tespih, diğer elinde mektebin anahtarı olduğu hâlde bir şeyler okur gibi dudaklarını oynata oynata, başını öne eğerek hocanın gelmekte olduğu görülür. Bunu gören talebe, hocalarına karşı bir vaz-ı ihtiramkârânede [saygı duruşunda] bulunmak üzere boydan boya duvar dibine bir mezar taşı cemadatiyle [cansızlığıyla] diziliverirler (Selam almak bilmezler, eskiden talebeler selam alamazlardı).
Hacıyı istikbale [karşılamaya] birkaç mektep gidecekse merkez-i içtimada [toplantı merkezinde] biraz beklerler, değilse ikişer ikişer dizilerek önde hoca olmak şartıyla “kalfa” tabir olunan ve yaşı diğerlerine nispeten biraz ilerde olan birkaç erkek talebenin kumandası altında ağır ağır hareket olunur. Şehirden çeyrek veya yarım saat uzaklaşıldıktan sonra ahenk-i mahsus [özel ahenk] ile ilahiler okunmaya ve başlarında kalfaların mendillerle verecekleri işaret üzerine talebe de arkada yüksek perdeden ve inceli kalınlı seslerle “âmin” demeye başlarlar. İlahi, kalfalar tarafından atideki vecih üzere [aşağıdaki biçimde] okunur:
- Kadir Mevla’m nasip etse varsam ağlayı ağlayı.
Çocuklar tarafından yekahenk olarak [aynı ahenkle] “âmin” sedaları.
- Yedi kere tavaf etsem görsem ağlayı ağlayı.
Kemafissabık [Eskisi gibi]:
- Âmin!
- Medine’de Ravza’yı görsem ağlayı ağlayı.
- Âmin!
- Eşiğine yüzüm sürsem ağlayı ağlayı.
- Âmin!
- Arafat Dağı’nın taşı akar gözlerimin yaşı.
- Âmin!
- Kâbe yeryüzünün arşı sokakları nurdan çarşı.
- Âmin!
- Arafat Dağı’na karşı dursam ağlayı ağlayı.
- Âmin!
Çocuklar güneşin kavurucu sıcağı altında, toz, duman içinde bir iki saat sonunda kavuşacakları zerdeli pilav neşesiyle ta yürekten kopan “âmin, âmin” sedalarıyla çığrışırken, hacı, başında büyük ve taze bir abani sarık, üzerinde şitari tabir ettikleri ipekli ve iki enli şal olduğu hâlde, yanında beş on sarıklı hoca ile karşıdan görünür. Bunu gören hoca, kalfalar vasıtasıyla çocuklara “suss!” emri verdirir. Talebe tamamen susmuş olduğu hâlde hacıyı bekler ve iyi görmek üzere sırayı mırayı bozuverirler. Hacı müteazzımane [büyüklük taslayarak] ağır ağır yaklaşır, nihayet vasıl olur. Dua başlar. Bu aralık kalfalar mütemadiyen talebeye karşı mendil sallar ve talebe de hiçbir saniye fasıla vermeksizin “âmin, âmin, âmin…” sedalarıyla bağrışmalarını müteakip mendil aradan kaybolur, herkes susar. Hacı önde, maiyeti arkada olmak üzere talebe ile sakitane [susmuş olarak, sessizce] hareket olunur. Kendi veya akrabasından birinin evine muvasalat olunurken [varılırken] kapı önünde beklemekte olan kadın, çoluk çocuk ellerinde keşküllerle fakirler tarafından kemal-i ihtişam [tam bir debdebe] ile istikbal olunur [karşılanır].
İçeriye girmezden evvel tekrar dua başlar. Çocuklar usul-i vecih [uygun biçim] ile fasılasız âmin, âmin sedalarıyla seslerinin çıktığı kadar bağırırlar. Dua biter, içeri girilir. Hocalar, sofralar kurulmuş odaya, talebeler de bahçeye sevk edilir. Onar ve on ikişer kişiden olmak üzere toprak veya kuru taşlar üzerinde birer daire teşkil edilerek oturtulur.
Pilav gelinceye kadar çocukların yegâne muhaveresi [konuşması] pilavın nasıl yeneceği konusunda cereyan eder: “Ben pilavı şöyle yiyeceğim!”, kimi der: “Ben böyle…” hülasa birkaç saatten beri bellerinde veya çoraplarının arasında ve tozun toprağın içinde taşıdıkları kuru kaşıkları ağızlarına sokup sokup çıkarırlar. Vaktaki karşıdan pilav tepsileri söker. Dairelerden her birinden: “Hacı emmi buraya getir; akça emmi buraya...” sedaları yükselmeye başlar.
Pilavın yüzünün yaldızından ibaret olan zerdeye düşkün olduklarından evvelen zerdeye kaşıklar daldırılır. Belki de bir kaşık almakla tükenir. İkinci bir defa nasip olmaz. Bunu bildikleri için ayrıca tepsi veya taslar içinde zerde dolaştırılır. (Güya kimin tepsisinde zerde tükenmiş ise oraya bir parça daha gelecek!) Hâlbuki aynı saatte hepsinin pilavı da zerdesizdir.
Kaşığını “âmin” sedaları arasında kaybedenler, ev sahibi tarafından bir diğeri yetiştirilmemişse, pilavı elleriyle ve ekmeksiz yemeğe aynaşakalırlar [girişiverirler]. Pilavlar yenildikten sonra (yine gözleri mutfakta olduğu hâlde) ağır ağır evlerine avdet ederler [dönerler] (İsmail Zühtü 1334/1918: 15-16).

Kaynakça:
HARMAN, Ömer Faruk (1996), “Hac”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. XIV, s. 382-386.
IŞIK, Ali (2012), “Hacı Uğurlama ve İndirme”, Konya Ansiklopedisi, c. IV, s. 90-92.
İSMAİL ZÜHTÜ (1334/1918), “Artık Görülmemeye Başlamış Törenlerden Hacı Karşılama”, Ocak, S, 20, s. 15-16.
KENDİ, İbrahim Aczi (1951), “Âşık Şem’î Konuşuyor”, Yeni Konya, 17 Haziran-23 Temmuz (Dizi Yazı: Tefrika Nu: 59-77)
KONYALI, İbrahim Hakkı (1997), Âbideleri ve Kitabeleri ile Konya Tarihi, Ankara: Burak Matbaası (2. bs.).
ODABAŞI, A. Sefa (1999), Geçmişten Günümüze Konya Kültürü, Konya: Selçuklu Bel. Yay., s. 108.
Kaynak Kişiler:
Nail BÜLBÜL (Konya, 1938), Neriman IŞIK (Konya, 1955)


[1] biniş: Eskiden ulemanın cübbe üzerine giyindiği bedeni ve kolları geniş üstlük.
[2] Arapçada inilen yer, konaklamak ve konaklama yeri manasına gelen menzil kelimesi; Osmanlı Devleti’nde hareket halindeki orduların, kervanların, ulakların ve devlet görevlilerinin belirli bir mesafe kat ettikten sonra geceyi geçirmek, at değiştirmek veya dinlenmek için konakladıkları yer, bina veya han yerine kullanılan bir tabirdir (Çetin 2007: 297).
[3] Hilal Kahvesi, Hükümet Meydanı’nın hemen kuzeydoğusunda idi. Üstünde de aynı adlı oteli bulunan binanın önünden 1960’lı yıllarda Oto Nakliyat Şirketinin Ankara otobüsleri kalkardı. Aynı şirketin İzmir otobüsleri de buranın az güneyinde, Saray Çarşısı’nın hemen sırtındaki Dedeler Hanı’ndan hareket ederdi.
Kebapçılar Çarşısı, günümüze göre, Tevfikiye ve İstanbul caddeleriyle Bedesten ve Aktarlar İçi arasında idi. Bugün burası Kebapçılar Sokağı’dır. Bu durumda Kendi’nin belirttiği bu iki menzil, fonksiyonlarını yarım asır öncesine kadar korumuş olmaktadırlar.
Diğer taraftan İbrahim Hakkı Konyalı, günümüzde Meram ilçesi Şükran Mahallesi, Karakurt Sokağı’ndaki Gevraki Çeşmesi’ni anlatırken: “Civarında hacı namzetleri ve yabancı kervanlar çadırlar kurdukları için çeşmeye Çadırlı Çeşme de denilmiştir” bilgisini de ekler (Konyalı 1997: 996, 1 Nu.lı dipnot).
[4] Bu yazı dizisi yine aynı adla ve aynı yıl kitap olarak da basılmıştır.
[5] hırvanî: Düz yakalı önü ilikli bir çeşit elbise.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder