GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE
KONYA’DA HACI UĞURLAMA VE İNDİRME
Ali
IŞIK
Arapçada
“gitmek, yönelmek; ziyaret etmek” anlamlarına gelen hac kelimesi, fıkıh terimi
olarak imkânı olan her Müslümanın belirlenmiş zaman içinde Kâbe’yi, Arafat,
Müzdelife ve Mina’yı ziyaret etmek ve belli bazı dinî görevleri yerine getirmek
suretiyle yaptığı ibadeti ifade eder. Bu ibadeti yerine getirenlere de hacı
denir (Harman 1996: 382). Esasen zenginlerin yükümlü olduğu bu ibadeti,
zengin-fakir bütün Konyalılar yerine getirmeye can atarlar. Zira hac;
Konyalıların evlenme, ev bark ve çocuk sahibi olma, çocuklarını evlendirme gibi
mürüvvetleri arasındadır. Yol ve ulaşım şartlarının çetin olduğu eski
devirlerde bu mürüvveti sadece Konyalı erkekler görürken, 1980’lerden itibaren yol
ve yolculuk şartlarının iyileşmesiyle kadınlar da yaşamaya başlamışlardır.
Hacı
sıfatı, Konya’da itibarı kadar sorumluluğu da büyük olan bir unvandır. Bundan
dolayı Konyalı hacı adayları bu kutsal yolculuğa kendilerini manevi olarak da
hazırlarlar. Manevi hafiflemenin ilk adımı da üzerindeki kul haklarından
kurtulmak, küslükleri sonlandırmaktır. Bunun için bütün eş dost ve akrabalara
helallik dileme ve allahaısmarladık ziyaretleri yapılır. Bu ziyaretlerin
haricinde her karşılaşılan tanıdığa hacca gidileceği duyurularak helallik ve
dua talebinde bulunulur. Müstakbel hacının bu ricasını samimiyetle yerine
getiren muhatabı da ona Hz. Peygamber’e iletilecek selamını emanet eder. Hac
sürecinin bu safhasında müstakbel hacıların bütün yakınları da onları evlerine
yemeğe davet ederler. Bu yemek davetleri Konya’da “hacı daveti” olarak
adlandırılır.
Hacı
adayları bu veda ziyaretleri ve davetlerden fırsat buldukça hac sonrası
ziyaretçilerine verilecek hediyenin temini telaşına düşerler. Eskiden hacı
hediyeleri kutsal topraklardan getirilirken, günümüzde zemzem ve hurma başta
olmak üzere bütün hediye çeşitleri hac yolculuğunun bu safhasında Konya’dan
temin edilmektedir. Konya’da hacı adayları bu hediyeleşme hususuna oldukça önem
verirler. Hatta hac bütçesi yerinde olanların hediye masrafı hac bedelini kat
be kat geçer. Çoğu hacı adayının, hediye hususunda mahcup düşmemek için liste
tuttuğu dahi olur. Hediye getirenler ve hediyelerinin nevi bu listeye yazılır
ki hac sonrası getirilen hediyeden aşağı kalmayacak mukabil bir hediye takdim
edilsin.
Hac
öncesi sürecinin son âdeti hacı uğurlamadır. Konya’da hacı uğurlamaya birinci
derece yakınların yanı sıra çoğu akraba ve komşular da katılırlar. Hac
yolculuğunun sadece karayolu ile yapıldığı yıllarda hacı uğurlamaları Mevlâna
Dergâhı ile Üçler Mezarlığı arasındaki Aslanlı Kışla Caddesi’nde
yapılmaktayken, günümüzde bu yolculuğun sadece havayolu ile yapılmasından
dolayı, Konya Hava Limanında; başka vilayetlerden uçacaklar için yolculuğun ilk
merhalesi karayoluyla olduğundan, büyük pazar yerlerinde ve Mevlâna Kültür
Merkezi Otoparkında yapılmaktadır. Hac yolculuğu buralarda yapılan toplu dua
sonrası başlar.
Bu
süreç Osmanlı Döneminde ise oldukça farklıdır. Merhum araştırmacı İbrahim Aczi
Kendi (1882-1965), Âşık Şem’î (1783-1839)’nin hayatını anlatırken onun hac
yolculuğundan da söz eder.
1242/1827
senesinde Konya’daki on bir hacı adayından biri de Âşık Şem’î’dir. Bu hacı
adayları birleşerek ilk önce kervan meselesini hallederler. Bundan sonra memleketin
âdetince hacı dua ve ziyafetleri başladı. Şem’î, zamanın kâmil uleması ve
Mevlevi ileri gelenleriyle Çelebileri ziyaret edip onların hayır dualarını aldı
(Kendi 11 Temmuz 1951: 3/70).
Âşık
Şem’î diğer refikleriyle sıkı söz birliği ederek sefere hareket günlerinde
softaların icat ettikleri birtakım yersiz gösterilere izin vermedi (Bir yıl
önceki hacı uğurlama törenlerinde softalar, yersiz ve riyakârane gösterilerle
hacılara biniş[1]
giydirmiş, omuzlarına ipekli şallar asmış, başlarına abani denilen büyük
sarıklar sardırmış, binit hayvanlarının bulunduğu menzil yerine kadar yolda
müteaddit yerlerde hacıları durdurarak birtakım yersiz ayinler yapmışlardı).
(Kendi 18 Haziran 1951: 3/60).
1242/1827
yılı Şabanının [Mart başları] ilk hafta perşembe günü Konya hac kervanı Musalla
Meydanı’nda hazırlandı. O devirde araba vesaire olmadığından hususi
menzilhanelerde[2]
iyi hayvanlar beslenir bunların semer ve palanları gayet süslü ve itinalı temiz
tarzda olurdu.
Yük
ve yolcu nispetine göre yirmi otuz at ve katır gayet süslü takımlarla donanır,
müteaddit çıngıraklarla süslenerek katar hâlinde yola çıkarlardı. Konya’da bu
şekilde iki menzilhane vardı. Birisi şimdiki Hilal Kahvesi’nin olduğu saha,
ikincisi şimdiki Kebapçılar Çarşısı’nda idi[3].
İşte
bu şekilde hazırlanan kervana binmek için büyük bir kalabalık arasında hacılar,
Mevlâna Dergâhı önünde yapılan duadan sonra hafızların Kâbe ilahileri arasında
Musalla’ya kadar geldi. Orada hacılar uğurlayıcılarla kucaklaşarak yollarına
devam ettiler (Kendi 12 Temmuz 1951: 3/71).
Hacılarını
uğurlayan aile fertleri hacı dürüsü düzmeye başlar. Dürüler iç dış giysilerle,
takke, baş ve namaz örtüleriyle el havlularından oluşur. Dürü bohçası hazır
edildikten sonra hacıların gelme günlerine yakın evleri temizlenir, yemekler
hazırlanır.
Haccın
karayoluyla yapıldığı dönemde hacıların aile fertlerinden bir grup, bir veya
birkaç araba ile hacı karşılamaya çıkarlardı. O dönemde en yakın hacı karşılama
yeri Mevlâna Dergâhı civarıdır. Bazen karşılama Adana yöresinde, hatta sınır
bölgesinde dahi yapılırdı. Günümüzde ise hacılar çoğunlukla hava alanında
karşılanmaktadır. Bayraklarla süslü hacı karşılama araçlarından birine alınan
hacılar irili ufaklı konvoylar hâlinde hacının indirileceği eve doğru yola
çıkarlar. Konya’da hacıların evlerine indirilmesi hoş görülmez. Bunun için
hacıların birinci derece yakınlarından biri onları indirmeyi üstlenir. Hacılar
indikleri evde hasretliklerini giderdikten sonra vakit müsaitse kısa bir
dinlenmeye çekilirler. İstirahat sonrası banyo yapan hacılar indirme evinde
hazırlanan dürüdeki giysileri giyinip ekseri akrabalarla birlikte yemeğe
otururlar. Eskiden hacı, vakit namazına yakın mahallesine dâhil olmuşsa doğruca
mahalle camiine gidilir; burada kılınan namaz sonrası tekbirler eşliğinde
indirme evine gelirlerdi.
Hacı
indirildikten sonra bazen birkaç hafta sürebilen hacı ziyaretleri başlar. Hacı
ziyaretlerinde misafirlere özel takımlarında zemzem, hurma ve kokudan sonra
tespih, takke, yüzük ikram edilir. Bu ziyaretlerde misafirlere yakınlık,
samimiyet ve hacıları uğurlama ziyaretine gelirken getirdikleri hediyelerin
derecelerine göre önceden hazırlanmış hediye paketleri de takdim edilir. Bu
özel hediyeler battaniye, seccade, çeşitli kumaşlar, değerli tespih ve takı
eşyaları ile çocuk oyuncakları gibi eşyalardan oluşur.
Hâli
vakti yerinde olan hacıyı indiren yakını yahut hacının kendisi, birkaç gün
sonra bütün çevresini hacı pilavına buyur eder. Hacı pilavları sofra düzeniyle,
menüsüyle ve menünün sofraya getiriliş sırasıyla düğün pilavlarının küçük çaplı
bir örneğidir. Hacı pilavlarının bazen bir sünnet düğünüyle birleştirildiği de
olur.
Osmanlı
Dönemindeki hacı karşılama ve indirme âdetlerini yine İbrahim Aczi Kendi’nin
mezkûr yazı dizisinden öğreniyoruz.[4]
1243/1827
yılında salimen Hicaz’dan dönen Şem’î, daha feragatkâr bir hâlde eşine dostuna
kavuştu. Konya’nın o vakitki âdetine göre Hicaz’dan dönen hacılar akraba veya
yakın dostlarından birinin evine iner, orada üç gün misafir kalır. Bu meyanda
hacı evinde pilav ziyafeti olarak kazanlar kurulur, yüzlerce davetliler hacı
evine toplanır.
Mevsim
yaz ise evin bahçe veya avlusunda sofralar kurulur, eğer hava müsait değilse
yakın komşu evlerine sofralar tertip edilir. Okul hocalarına da çocuklarla
birlik gelmesi için davetçiler gider, o günde okul hocası bütün çocukları gayri
muntazam bir yürüyüşle peşine takar, yetişmiş kalfalar yüksek sesle Hicaz
ilahileri okur (Kendi 22 Temmuz 1951: 3/76).
Aralıklarla
hocanın işaretiyle çocuklar hep bir ağızdan âmin, diye bağrışırlar. Bu şekilde
hocanın misafir olduğu eve varılır.
Orada
bekleyen birçok hacı, hoca simalar ilahi sesleri üzerine evin önüne çıkarak
hırvani[5] ve omuzu
şallı hacı da beraber ön safta bir alay ile hacının hanesine gelinir.
Hacı
henüz efrad-ı ailesine gösterilmeden ayrı bir odada birkaç hoca vasıtasıyla
yeniden nikâh tazelenir. Daha sonra hacı harem tarafına geçerek ayakta çoluk
çocuğunu görür, misafirlerin yanına gelerek artık pilavlar, helvalar yenir ve
halk dağılırdı. Bundan sonra Şem’î bir hafta süreyle hususi ziyaretçilerini
zemzem ve hurmalarla ağırladı (Kendi 23 Temmuz 1951: 3/77).
Merhum
eğitimci yazar İsmail Zühtü (1892-1928), hacı karşılamalarında görev alan
mektep talebelerini oldukça canlı tasvir etmiştir.
Telgraf
haberi gelir gelmez artık aile bütün mahalleye ilan-ı şadümani eder [sevincini
duyurur]. Daha gittiği zaman taşları ayıklanmış batmanlarla pirinç, kellelerle
şeker ortaya dökülür. Aşçılarla sevinç içinde pazarlıklar ve mukaveleler yapılır.
Aşçı gövdelerle et, çömleklerle tereyağıyla mutfağa girer ve işe başlar. Bir
taraftan zevcesi en yeni -var ise- gelinlik elbisesini giyer, ellerini kınalar.
Saçlarına altın ve gerdanına beşibirlik dedikleri beş yüz kuruşluk altınları
asar ve kemal-i vakar [tam bir ağırbaşlılık] ve eda ile kabarmış hindi gibi
evin içinde salınarak gezinir. Zevce bu zaman zevci ile kavuşmaktan ve onu
görmekten başka bir şey düşünmez. Evin içi karmakarışık bir hâlde, giren
çıkanı, vuran çalanı bilinmez. Artık herkese -hacının getireceği hediyelerden
nasibdar olmak üzere ev sahibine görünmek için- yarı sahte bir telaş ve heyecan
eseri görünür. Diğer taraftan da hacıyı gidip karşılamak üzere birkaç mektebe
haberler isal ederler [ulaştırırlar]. Şayet hacı o kadar zengin değil ise
yalnız bir mektebin bulunması da kâfi gelir. Mektebe bu haber gelir gelmez kız,
oğlan karışık birkaç yüz çocuğun vığıltısı ve kokmuş nefesleri arasında uyuşup
kalmış olan hocanın nuru sönmüş gözleri bir ihtiras-ı şedit [şiddetli tutku] ile
şimşek gibi parlar. Elinde iki gün evvel kavaktan kesilmiş yeni ve taze değnek
olduğu hâlde erkekli, dişili talebesine şu emri verir:
-
Yarın hacı karşılamaya gideceğiz, kaşıklarınızı belinize sokun da sabahtan
erkenden, gün doğmadan, gelin.
Bunu
işiten talebe arasında bir çığlıktır kopar. Herkes sevincinden nereye
basacağını bilmez azim bir gürültüyle umumiyetle torbaların asılı olduğu büyük
orta direğe, arıların bala üşüştükleri gibi üşüşürler. Direkten indirilirken
ipi kopan torbaların altında kalıp ezilenlerin hesabı yoktur. Hele mektep
kapısından çıkarken hocayı falan dinlemezler. Birbirini iten, kaçan, yerlerde
yuvarlanan, elindeki torbaları birbirinin başına vuran, daha neler neler...
Talebeyi, kovar gibi mektebi boşaltan hoca mektebi kilitleyerek anahtarı beline
sokar, kocaman ve ağır yemenilerini sürüye sürüye, ağır ağır evine gider.
Talebeden her biri evlerine girer girmez, annelerine büyük bir müjde getirmiş
gibi:
-
Ana... biz yarın pilava gideceğiz. Hoca gün doğmadan gelin, dedi...
Emirlerini
verirler. Sevincinden erken kalkacağım, diye yemek bile yemeden yatağa giren
çocuklar da eksik olmaz. Şafak söker sökmez, bellerinde kınalı kaşıklar olduğu
hâlde fesli, fessiz, kunduralı kundurasız bir alay çocuk mektebin önünde
toplanırlar. İhtimal ki daha hocaları yatakta... Takriben yarım saat sonra bir
elinde tespih, diğer elinde mektebin anahtarı olduğu hâlde bir şeyler okur gibi
dudaklarını oynata oynata, başını öne eğerek hocanın gelmekte olduğu görülür.
Bunu gören talebe, hocalarına karşı bir vaz-ı ihtiramkârânede [saygı duruşunda]
bulunmak üzere boydan boya duvar dibine bir mezar taşı cemadatiyle [cansızlığıyla]
diziliverirler (Selam almak bilmezler, eskiden talebeler selam alamazlardı).
Hacıyı
istikbale [karşılamaya] birkaç mektep gidecekse merkez-i içtimada [toplantı
merkezinde] biraz beklerler, değilse ikişer ikişer dizilerek önde hoca olmak
şartıyla “kalfa” tabir olunan ve yaşı diğerlerine nispeten biraz ilerde olan
birkaç erkek talebenin kumandası altında ağır ağır hareket olunur. Şehirden
çeyrek veya yarım saat uzaklaşıldıktan sonra ahenk-i mahsus [özel ahenk] ile
ilahiler okunmaya ve başlarında kalfaların mendillerle verecekleri işaret
üzerine talebe de arkada yüksek perdeden ve inceli kalınlı seslerle “âmin”
demeye başlarlar. İlahi, kalfalar tarafından atideki vecih üzere [aşağıdaki
biçimde] okunur:
-
Kadir Mevla’m nasip etse varsam ağlayı ağlayı.
Çocuklar
tarafından yekahenk olarak [aynı ahenkle] “âmin” sedaları.
-
Yedi kere tavaf etsem görsem ağlayı ağlayı.
Kemafissabık
[Eskisi gibi]:
-
Âmin!
-
Medine’de Ravza’yı görsem ağlayı ağlayı.
-
Âmin!
-
Eşiğine yüzüm sürsem ağlayı ağlayı.
-
Âmin!
-
Arafat Dağı’nın taşı akar gözlerimin yaşı.
-
Âmin!
-
Kâbe yeryüzünün arşı sokakları nurdan çarşı.
-
Âmin!
-
Arafat Dağı’na karşı dursam ağlayı ağlayı.
-
Âmin!
Çocuklar
güneşin kavurucu sıcağı altında, toz, duman içinde bir iki saat sonunda
kavuşacakları zerdeli pilav neşesiyle ta yürekten kopan “âmin, âmin” sedalarıyla
çığrışırken, hacı, başında büyük ve taze bir abani sarık, üzerinde şitari tabir
ettikleri ipekli ve iki enli şal olduğu hâlde, yanında beş on sarıklı hoca ile
karşıdan görünür. Bunu gören hoca, kalfalar vasıtasıyla çocuklara “suss!” emri
verdirir. Talebe tamamen susmuş olduğu hâlde hacıyı bekler ve iyi görmek üzere
sırayı mırayı bozuverirler. Hacı müteazzımane [büyüklük taslayarak] ağır ağır
yaklaşır, nihayet vasıl olur. Dua başlar. Bu aralık kalfalar mütemadiyen talebeye
karşı mendil sallar ve talebe de hiçbir saniye fasıla vermeksizin “âmin, âmin,
âmin…” sedalarıyla bağrışmalarını müteakip mendil aradan kaybolur, herkes
susar. Hacı önde, maiyeti arkada olmak üzere talebe ile sakitane [susmuş
olarak, sessizce] hareket olunur. Kendi veya akrabasından birinin evine
muvasalat olunurken [varılırken] kapı önünde beklemekte olan kadın, çoluk çocuk
ellerinde keşküllerle fakirler tarafından kemal-i ihtişam [tam bir debdebe] ile
istikbal olunur [karşılanır].
İçeriye
girmezden evvel tekrar dua başlar. Çocuklar usul-i vecih [uygun biçim] ile
fasılasız âmin, âmin sedalarıyla seslerinin çıktığı kadar bağırırlar. Dua
biter, içeri girilir. Hocalar, sofralar kurulmuş odaya, talebeler de bahçeye
sevk edilir. Onar ve on ikişer kişiden olmak üzere toprak veya kuru taşlar
üzerinde birer daire teşkil edilerek oturtulur.
Pilav
gelinceye kadar çocukların yegâne muhaveresi [konuşması] pilavın nasıl yeneceği
konusunda cereyan eder: “Ben pilavı şöyle yiyeceğim!”, kimi der: “Ben böyle…”
hülasa birkaç saatten beri bellerinde veya çoraplarının arasında ve tozun
toprağın içinde taşıdıkları kuru kaşıkları ağızlarına sokup sokup çıkarırlar.
Vaktaki karşıdan pilav tepsileri söker. Dairelerden her birinden: “Hacı emmi
buraya getir; akça emmi buraya...” sedaları yükselmeye başlar.
Pilavın
yüzünün yaldızından ibaret olan zerdeye düşkün olduklarından evvelen zerdeye
kaşıklar daldırılır. Belki de bir kaşık almakla tükenir. İkinci bir defa nasip
olmaz. Bunu bildikleri için ayrıca tepsi veya taslar içinde zerde dolaştırılır.
(Güya kimin tepsisinde zerde tükenmiş ise oraya bir parça daha gelecek!)
Hâlbuki aynı saatte hepsinin pilavı da zerdesizdir.
Kaşığını
“âmin” sedaları arasında kaybedenler, ev sahibi tarafından bir diğeri
yetiştirilmemişse, pilavı elleriyle ve ekmeksiz yemeğe aynaşakalırlar
[girişiverirler]. Pilavlar yenildikten sonra (yine gözleri mutfakta olduğu
hâlde) ağır ağır evlerine avdet ederler [dönerler] (İsmail Zühtü 1334/1918:
15-16).
Kaynakça:
HARMAN,
Ömer Faruk (1996), “Hac”, TDV İslam
Ansiklopedisi, c. XIV, s. 382-386.
IŞIK,
Ali (2012), “Hacı Uğurlama ve İndirme”, Konya
Ansiklopedisi, c. IV, s. 90-92.
İSMAİL
ZÜHTÜ (1334/1918), “Artık Görülmemeye Başlamış Törenlerden Hacı Karşılama”, Ocak, S, 20, s. 15-16.
KENDİ,
İbrahim Aczi (1951), “Âşık Şem’î Konuşuyor”, Yeni Konya, 17 Haziran-23 Temmuz (Dizi Yazı: Tefrika Nu: 59-77)
KONYALI,
İbrahim Hakkı (1997), Âbideleri ve
Kitabeleri ile Konya Tarihi, Ankara: Burak Matbaası (2. bs.).
ODABAŞI,
A. Sefa (1999), Geçmişten Günümüze Konya Kültürü, Konya: Selçuklu Bel.
Yay., s. 108.
Kaynak Kişiler:
Nail
BÜLBÜL (Konya, 1938), Neriman IŞIK (Konya, 1955)
[1] biniş: Eskiden ulemanın cübbe üzerine giyindiği bedeni ve kolları
geniş üstlük.
[2] Arapçada inilen yer, konaklamak ve konaklama yeri manasına gelen
menzil kelimesi; Osmanlı Devleti’nde hareket halindeki orduların, kervanların,
ulakların ve devlet görevlilerinin belirli bir mesafe kat ettikten sonra geceyi
geçirmek, at değiştirmek veya dinlenmek için konakladıkları yer, bina veya han
yerine kullanılan bir tabirdir (Çetin 2007: 297).
[3] Hilal Kahvesi, Hükümet Meydanı’nın
hemen kuzeydoğusunda idi. Üstünde de aynı adlı oteli bulunan binanın önünden
1960’lı yıllarda Oto Nakliyat Şirketinin Ankara otobüsleri kalkardı. Aynı
şirketin İzmir otobüsleri de buranın az güneyinde, Saray Çarşısı’nın hemen
sırtındaki Dedeler Hanı’ndan hareket ederdi.
Kebapçılar
Çarşısı, günümüze göre, Tevfikiye ve İstanbul caddeleriyle Bedesten ve Aktarlar
İçi arasında idi. Bugün burası Kebapçılar Sokağı’dır. Bu durumda Kendi’nin
belirttiği bu iki menzil, fonksiyonlarını yarım asır öncesine kadar korumuş
olmaktadırlar.
Diğer
taraftan İbrahim Hakkı Konyalı, günümüzde Meram ilçesi Şükran Mahallesi,
Karakurt Sokağı’ndaki Gevraki Çeşmesi’ni anlatırken: “Civarında hacı namzetleri
ve yabancı kervanlar çadırlar kurdukları için çeşmeye Çadırlı Çeşme de
denilmiştir” bilgisini de ekler (Konyalı 1997: 996, 1 Nu.lı dipnot).
[4] Bu yazı dizisi yine aynı adla ve
aynı yıl kitap olarak da basılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder