7 Haziran 2020 Pazar

MEZAR TAŞINA SAHİP ÇIKAMADIĞIMIZ İSTANBULLU BİR SANATKÂR: MİMAR MUZAFFER BEY

MEZAR TAŞINA SAHİP ÇIKAMADIĞIMIZ İSTANBULLU BİR SANATKÂR: MİMAR MUZAFFER BEY
Ali IŞIK


Osmanlı Dönemi sonlarına doğru sivil ve -birkaç cami dışında- kamu yapıları bakımından Konya şehir merkezinin durumu içler acısıdır. Bu acı tabloyu 19. yüzyıl sonlarında şehrimize gelen F. Sarre (1865-1945), C. Huart (1854-1927) gibi Avrupalı Şarkiyatçıların çektikleri fotoğraflar somut olarak gözler önüne serer. Bu fotoğraflarda Alâeddin Tepesi’nin hemen batı ve güneybatı taraflarının görünümü atom bombası sonrasındaki Hiroşima görüntülerinden farksızdır. Konya’nın bu görünümü Lübnan’daki Dürzilerle giriştikleri iç savaştan kaçarak 1861 yılında Konya’ya sığınan bir grup Maruni ile hemen ardından da Sultan II. Abdülhamit döneminde, 1896 yılında Konya’ya ulaşan Bağdat Demiryolu sayesinde değişmeye başlar. Maruniler Konya’da konut mimarisinde bir çığır açarken demir yolu sayesinde de Konya görkemli otel ve eğitim kurumları binalarına kavuşur. Mimar Muzaffer Bey de bu yapılaşma sürecinin ilerleyen yıllarında Konya’ya dâhil olur.
Doğumu ve Tahsili
Sicil kaydına göre “Mehmed Muzafereddîn Bey”, H 1297/ R 1296 [1880] senesinde İstanbul Koska’da doğdu. Babası Yemen Posta ve Telgraf Baş Müdürlüğü Başkâtipliğinden emekli Ramiz Bey (BOA, DH.SAİDd...  / 194-275), annesi Saime Hanım’dır (Ertuğrul 20078: 21). İptidai ve rüştiye öğreniminin ardından Halıcıoğlu’ndaki Mühendishane-i Berri-i Hümayun yanındaki Hendese-i Mülkiye Mektebine dâhil oldu. Okulda bir resim dersi esnasında hocalarından Yusuf Razi Bey [Demirbel]’in dikkatini çekti. O tarihlerde Hendese-i Mülkiye Mektebinin resim muallimi olan Mühendis Yusuf Razi Bey, imtihan için verdiği bir vazifenin hazırlanıp hazırlanmadığını kendisinden sormuş ve onun kolaylığı dolayısıyla daha zayıf durumda bulunduğu Fransızcaya çalışmak zaruretinde kaldığı cevabı ile karşılaşmıştı. Resim dersinin de kendisine mahsus birçok güç tarafları olduğunda ısrar eden hocasına karşı o fikrinde sebat etmişti. Bunun üzerine cebinden çıkardığı çetrefil şekilli bir burgunun muhtelif durumlardaki kesimlerinin görünüşlerini istediği zaman derhal çizmiş ve böylece onun büyük takdirine erişmişti.
Çalışma Hayatı
Okulda geçen bu hadise üzerine bir mühendisten ziyade iyi bir sanatkâr olabileceğini sezen hocası, onu bu ikinci yola teşvik etmekten geri kalmadı ve tam bu sıralarda Avrupa’da mimarlık tahsil ederek İstanbul’a dönen küçük kardeşi Vedat Bey [Tek]’in yanına verdi. Bu suretle Hendese-i Mülkiye’den ayrılan Muzaffer o sıralarda İstanbul’da Beyazıt’ta yanan Zeynep Hanım Konağı’nın “Darülhayr” olarak kullanılabilmesi için yapılmakta olan tadilata memur edilen Vedat Bey’in maiyetine dâhil oldu. Sanatkâr Vedat Bey’in direktifleri dâhilinde olmak üzere 1903 yılında mezkûr tadilat işinde çalıştı ve bu esnada büyük başarılar gösterdi. Bunun bitmesi ve Vedat Bey’in Bahçekapı’daki Posta ve Telgraf binasının inşasına padişah iradesiyle memur edilmesi üzerine Meşrutiyetin ilanına kadar onunla birlikte çalıştı.
Postane binası yapılırken Muzaffer Bey Sanayi-i Nefise Mektebi sınıf imtihanlarını da vermek istedi. Diplomalı bir mimar olmak endişesi ile çırpınan büyük sanatkâr, mezkûr mektebin üç sınıftan ibaret tahsil süresini imtihanla bir anda tamamlamak istediğinden bu isteğini o esnada müdür olan ve aynı zamanda İstanbul müzelerinin başında bulunan Ressam Hamdi Bey’e arz ederek onun muvafakatini almaya muvaffak oldu. Bu suretle her üç sınıfın verilen sınav projelerini büyük emek ve itinalarla kısa bir zamanda hazırladı ve onları ilgili kişilerden oluşan bir mümeyyizler kurulu huzurunda parlak bir şekilde müdafaa eyledi. Lakin onun bu başarısı gerekli nazari bilgilerin ayrıca mektebe devamla öğrenilmesi icap ettiği ileri sürülerek evvelce verilen muvafakat cevabına rağmen, nedense, reddedildi. Böylece bilfiil mektebe üç sene müddetle devama imkân bulamayan Muzaffer Bey; bütün heves ve arzularına, bütün istidat ve kabiliyetlerine rağmen diploma alamadan oradan ayrılmak zorunda kaldı. Postane binasında Vedat Bey’in muavinliğini ifa eden Muzaffer Bey’in 1903-1908 yılları arasında Sultanahmet’te Tapu ve Kadastro dairesi olarak kullanılmakta olan Defter-i Hakani Nezareti binası inşasında dahi Sabit ve Talat beylere İstepan Efendi gibi ona bir hayli yardımı dokundu (Erdoğan, 26 Haziran).
Meşrutiyetin ilanı sonrası devlet hizmetine giren Muzaffer Bey’in, Osmanlı Arşivi’ndeki sicil defterinde şu bilgiler kayıtlıdır (Anılan kayıt günümüz Türkçesine aktarılmıştır):
“Bin üç yüz yirmi yedi senesi Cemaziyelahiresinin yirmi beşinde “1 Temmuz sene 325” [14 Temmuz 1909] bin beş yüz kuruş maaşla Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğü mimarlığına tayin edilmiştir. Mezkûr sene Ramazanının on birinde “13 Eylül sene 325” [26 Eylül 1909] düzenlemesinde bin sekiz yüz kuruş maaşla terfiyen memuriyetinde bırakılmıştır. 16 Mart 1327 [29 Mart 1911] tarihinden itibaren iki bin beş yüz kuruş maaşla Evkaf-ı Hümayun Bakanlığı fenni heyetine atanmış ve yine bin sekiz yüz kuruş maaşla tekrar Posta ve Telgraf Bakanlığı mimarlığına tayin kılınmasından dolayı 20 Haziran 1327 [3 Temmuz 1911] tarihinde eski memurluğundan ayrılıp 22 Haziran 1327 [5 Temmuz 1911] tarihinde zikrolunan mimarlıkta göreve başlamıştır. [Bin] üç yüz otuz senesi Rebiyülevvelinin yirmi beşinde “1 Mart sene 328” [14 Mart 1912] teşkilatta maaşıyla Malzemeler ve Binalar Bakanlığı Binalar Dairesi mimarlığında bırakılmıştır.
Adı geçenin sorumluluğuna 27 Kânunuevvel 1326 [9 Ocak 1911] tarihinde altı yüz kırk kuruş maaşla Mühendis Mektebinin mimari dersi muallimliği verilmiştir. 9 Kânunusani [22 Ocak 1911] tarihinde öğretim görevine başlamış, 8 Mart 1328 [21 Mart 1912] tarihinde ders saatleri itibariyle maaşı yedi yüz yirmi kuruşa indirilmiştir.
Posta Telgraf ve Telefon Bakanlığı namına Memuriyet ve Sicil Müdürlüğü Vekâletinden vazifesine devam ettiği tasdik edilmiştir.
Telgraf Posta ve Telefon Bakanlığı mimarlığındaki hizmeti adı geçen bakanlık memuriyet kalemi sicil şubesi kayıtlarına uygun olup nüfus tezkeresi şubece aynen görülüp iade edilmiş; Evkaf-ı Hümayun Bakanlığı fenni heyetindeki ve Bayındırlık Bakanlığına bağlı Mühendis Mektebindeki hizmetleri evrakına ilişik Evkaf-ı Hümayun Bakanlığının 268/56279 sayılı ve 8 Eylül 1329 [21 Eylül 1913] ve Bayındırlık Bakanlığının 38 sayılı ve 24 Temmuz 1329 [6 Ağustos 1913] tarihli tezkereleriyle onandığı Posta Telgraf ve Telefon Bakanlığı sicil şubesinin ilişik 17/385 sicil numaralı özette gösterilmiştir. 29 Mart sene 330 [11 Nisan 1914]” (BOA, DH.SAİDd...  / 194-275, H 29 Zilhicce 1297 [2 Aralık 1880])
Muzaffer Bey, Posta ve Telgraf Nezareti Mimarlığı görevinde iken Osmanlı Hükümeti İngiltere’de para, kıymetli kâğıt ve pul basan Bradbury Wilkinson & Company şirketiyle Osmanlı Posta Nezareti için bir seri pul basılması için sözleşme imzalamıştı. Posta ve Telgraf Nazırı, Ermeni asıllı Oskan (Mardikyan) Efendi Londra’da bastırılması kararlaştırılan bu posta pullarının grafik düzenlemelerini hazırlama işini Mimar Muzaffer Bey’e verdi. Muzaffer Bey pulların üzerindeki grafikleri hazırlarken geleneksel motifler ve çini desenlerinden yararlandı. İstanbul ve çevresinin mimari eserleriyle manzara fotoğraflarından yararlanılarak hazırlanan pulların çerçeveleri ve diğer bezemeleri Muzaffer Bey tarafından, yazılar ise Hattat Mehmet Bey tarafından hazırlandı. Pullar, basım için gönderildikleri Londra’da gerçek bir sanatçı işi ve birer sanat eseri olarak değerlendirilmiş ve büyük beğeni kazanmışlardır (https://lcivelekoglu.blogspot.com/2017/03/26-mart-96-yil-once-bugun-mimar.html, 15.05.2020/16.55).
Sanatçının adını duyurması 31 Mart Olayı’nda şehit düşenler için yapılacak anıt için açılan yarışma ile olur. 1909 yılında açılan bu yarışmaya dönemin ünlü mimarlarından Kemalettin ve Vedat beylerle Konstantin Kiryakidi ve Alexandre Vallury katılmıştı. Muzaffer Bey yarışmayı kazanarak ününü arttırdı (Ertuğrul 2007: 22). Abide-i Hürriyet’in yapımından sonra Muzaffer Bey’e 26 Recep 1329 [23 Temmuz 1911] tarihinde bir Sanayi Madalyası ihsan buyuruldu (BOA, İ..MBH. /           6-59).
Konya’ya Gelişi
O sıralarda Konya valiliğinde bulunan Hüsnü Bey, Muzaffer Bey’e karşı gıyabi bir alaka ve muhabbet göstermekte idi. İstanbul’a izinli gelişlerinden birisinde Muzaffer Bey’le bizzat temasa girişmiş ve onu Konya’da yakında başlayacağı imar hareketlerinin başında bulunmak üzere vilayet başmimarlığı ile vazifelendirmek isteğinde bulunmuştu (1914). Hüsnü Bey’in bu daveti üzerine İstanbul’da tabii bir şekilde gelişmekte olan geniş çaptaki işlerini olduğu gibi bırakarak Konya’ya gitmemekte tereddüt etmeyen büyük sanatkârın bu ani kararı, kendisinden başka bütün dostları için uzun zaman çözülemeyen bir muamma olmaktan kurtulamamıştır. Temiz ve yürekten bir sanat kaygı ve düşüncesi ile çırpınan Muzaffer Bey’in bütün maddi kazanç ve menfaatlerini feda ederek Konya gibi asırların ihmali içinde âdeta unutulup giden bir Anadolu beldesine koşuşu, hiç şüphesiz, ona yeni bir kalkınma hamlesi aşılayabilmek ve böylelikle oradan asli Türk sanatının değişmeyen ve daima millî kalan öz unsurlarını titiz bir dikkat ve itina ile arayıp bulmak içindi. Bu suretle Konya’ya giderek yerleşen Mimar Muzaffer Bey, Vali Hüsnü Bey’in kısa bir müddet sonra oradan ayrılışı ile zihninde tasarlamakta olduğu plan ve projelerinin suya düşmekte olduğunu görmüştü. Tam bu sıralarda Birinci Cihan Harbi’nin patlak vermesi, bu hayal sükûtunu gittikçe artırmış ve onu günden güne yıpratmıştı. Samih Rıfat Bey vali olunca kendisinden faydalanma çarelerini düşündü ve evvelce başlanılmış olan Darülmuallimin ve Darülmuallimat binalarının tamamlanmasına çalıştı. Böyle bir mimarın Konya’da nefis bir eserinin bulunmasını isteyen ince ruhlu vali, bu yolda ona güzel bir vesile hazırlamakta gecikmedi. Savaş sırasında ziraatta pek büyük yararlıkları görülen Konya kadınları adına orada Feridiye Karakolu karşısında bir abide inşa edilmesine karar verdi. Aylarca çalışan Muzaffer Bey, böyle bir abidenin bütün inşai ve teknik resim ve detaylarını meydana getirdi. Sanatkârın bu son eserinin mücessem bir şekilde vücut buluşunda İstanbul’dan özel olarak getirttiği taşçı Bodus Usta’nın da yardımı dokundu (Erdoğan, 27 Haziran).
Güzelliğe tutkun olan, ince bir zevk ve ruha her bakımdan sahip bulunan Muzaffer Bey, daha İstanbul’da iken uğursuz bir hastalığa tutulmuştu. Onun aşırı titizliği; hırçın ve asabi mizacıyla hastalıklı ruhu hastalığının gelişmesine en büyük etken olmuştur. 1327/1911 senesine ait Nevsâl-i Osmânî’de yayımlanan İsmet adlı bir yazarın “Mimar Muzaffer / ‘Abide-i Hürriyet’ Sanatkârı” başlıklı yazısı, onun ruh hâlini apaçık ortaya koyar.
Mezkûr yazıda Muzaffer Bey’in çalışkanlığı ve sanat hırsından övgüyle bahsederek çalışmalarında mükemmelliği yakalamaya çabaladığını, hazırladığı projelerin aynen ve hatasız tatbik edilmesini istediğini, geç yaşında böyle bir yarışmayı kazanan ince ruhlu bir sanatkâr olarak şöhret, servet ve debdebeye heves etmediğini belirten yazar, yazısını -günümüz Türkçesiyle ve mealen- şöyle sürdürür:
“Her gün sabahları mesaisine çok erken gelen ve gecenin üçüne, dördüne kadar mesaisinin başından ayrılmayan Muzaffer’in sanatına karşı aşkını ve saygısını anlamak için onun yanında bulunmak yeterliydi. Bir resim yapar, bir daha yapar, her bir parça için özellikle çok sevdiği mukarnaslar için üç dört resim çizer, sonra içlerinden birini kopya eder, bunlara ufak tefek ilaveler yapar. Nihayet kopyası da biten resim basılır. Artık iş bitmiş sayılırken Muzaffer Bey için asıl iş şimdi başlar. Ustaya işlerini uzun uzun anlatır, ardından anlayıp anlamadığını sorar. Ustanın işe dair anlattıklarını dinler. Tatmin olmazsa resim çizerek tekrar anlatır. Daha da olmazsa işin alçıdan bir kopyasını yapıp ustaya verir. O resim harfi harfine uygulanmalıdır. Muzaffer üzerinde saatlerce uğraştığı sanatı için her fedakârlığı yapar. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmaz, dolayısıyla hiçbir kusurla karşılaşmaz. Muzaffer’in bütün hayatı ve sanatı böyle bir asabiyet içinde geçmiştir. Babasının darbeleri kanlı zulümleri altında demirden zindanlarında kaldığı bu günlerde Muzaffer, hayatının acı, ihtiras ve kaderin parçalamaları altında eziliyordu. Bu çetin hayatının tek tesellisi sanata olan düşkünlüğüydü.” (İsmet 1911: 174).
Hastalığı ona sık sık asabi rahatsızlıklar vermiş ve en sonunda kendisini umumi bir felce sürüklemişti. Sarsıntının günden güne ilerlemesi üzerine tedavi maksadıyla izinli olarak İstanbul’a gitti ve mütareke yıllarında Hürriyet-i Ebediye Tepesi’ndeki Fransız Hastanesinde üç dört ay kadar kaldı. Bu müzmin hastalığın geçici olarak durdurulmasına bir dereceye kadar imkân hâsıl olması üzerine o tekrar Konya’ya döndü. Bu esnada onu tedavi eden hekimler, kendisine asla çalışmamayı ve bilhassa sinirlerini yormamayı tavsiye etmişlerdi. Fakat onun için böyle bir tavsiyeye uymak imkânsız olmuş ve en nihayet hastalığı umumi felce dönüşmüştü (Erdoğan, 27 Haziran).
Felçli günlerinde evinde kendisini ziyaret eden Konya belediye başkanlarından, eğitimci M. Muhlis Koner (1886-1957)’e durumunu şöyle anlatır: “Artık kalkamıyorum, fakat ruhumda ilelebet sönmeyecek olan aşk-ı sanat beni bütün bitapliğimle [bitkinliğimle] çalışmaya sevk ediyor. Ellerim sanatın zîhayat [canlı] fırçasını değil, bir sigara bile tutamıyor, gözlerim az görmeye başladı, pek güç söyleyebiliyorum. Ben bu hâllerle mütemadiyen çalışmak isterken sağlam ve zinde bir gençliğin memlekette lakayt dolaşmaları bilmem ki hayata, irfana ne elîm [acı] bir yabancılık... (...) Memlekette sanayi-i nefiseye [güzel sanatlara] karşı ne elîm bir bî-kaydi [ilgisizlik] var. Herkes abidenin lüzumsuzluğundan bahsediyor. Sonra artık elim kalem tutamıyor, yetiştirmek istediklerim benimle beraber bana intisaplarından [bağlandıklarından] dolayı aç kaldıkları için çekildiler. Efendim bir kunduracı bile yanında birçok kalfasıyla, çırağıyla kendisine mahsus bir teşkilata sahipken bir milletin ruhi ifadesi olan sanat-ı nefisesinden [güzel sanatından] bu kadar uzak yaşamak!.. (...) Şimdi ben artık vatanın bu ihtiyacını düşünmüyorum. Mukadder, işte benim canlı eserim!.. Oh, bunları mümkün olduğu kadar bu sanattan uzak yaşatacağım. Bunlar tüccar olsunlar, para kazansınlar...”
Muzaffer Bey, iznini isteyen Mehmet Muhlis Bey’e kimsenin kendisini ziyaret etmediğini, günlerce gözleri tavanda arka üzeri talihine ağlaya ağlaya yalnız kaldığını ve her vakit uğramalarını söyler ([Koner] 1918).
Sanata ve mesleğine aşırı tutkun olan Muzaffer Bey bu yatalak hâline rağmen devam eden işlerinin takibinden geri durmaz. Ünlü eğitimcilerimizden merhum Hüseyin Köroğlu (1922-2013), 1950’lerin başlarında Alâeddin Tepesi’ndeki gazino inşaatının dekorasyon işleri için şehrimize geldiğinde Muzaffer Bey’in oğlu Mukadder Bey’le tanışır. Mukadder Bey bu görüşmelerinde babası üzerine merhum Köroğlu’na şunları söyler: “Çocukluğum Konya’da geçti. Evimiz Atatürk Anıtının sağındaki çıkarmalı sıra evlerin İstasyon tarafından, sonuncusu idi. Babam ömrünün hastalıkla geçen son yıllarını bu evde geçirdi ve bu evde 26 Mart 1921’de vefat etti. Lisenin inşaatı bu hastalık devresine rastlar. Kendisi inmelilere mahsus özel araba ile inşaatın başına getirilirdi (Köroğlu, 4 Ocak).
Vefatı
Muzaffer Bey, oğlunun yukarıda verdiği bilgiye göre 26 Mart 1921 tarihinde, Muzaffer Erdoğan’a göre de 1920 yılı Eylül ayı sonlarında Konya’da vefat etti (Erdoğan, 27 Haziran). Cenazesi Darülmuallimin talebelerinin katılımıyla Sadreddin Konevi Haziresi’nde Sadreddin Konevi’nin mezarının yanı başına gömülmüş (Odabaşı 2001: 134), ölümü üzerine bir öğretmen tarafından söylenilen manzume bilahare Konya Darülmuallimini talebesi tarafından yaptırılan mezar taşına hitabe olarak geçirilmiştir (Erdoğan, 27 Haziran). Diğer bir rivayete göre de Muzaffer Bey’in cenazesi Şeyh Sadreddin Türbesi civarındaki Turgutoğlu Türbesi’nin yanına defnedilmiştir (https://tr.wikipedia.org/wiki/Mimar_Muzaffer_Bey). Sonraları gerek Sadreddin Konevi Türbesi gerekse Turgutoğlu Türbesi yanındaki mezarlar kaldırıldığında kabri Tekke Mezarlığı’na nakledilmiş, Sille taşından yapılan şahidesi de zamanla eriyip kaybolmuştur (Dülgerler 2014: 38).
Uzun boylu (1,98 m; Köroğlu, 5 Ocak), esmer ve zayıf yüzlü, siyah ve büyük bıyıklı, parlak ela gözlü, ince ve narin parmaklı (Erdoğan, 27 Haziran) olan Mimar Muzaffer Bey, İnşaat Reisi Ferik Hüseyin Remzi Paşa’nın (ö. 1907; BOA, Y..PRK.EŞA. / 50 – 86, 00) kızı Fatma Münevver Hanım’la (ö. 1949; Cumhuriyet, 7 Eylül 1949) evliliğinden Ali Mukadder adında bir erkek çocuk babası idi. Ailesi Soyadı Kanunu üzerine “Çizer” soyadını almıştır.
Konya’daki Eserleri
Mimar Muzaffer Bey, Konya’da çalıştığı altı yıl içerisinde önemli eserlere imza attı. İlk yapısı Darülmuallimin (Konya Lisesi) binasıdır (1914-1917). Dört katlı binanın cephesindeki pencere kemerleri, giriş revakları, taş ve çini süslemeler I. Ulusal Mimarlık Dönemi üslubunun özelliklerini yansıtır. Aynı üslupta tasarlanan ve 1915 yılında inşasına başlanan Darülmuallimat (Kız Öğretmen Okulu-SÜ Mimarlık Fakültesi) binası, 1924 yılında tamamlanıp öğrenime açılmıştır.
Muzaffer Bey’in Konya’daki diğer önemli eseri Ziraat Abidesidir. Bu anıt da I. Ulusal Mimari Dönemi (Neoklasik) üslubunun bütün özelliklerini yansıtır. Selçuklu taç kapılarını hatırlatan cepheleri bitkisel süslemeleri, çini rozetler Selçuklu-Osmanlı mimarisinden esinlenilmiştir. 1917 yılında yapımına başlanılan anıt, Muzaffer Bey’in ölümünden sonra yardımcısı Fatih Ülkü tarafından tamamlanmıştır. 16 m yüksekliğindeki Ziraat Abidesi’nin üzerine Krippel’in yaptığı bronz Atatürk Heykeli konulmuş ve 30 Ağustos 1926’da törenle açılmıştır.
Muzaffer Bey, bu yapılarının yanı sıra Selimiye ve Amber Reis camilerinin onarımlarında da çalışmıştır (Dülgerler 2014: 38).

KAYNAKÇA:
ALKAN, Ahmet vd. (1985), “Bir Türk-İslam Şehri Olarak Konya / Dünü-Bugünü-Yarını”, İslam Mimari Mirasını Koruma Konferansı Bildiriler, 22-26 Nisan 1985, İstanbul, s. 235-242.
AYDOĞMUŞ, Abdullah (2016), “Muhlis Koner’in Mimar Muzaffer Beyi Ziyareti”, Merhaba/Akademik Sayfalar, C 16, S 23 (29 Haziran), s. 359-363.
BAYSAL, Ali Fuat (2016), “Konya Sultan Selim Camii’nin Kalem İşi Tezyinatında Bulunan Nakkaş İmzaları”, İSTEM, S 27, Konya, s. 27-43.
ÇELİK, Ahmet (2019), “Konya’da Marunîlik ve Marunîlerin Konya Göçü”, KTO Konya Kitabı XVII, (Ed. A. Aköz-D. Yörük-H. Karpuz), C II, Konya, s. 95.
DÜLGERLER, Osman Nuri-Tülay Karadayı YENİCE (2008), “Türklerde Anıt Mimarisinin Bir Örneği: Konya Atatürk Anıtı”, SÜ Müh.-Mim. Fak. Dergisi, C 23, S 1, Konya, s. 67-77.
                                                   (2014), “Muzaffer Bey”, Konya Ansiklopedisi, C 7, s. 37-38.
ERDOĞAN Muzaffer (1950), “Tarihî Tetkikler / Konya’da İstanbullu Bir Sanatkâr”, Yeni Konya, 26-27 Haziran, s. 2.
ERTUĞRUL, Zeynep (2007), “Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi Mimarlarından Muzaffer Bey: Eserleri ve Sanat Anlayışı”, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat Tarihi Ana Bilim Dalı, (Basılmamış Doktora Tezi), Eskişehir.
İSMET (1911), “Mimar Muzaffer / ‘Abide-i Hürriyet’ Sanatkârı”, 1327 Sene-i Mâliyesine Mahsûs Musavver Nevsâl-i Osmânî, (Muharrirleri: Ekrem Reşâd-Osmân Ferîd), İstanbul: İkbâl Kitâbhânesi (Şems Matba’ası, 1329-1327), s. 174-176.
KOMİSYON (1973), Konya 1973 İl Yıllığı, Konya: Yeni Kitap Basımevi, s. 314.
[KONER], M. Muhlis (1918), “Muzaffer Bey’i Ziyaret”, Türk Sözü, 6 Haziran, s. 1, 3.
KÖROĞLU, Hüseyin (1958), “Konya Lisesi Projesini Yapan Mimar Muzaffer Bey”, Yeni Konya, 4-5 Ocak, s. 2.
ODABAŞI, A. Sefa (2001), “Mimar Muzaffer”, Konya Postası/Cönk Konya Yazıları, Konya 16 Mayıs, fas. 17, s. 132-134.
SÖZEN, Metin-Osman Nuri DÜLGERLER (1978), “Mimar Muzaffer’in Konya Öğretmen Lisesi”, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Dergisi, C 4, S 1 (Bahar), s. 117-145.
Arşiv Belgeleri:
BOA, DH.SAİDd...      / 194-275, H 29 Zilhicce 1297 [2 Aralık 1880]
BOA, İ..MBH. /            6-59,    26 Recep 1329 [23 Temmuz 1911]
BOA, Y..PRK.EŞA. / 50 – 86, 00 Cemaziyelahir 1325 [Temmuz/Ağustos 1907]
Sanal Kaynaklar:
https://lcivelekoglu.blogspot.com/2017/03/26-mart-96-yil-once-bugun-mimar.html, 15.05.2020/16.55
https://tr.wikipedia.org/wiki/Mimar_Muzaffer_Bey, 04.05.2020/16.40
 



















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder