Yolcular biner
Motor kükrer
Ve teker
Kaderine döner
Gezmek fiili, tıpkı yemek gibi dostlarla beraber yapıldığında daha bir zevkli, daha bir bereketli olur. TYB Konya Şubesi’nin “Yazılacak Çok Şeyimiz Var” sloganı ile yirmi yıldır hayata geçirdiği kültür gezileri bu savımızın canlı birer timsalidir. Bu yıl 3-5 Haziran (2022) tarihleri arasında icra edilen Hatay gezisi de hakeza…
“Hatay denince aklınıza gelen ilk şey nedir?” sorusuna muhatap olsaydım tereddütsüz Neccar Habip, derdim. Adı, Hızır gibi Kur’an-ı Kerim’de geçmese de müminlerin kahir ekseriyetinin kabulüyle Yasin suresinin 13 ila 29. ayetlerinde anlatılan “Ashabü’l-karye” kıssasının kahramanıdır o.
Konya’dan hareketimizden bir gün önce paylaşılan gezi programımıza göz attığımda ilk durağımızın Tarsus/Ashab-ı Kehf Mağarası olduğunu gördüğümde heyecanım da keyfim de ziyadeleşti. Zira burası da -muhtemelen- Kehf suresinin 9 ila 26. ayetleri arasında kıssaları nakledilen mümin gençlerin iltica-gâhları idi.
Otobüsümüz cuma günü kuşluğunda göz alabildiğine uzanan bozkırda, devasa bir saman yaprağa kara kalemle çekilmiş bir çizgi misali asfaltı ha bire yutmaya başladı. Karapınar, Ereğli, Ulukışla derken manzaradaki yeknesaklık bozulmuyor, ta Ulukışla-Pozantı yolunu yarılayana dek. Torosları tırmanmaya başladığımızda dışarıdaki hâkim renk de yeşile dönüşüyor. Güneş tepemizden bakmaya başladığında Pozantı’ya vasıl oluyoruz.
Cuma namazı ve yemek sonrası tekrar yola koyuluyoruz.
Ashab-ı Kehf Mağarası’nı ilkin bir gezi grubuyla seksenli yıllarda, ikinci olarak da ailemle 2004 yılında ziyaret etmiştim. Son ziyaretimden bu yana Tarsus o kadar büyümüş ki o zamanlar şehir merkezine on iki km mesafedeki ıssız bir mevkide olan mezkûr mağarayı, günümüzde âdeta bağrına basmış.
İşte on sekiz yıl sonra tekrar Encülüs Dağı’nın eteğindeyim. Mağarayı selamlamamla derunî âlemin kapılarını Neccar Habip’in diyarından önce aralıyorum.
“Uyku ölümün kardeşidir (Zümer/42), sırrıdır… Dünyada nice Ashab-ı Kehf vardır ki bu zamanda senin yanı başında ve önündedir. Mağara da dost da onunla terennüm etmektir. Ne fayda, senin gözünde ve kulağında mühür var?” (Mevlâna Celaleddin 2016: 16)
Hatay: Anlatılar, Anlatılar…
Güneşin istirahate çekilmesine yakın ayaklarımız Antakya toprağıyla buluştu. Harbiye imiş burası. Şelaleleriyle ünlü bu semtin adı eskiden Defne imiş. Burası 2012 yılında Antakya ilçesinden ayrılarak Defne adıyla yeni bir ilçe olmuş.
Günbatımına az bir zaman kala şelaleleri gezdik. Vadinin güneyinden çıkan kaynaklar şırıl şırıl akan şelaleleri oluşturduktan sonra Asi Nehri’ne kavuşuyormuş. Bu tabiat harikası mesirelik ne yazık ki hediyelik eşya, özellikle de takı satışı yapılan salaş barakalarla boğulmuş.
Harbiye şelaleleri, defne ağaçlarıyla olduğu kadar ipekçiliğiyle de ünlü. İpek dokumacılığının yanı sıra ürettikleri ipek ürünlerinin satışını da yapan dükkânlarda özellikle hanım yakınlarınızı sevindirebilirsiniz.
Gezi boyunca rehberimiz Nail Hoca’dan dinlediğimiz Hatay efsanelerinin ilki de buraya dair. Paganizm dönemine ait efsaneye göre Işık Tanrısı Apollon, ırmak kenarında genç ve güzel bir kız görür. Bu eşsiz güzelin adı Defne’dir. Apollon onunla konuşmak ister. Fakat Defne, ışık tanrısından kaçmaya başlar. O kaçar, Apollon kovalar, bir taraftan da “Kaçma seni seviyorum!” diye bağırır. Defne, Apollon’un nefesini saçlarının arasında hissettiği bir anda aniden durur ve ayağı ile toprağı kazıyarak şöyle bağırır: “Ey toprak ana, beni ört, sakla beni!” Bu içten yalvarış üzerine Defne organlarının ağırlaştığını, odunlaştığını hisseder. Göğsünü gri bir kabuk kaplar, kokulu saçları yapraklara dönüşür, kolları dallar hâlinde uzar, körpe ayakları kök olup toprağın derinliklerine dalar ve bir defne ağacı oluverir. Apallon teessürle o ağacı amblem olarak alır ve parlak yapraklarından başına bir taç yapar. İşte o zamandan beri şiir ve silah zaferi defne dalı ile ödüllendirilir ve inanışa göre yosunlu kayaların arasından şırıl şırıl süzülen berrak sular Defne’nin gözyaşlarıdır.
Cumartesi sabahı kahvaltı sonrası tekerimiz St. Pierre (Aziz Piyer) Kilisesi için döndü. Mezkûr kilise Antakya’nın Reyhanlı çıkışında, Habib-i Neccar Dağı’nın uzantısı olan Haç (Stauris) Dağı’nın eteğindeki kayalara oyulmuş 13 metre uzunluğunda 9,5 metre genişliğinde ve 7 metre yüksekliğinde bir mağara (kaya) kilisesidir. Hz. İsa’nın ölümünden sonra Antakya Kilisesi’nin kurucusu ve ilk rahibi sayılan havari St. Pierre MS 29-40 yılları arasında şehre gelmiş ve ilk dinî toplantısını bugün St. Pierre Kilisesi olarak bilinen mağarada yapmış. Hz. İsa’ya inananlara Hristiyan (Hristos) adı da ilk kez Antakya’da bu kilise cemaatine verilmiş. St. Pierre Kilisesi, bugün Hristiyanlığın ilk mabetlerinden biri ve hac mekânı olarak kabul edilmekte (Komisyon 2011: 38).
Buradan Hatay Arkeolojisi Müzesi’ne hareket ediyoruz. Şehir içindeki yolculuklarımız esnasında zaman zaman Asi Nehri’ni selamlıyoruz. Meriç Nehri gibi yurt dışında doğup ülkemizde denize dökülen hayırlı bir akarsu olan Asi’nin de bir hikâyesi var: Peygamberin biri gelmiş. Su içmek istemiş. Nehir suyunu vermek istemediğinden yönünü değiştirip ters akmaya başlamış. Nehrin tersine akması efsanesi ise coğrafik bir durum. Lübnan’da doğan Asi Nehri, Suriye üzerinden Türkiye topraklarına girmekte ve oradan da Hatay sınırları içinde delta oluşturarak Akdeniz’e dökülmekte. Kuzey yarıküredeki nehirlerin kuzeyden güneye doğru akması geleneğini bozduğu için Asi, ters akan nehir payesine sahiptir (Cengiz 2016: 39).
Hatay Arkeoloji Müzesi gerek yapısıyla gerekse teşhir alanlarıyla oldukça modern bir yapı. Müze girişinde Hatay’da hayatın günümüzden 43.000 yıl önce Üçağızlı Mağarası’nda başladığını canlandırma bir tablo ile öğreniyoruz. Hemen ardından ziyaretçileri Hitit kralı I. Şuppiluliuma’nın heykeli karşılıyor. Heybetli taş heykelin iri gözleri insanı kendine cezbediyor. Prof. Dr. Hasan Bahar Hoca’nın bilgilendirmesiyle heykelin gözbebeğini oluşturan lacivert lapuslazuli taşı Afganistan topraklarından getirilmiş. Mozaik koleksiyonu açısından dünya birincisi olan müzede MS 2-5. yüzyıllar arasına ait mozaikler mimari mekân canlandırmalarıyla birlikte sergilenmekte.
Güneş tepemizden bakmaya başladığında Uzun Çarşı’dayız. Antakya kültürünün hülasasını burada temaşa etmek mümkün. Antakya topraklarının bereketi küçük dükkânların önlerinde istiflenmiş. En çok salamura edilmiş küçücük yeşil zeytinler dikkatimi çekiyor. Hatay’a özgü bu zeytin türünün adı “halhalı” imiş. Halhalı zeytini aldığım dükkânın güleç sahibi nereden geldiğimizi soruyor. Konya’dan… cevabıma “Mevlâna’ya bizden selam götürün” dileğiyle karşılık veriyor. “Selam ile hac, hac olmaz.” deyince daha önce iki kez ziyaret ettiğini ifade ediyor. “O zaman ismini bağışlarsan özel selamını iletirim” dediğimde adının Selim olduğunu söylüyor. “Çarşıda bir hayli künefeci var, hangisini tavsiye edersiniz?” soruma “Gelin benimle” diyerek önümüze düşüyor. Çarşıdan çıkıp dar bir sokağa girdiğimizde “Size zahmet vermeyelim” ricamı geçiştiriyor. Kısa bir yolculuktan sonra gelenekli olduğu hemencecik anlaşılan bir künefeciye getiriyor. Selam verip bizi tanıtıyor. Künefelerimizi alırken hakiki Hatay künefesinde pekmez kullanılmadığını bu sebeple renginin boz olduğu bilgisini de ediniyoruz ustadan. (Pazar günü saat 03.00 sularında Kubbe-i Hadra’nın yanından geçerken Selim kardeşin emanetini tevdi etmeyi unutmuyorum.)
Ve Habip Neccar…
Antakya’nın 638 yılında Müslüman Arapların eline geçtiği dönemde inşa edilen Habib-i Neccar Camii’nin, ülkemiz sınırları içerisinde inşa edilen ilk cami olduğu kabul edilmekte. Habib-i Neccar Camii’ne geldiğimde cemaat öğle namazından çıkıyordu. Bekleyip caminin hariminde oraya buraya koşturup, kâh taklalar atıp kâh yatıp yuvarlanan kızlı erkekli çocukların cıvıltıları arasında namazımı eda ettim. Avlu kadınlı erkekli gezginler sebebiyle hâlâ hareketli. Artık Habip Neccar’ı selamlayabilirim. Habib Neccar’ın mezarı camiin kuzeydoğu köşesinde ve cami seviyesinden dört metre aşağıda. Mezar odasına taş beden üzerine tuğla örgülü, kemerli, dar ve basık iki katlı bir dehlizle ulaşılıyor. İlk katı kareye yakın dörtgen planlı. Güneydoğu köşesinde duvar düzlenerek içinde, yarım daire planlı bir mihrap nişine yer verilmiş. Kuzeydoğu ve kuzeybatı yöndeki duvarlarına paralel olarak birer sanduka yerleştirilmiş. İkinci kat daha küçük boyutlarda. Biri kuzeybatı duvarındaki bir niş içinde, diğeri kuzeydoğu duvarına paralel doğrultuda olmak üzere iki ayrı sanduka yerleştirilmiş. Her iki kattaki sandukalardan kuzeydoğu duvarda olanlar Habip Neccar’ın, kuzeybatı duvarda olanlar Şem’un-ı Safa’nın (Yasin Suresi’nde sözü edilen üçüncü elçi olduğuna inanılan kişinin) makamlarını temsil etmekte.
Kur’an-ı Kerim’de, “karye” halkını Hakk’a davet etmek için bir şehre gelen iki elçiye destek olmak üzere bir üçüncüsünün gönderildiği, halkın bunlara karşı çıktığı, sadece şehrin uzak bir yerinden gelen bir kişinin iman edip onları desteklediği ve bu kişinin, açıkça ifade edilmemekle beraber ayetin gelişinden anlaşıldığına göre şehir halkı tarafından öldürüldüğü, onun imanı sayesinde cennete girdiği, kendisine kötülük eden şehir halkının ise bir sayha ile helak edildiği anlatılmaktadır (Yâsîn 36/13-29).
Müfessirlere göre elçilerin adları Yuhanna, Pavlus ve Şem’ûnü’s-Safâ (Simun Petrus), gönderildikleri şehir ise Antakya’dır. Bunların tebliğini kabul eden mümin kişinin adı da Habîb b. Mûsâ, Habîb b. İsrâil veya Habîb b. Mer’î’dir. Tefsir kitaplarında Habib’in neccar (dülger), ipekçi, kassar (bez ağartan) veya ayakkabıcı olduğu, günlük kazancının yarısını ailesine ayırıp diğer yarısını tasadduk ettiği, cüzzam hastalığına yakalandığı için şehirden uzak bir yerde oturup ibadetle meşgul olduğu, iman ettiğini açıklayıp halkı da iman etmeye çağırınca taşlanarak, linç edilerek veya hızarla kesilerek öldürüldüğü, kesilmiş başını eline alıp yürüdüğü rivayet edilir (Ateş 1996: 373).
Külliyedeki ikinci türbe ise avluya girildiğinde, kapının hemen güneyinde, ona bitişik konumda. Batıya bakan basık kemerli giriş kapısının üzerinde taş levha üzerinde yazılı sekiz satırlık kitabe bulunan türbe, dörtgen planlı. Girişin sağında (güneyde), Hz. Yahya (Yuhanna) ve Hz. Yunus’a (Paulos) (Yasin Suresi’nde sözü edilen iki elçi olduğuna inanılan kişilere) atfedilen çift kavuk başlıklı taştan bir sanduka yer alıyor.
Türbenin güneybatı köşesine birleşen ve avluya doğru çıkıntı yapan minarenin kare planlı kaidesi üzerinde, çokgen planlı gövdesi yükseliyor. Şerefesi mahallî özellikte, şemsiyeli tipte yapılmış, üzeri kapatılmış. Habib-i Neccar Külliyesi cami, iki türbe, medrese hücreleri ve şadırvandan ibaret. Külliyeyi oluşturan yapılar yamuk biçimli bir avlu etrafında toplanmışlar.
Zeytin Müzesi
Habib-i Neccar Camii ziyaretinden sonra oldukça ünlü Kasap Tugay’da öğle yemeği molası veriyoruz. Antakya’da kasaplar lokanta hizmeti de verdiklerinden yörede lokantalar “kasap” unvanı ile anılıyor. Güleç yüzlü, cana yakın Kasap Tugay’ın güveç tepside hazırladığı Hatay’ın meşhur tepsi kebabını tattıktan sonra Altınözü’ne doğru yola koyuluyoruz.
Ülkemizin zeytinciliğiyle ünlü bölgelerinden Altınözü, Hatay’ın Suriye sınırında yer alan ilçelerinden. Yukarıda bahsettiğim halhalı zeytini de bu bölgeye has bir ürünmüş. Belediye Başkanı Rıfat Sarı ile bir çay içimi tanışma ve hâl hatır faslından sonra ilçeye yeni kazandırılan Millet Bahçesindeki mütevazı kitap fuarına geçiyoruz. Buraya ulaşabilmek için vadinin iki yakası arasına kurulan asma köprüyü kullanıyoruz. Burada kitap fuarı, ters evi ziyaret edip cam terastan çevreyi temaşa eyledik. Ardından Zeytin Müzesi ziyareti için tekrar otobüsümüzde yerimizi aldık.
Zeytin Müzesi, Ortodoks Arapların yaşadığı Tokaçlı Mahallesi’nde yer alıyor. Köyün dar sokaklarından geçerek geldiğimiz müze 300 yıllık geçmişi olan bir zeytin sıkma binası. Ülkemizdeki zeytin ağacının tarihî serüveninin görsellerle anlatıldığı müzede, zeytin ve zeytinyağı üretimine tarihî bir yolculuk yapılmakta. Görsel ve yazılı olarak zeytin ağacı, zeytin ve zeytinyağı ile ilgili geçmişten bugüne dair bilgiler sunulmakta.
Başkan Rıfat Sarı’nın ikram ettiği akşam yemeğinin ardından Altınözü’nden ayrılıp Harbiye’ye otelimize döndük.
Musa Ağacı, Ab-ı Hayat Çeşmesi
Pazar sabahı Samandağı ilçesine hareket ettik. Samandağı ilçesindeki ilk durağımız Hıdırbey Mahallesi. Burada Musa Ağacı ve Ab-ı Hayat Çeşmesi’ni ziyaret edeceğiz. Yol üzerinde ülkemizin tek Ermeni köyü Vakıflı’dan geçiyoruz. İlçeye üç km mesafede, sırtı Musa Dağı’na, yüzü Akdeniz’e dönük, serin, bol oksijenli, kendine has özellikleri olan Vakıflı Köyü, 35 hane ve 160 kişilik nüfusa sahipmiş. İbadet saatlerine denk geldiğimizden olsa gerek köy oldukça ıssız.
Musa Dağı yamaçlarındaki Hıdırbey, Vakıflı’ya oldukça yakın. Musa Ağacı, köyün yerleştiği vadi tabanından akan berrak bir derenin kıyısında, Ab-ı Hayat Çeşmesi de hemen yanı başında. Rivayete göre Samandağ sahilinde buluşan Hz. Hızır ile Hz. Musa birlikte dağa çıkarlar. Tam Musa Ağacı’nın bulunduğu noktaya geldiklerinde Hz. Musa elindeki asayı toprağa saplar ve eğilip su içer, tekrar dönüp baktığında asanın yeşerip fidana dönüştüğünü görür. Halk arasında Ab-ı Hayat’tan can bulan fidanın binlerce yılda gelişerek bugünkü hâlini aldığına inanılmakta. Ağacın gövde çapı 7,5 metre, çevresi 21 metre, yüksekliği ise 7 metre ve ağacın dalları yaklaşık 1000 metrelik alanı kaplamakta imiş.
Musa Ağacı’nın gölgesinde Ab-ı Hayat’la hararetimizi dindirdikten sonra Titus Tüneli’ne hareket ettik.
Titus Tüneli, Beşikli Mağarası
Akdeniz kıyısında upuzun bir sahil kenarında otobüsümüzden indik. Burası 14 km uzunluğuyla ülkemizin en uzun sahili olan Çevlik’miş (Sahil bu adını oldukça tehlikeli ters akıntılarından alsa gerek). Ardından sahilin karşısına düşen yamaca doğru tırmanışa geçtik. Titus Tüneli ve devamındaki Beşikli Mağarası’nı görmek de ücrete tabi. Altmış beş yaş üstü, öğretmen ve öğrenci değilseniz Hatay’ı gezerken bize müze karta sahip olmanız elzem.
MS I. yy. da sel sularını yönlendirmek, Seleucia Pieria antik kentini su baskınlarından korumak ve limanın dolmasını önlemek amacıyla, Vespasianus (MS 69) döneminde yapımına başlanan Tünel, oğlu Titus (MS 81) tarafından tamamlanmış. Tünel, 130 metresi kapalı diğer kısmı açık olmak üzere, 1380 metre uzunluğunda, ortalama 7 metre yüksekliğinde ve 6 metre genişliğinde. Tünelin kazıldığı kayalık bölge şehrin nekropol (mezarlık) alanı olarak kullanılmış.
Yol üzerinde tünelin nasıl kazıldığına delil olan oyuntularına denk geldiğimizde ağaç gövdelerinin âdeta dinamit gibi kullanılarak kaya kütlelerinin nasıl patlatıldığını Prof. Dr. Hasan Bahar Hoca’dan dinledik.
Titus Tüneli’nin deniz tarafındaki girişinden sağa, bahçeler arasındaki patikadan ilerleyerek yaklaşık 100 metre sonra Beşikli Mağarası’na ulaştık. Mağaranın içerisinde bölümler hâlinde on iki mezar yer almakta. Mezarlar birbirlerinden duvarlar ile ayrılmış. Bu taş mezarlar, taş sütunlar ve kemerlerin birbirine bağladığı bölümler hâlinde olup yukarıdan aşağıya yine taş merdivenlerle inilmekte. Kayaların oyulması ile meydana getirilen, yer yer kapıların açıldığı bölümlerdeki sütunlar, sütun başlıkları, kademeler ve üst örtüyü kısmen süsleyen motifler orijinallerine uygun biçimde yapılmış.
Çetin bir yürüyüşün oluşturduğu hararet ve yorgunluğu Çevlik Sahili’nde bir nebze dindirdikten sonra yine sahildeki Hızır Makamı’na doğru hareket ettik.
Hızır Makamı
Çoğu müfessirlerce Kur’an-ı Kerim’de, Kehf Suresi’nin 60 ila 72. ayetlerinde ledün ilmine ve ilahi rahmete mazhar olduğu ve Hz. Musa’ya ders verdiği anlatılan zatın Hızır aleyhisselam olduğuna inanılır. Hatay’da bulunan beş yüzü aşkın türbe içerisinde en ünlüsü Samandağ sahilinde yer alan bu Hıdır Türbesi. Türbe, Hz. Hızır ile Hz. Musa’nın buluştuğu yer olarak kabul edilen kayanın üzerine inşa edilmiş. Üzeri kubbeli dairevi bir yapı olan türbe özellikle Alevilerin önemli bir ziyaret makamı. Türbeyi ziyarete gelirken buhur getirmek, para bırakmak âdettenmiş. Kapının hemen sağında yanan buhurda tütsülenerek içeri girdik. İçeride kızlı kadınlı bir grup koşturarak tavaf dönmedeydi. Alevi inancındaki bu kişiler kapının üç kenarını öperek girdikleri türbede kaya etrafında üç tur dönermiş. Çıkarken de yüzü türbeye dönmüş şekilde çıkarlarmış ki bunlara bire bir tanık olduk.
Payas Sokollu Mehmet Paşa Külliyesi
Öğle yemeğimizi yine aynı sahildeki bir restoranda yedikten sonra Payas ilçesine hareket ettik. Payas’ta ayaklarımız toprakla buluştuğunda Belediye Başkanı Bekir Altan’ı bizi beklerken gördük. Vaktimiz dardı; zira buradan İskenderun’a dönüp Deniz Müzesi’ni ziyaret edecektik. Vakit kaybetmeden külliyeyi Başkan Altan’ın rehberliğinde gezdik.
İstanbul-Halep-Şam-Hicaz yolu üzerinde, Hac ve İpek Yolu kervanlarının kesiştiği noktada yer alan bir menzil külliyesi olarak inşa edilen bu eser, devrin kudretli sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa tarafından 1574 yılında Mimarbaşı Mimar Sinan’a yaptırılmış. Külliye, Türk-İslam mimarisinin en güzel ve en güzide eserlerinden birisi. Külliye, 13.000 m2’lik bir alana oturmuş. Külliyeyi oluşturan ana omurga kuzey-güney doğrultusunda 48 dükkânlık arastadır. Arasta, doğusundan han, tabhane ve imarete; batısından ise medresesi içinde bulanan cami, sıbyan mektebi ve kaleye açılmaktadır. Yine arasta içerisinden ulaşılan batı kanadında bulanan çifte hamam ise külliye yapı grubunun tamamlayıcı bölümü. Arastanın tam ortasında bulanan “Dua Kubbesi” bütün yapıları kuzey-güney ve doğu-batı ekseninde birleştiren yapı ögesi olmuş.
İskenderun ve Hatay’a Veda
Bize oldukça samimi bir ev sahipliği yapan Başkan Bekir Altan, Payas’a özgü ürünlerin yer aldığı mütevazı hediyesiyle bizi İskenderun’a uğurladı.
İskenderun’un sanayi ve ticarette ne denli önemli bir yeri olduğu tüten devasa bacalarından, yine devasa antrepolarından ve limanındaki onlarca irili ufaklı gemiden anlaşılıyor. Ayaklarımız İskenderun toprağıyla buluştuğunda gün dinlenmek üzere idi. Deniz Müzesi çoktan kapanmış olduğundan maalesef burayı gezemedik. Bunun üzerine müzenin karşısındaki kordona geçtik. Güneşin etkisini yitirdiği bu serin vakitte kordon oldukça kalabalık. Kısa bir kordon gezintisi yaptıktan sonra akşam yemeği için İskenderun Belediye Başkanı Fatih Tosyalı’nın davetine icabet ettik. Başkan Tosyalı da oldukça candan idi. Bizlere hoş geldin derken adımı takdim etmiştim. Yemekten sonra Konya’ya hareket için bizi otobüsümüze uğurlarken musafahalaştığımızda fakire adıyla hitabı, zekâsı ve samimiyetinin tam bir göstergesiydi.
Teşekkür
TYB Konya’nın bu Hatay gezisi de oldukça başarılı bir organizasyonla gerçekleşti. Bu başarının mimarı sevgili Başkan Ahmet Köseoğlu’na, gezinin düzenleyicisi sevgili Mustafa Güden’e ve bu gezinin samimi ve olgun bir havada tamamlanmasını sağlayan TYB Konya Şubesi üyesi gezi arkadaşlarıma firade firade teşekkür ederim.
Kaynaklar:
ATEŞ, Süleyman (1996), “Habîb en-Neccâr”, TDV İslam Ansiklopedisi, C 14, s. 373-374.
CENGİZ, Ali Koray (2016), “Bi(r)yerli Olmak: Anlatılar ve İmgeler Üzerinden Antakyalılık”, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Antropoloji (Sosyal Antropoloji) Ana Bilim Dalı, Ankara.
KOMİSYON (2011), Hatay, Hatay: Hatay Valiliği Yay.
MEVLÂNA CELALEDDİN (2016), Mesnevi, (trc. Veled Çelebi İzbudak, thk. Abdülbaki Gölpınarlı), Konya: Konya Büyükşehir Belediyesi Yay. (2. bs.)
SICAK,
Ahmet Sait (2017), “Kur’ân Yorum Geleneğinde Habîb en-Neccâr: Bir Literatür
İncelemesi”, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi,
C 14, S 40, s. 445-460.