27 Ekim 2021 Çarşamba

KONYA’YA AMASYA VE TOKAT AYNALARINDAN BAKMAK…

Yörük kanı taşımamdan olsa gerek gezip tozmayı severim oldum olası. Bu küresel salgın döneminde, kışlağından yüce Torosları derin derin süzüp yazlak özlemi çeken atalarım kadar darlandım.

Bir ay kadar öncesi idi. TYB Konya Şubesi’nin sevgili başkanı Ahmet Köseoğlu fakiri telefonla arayıp,

- Abi, temmuz sonunda Amasya-Tokat gezimiz var. Ödüllü yazarımız olduğun için sana iki kişilik kontenjan ayırdık, bize katılır mısın?

Bu değerli teklif, darlanan gönlüme deva olacağından başkanımın teklifini hiç düşünmeden tabi, diye cevaplandırıvermiştim.

Amasya ve Tokat… Tarihî birer şehir olmalarının yanı sıra Anadolu’daki Türk kültür ve medeniyetinin önemli şubelerindendiler.

Aracımızın formu ve yollarımızın gelişmişliğine ilaveten, yola koyulduktan sonra başlayan -yer yer gülümseten, yer yer düşündüren- münavebeli sıcak sohbet halkası berekâtıyla günün çeyreğini biraz aşan süreyi de ayaklara saldıran kanın sıkletini de hissetmeden Amasya’ya vasıl olup sağ salim otelimize indik.

Oldukça yorgun olan otelimizin adı, ülkemizin turizm/ticaret dünyasındaki İngilizce özlemini yansıtıyordu. Adı, güzelim Türkçeyle “Elma Otel[i]” oluverse kazancına halel mi gelirdi? Neyse… Batı-doğu istikametinde akan Yeşilırmak’ın oluşturduğu sağlı sollu yalçın kayalıkların sağ tarafa düşenlerinden birisinin zirvesine yakın bir yere kondurulan otelin, konuklarına en önemli ikramı seyri doyumsuz bir Amasya manzarasıydı. Çok çok aşağılarımızda kalsa da akışının dinginliği fark edilen Yeşilırmak’ın, hemen iki kıyısından itibaren kayalık eteklerine değin bir halay samimiyetinde sıralanmış üzerleri kırmızı kiremit örtülü akça pakça yapılar, yapılaşmanın sonlandığı mevkiin biraz üzerinde onarım geçirdiği anlaşılan surlar, bunların da biraz üzerinde kayalıklara oyulmuş kral mezarları ve bu Harşena Dağı’nın zirvesinde, nazlı nazlı yüzerek burcundan göğe ağan al bayrağımızla Amasya Kalesi…

 

Sağı kaya, solu kaya

Ortasından akar derya

Harşenası kral kaya

İşte buradır Amasya

               (Sami Aslan)

 

Fakire göre bir şehrin tarihî olduğunu gösteren ilk nişane “kal’a”dır. Bu kanaatimde bir zamanlar bütün bu toprakların hâkimi olan bir devletin, “kal’a”sı sakinlerince yok edilmiş payitahtının bahtsız evladı olmanın tesiri büyüktür. Bu sebeple yazımda kale(ler) üzerine yoğunlaşmak istiyorum. Dahası, yazımın son bölümünde de sözü Konya Kalesi’ne düşürüp nasıl yok edildiğiyle de sözümü bağlamak istiyorum.

Gezginlerimizin piri Evliya Çelebi (1611-1685), günümüzden dört asra yakın bir zaman önce çıktığı Anadolu seyahatinde Amasya ve Tokat topraklarına geldiğinde bu illerimiz Sivas vilayetine bağlı birer sancaktır.

Çelebi, Amasya Kalesi’ni şöyle anlatır:

Eski zamanlarda kalesi Amalika kavminin yapısıdır. Nice yüz krallardan kalmış Anadolu’nun kahkaha kalesidir. Bazı tarihlerde dağ kazıcı Ferhad yaptı, derler.

Gökyüzüne doğru baş uzatmış yüksek zirvesinde olan kuleleri, burçları ve bedenleri daima mavi bulutlar içindedir. Kuşluk vakti olup açık hava olunca kale içinde olan cami minareleri ve binaların çatıları belli olur, bir iç kaledir. Fırdolayı büyüklüğü 9.060 adım [yaklaşık 9 bin m], beşgen şeklinde köşe köşebentli ve çeşit çeşit fendli taştan yapılmış ve Ferhat işi sağlam bir kaledir. Tamamı 41 kule ve 800 bedendir. İçinde hanelerini bilmiyorum, ama eski yapı saraylar, cephane, tahıl ambarları ve su sarnıçları var. Aşağıda akan nehre inecek su yolları hayat yoludurlar.

Doğu ta­rafına bakar dört kat demir kapısı var. Kale içinde Yıldırım Han Camii var. Garipliklerinden cehennem çukuru gibi bir zindanı vardır. Büyük ve küçük toplam yetmiş adet topu vardır. İç il olduğundan büyük balyemez topları yoktur.

Bu kalenin altı, baştan başa mağaralar ile donatılmış olup ibret verici mağaraları vardır. Hatta Celâli Karayazıcı ve Kara Said zamanında vilayetin bütün ileri gelenleri bütün değerli es­vaplarını ve ağırlıklarını bu mağaralara ve bu kaleye saklayıp çoluk çocuklarıyla korunmuşlar ve saklanmışlardır.

Hatta nursuz Timur yer götürmez denizler gibi asker ile bu ka­leyi yedi ay kuşatıp bir türlü zafer bulmayıp hüsrana uğra­yarak gitmiştir. Gerçi iç ildir ama bir celali saklanmasın diye kale muhafızı ve askerleri de gözcülük eyleyip kapısında silahlı hazır dururlar. Ama aşağı kalesi şeh­rin ta ortasından akan Tozanlı Nehri kenarında yalın kat duvarlı bir alçacık taş yapı kaledir, büyüklüğünün ne kadar olduğunu bilmiyorum.

Ama üç kapısı var: Kıbleye bakar alçak köprüde Karanlık Kapı, kaleye bakar Maydanos Kapısı, Bayezid Han Köprüsü yoludur. Merzifon ve Gergiraz kasabası, Lâdik ve Varay ve batı tarafa Meydan Kapısı büyük tahta köprüye karşı şehre Gök Medrese’ye geçer. Doğu tarafına Serkiz Kapısı ve Zeytinabad, Elvan Çelebi kabri ve Amasya tahta köprüsü karşı şehirde Garipler Camii’ne geçerler (Kahraman-Dağlı 2005: 2-1/212-214).

Güneş istirahate çekilir çekilmez ışıltılı gerdanlığını takınan Amasya’nın, otelimizin terasından kuş bakışı temaşası seyreden gözleri büyüledi. Bu terasta gözümü kırpmadan sabahı edebilirdim. Lakin soluk soluğa geçecek bir şehir turunun arifesi akşamındaydık.

İngilizce öğretmeni Orhan Akdeniz rehberliğindeki gezimizin ilk durağı Ferhat Su Kanalı oldu. Mezkûr kanalın mazisi Geç Hellenistik-Erken Roma Dönemine ait olsa da halkımızın muhayyilesi burasını trajik bir aşk efsanesine bağlamış. Şehrin ileri gelenleri de kanalın oyulduğu tepeye kondurdukları -pozlarını efsanesiyle ilişkilendiremediğim- iki tunç heykel ve eteğinde inşa ettikleri yan yana iki mezarla/makamla efsaneyi somutlaştırmışlar.

Amasya Müzesi, Sultan II. Bayezit Külliyesi, Minyatür Amasya, İmaret Kültür Merkezi, Sabuncuoğlu Şefefeddin Tıp ve Cerrahi Müzesi, Yazma Eserler Kütüphanesi, Kral Kaya Mezarları… Sade Amasya merkezinde gezilip görülecek o kadar kültürel miras hazinesi var ki bizim ise vaktimiz Yeşilırmak kıyısında bir çay içimi. Araştırmacı Ahmet Çelik Hoca’nın teklifi, Başkan Ahmet Köseoğlu’nun tensibiyle -program dışı- bir zuhuratla Şirvanlı Camii’nin bitişiğindeki türbesinde, beş on arkadaşın iştirakiyle yapıverdiğimiz Seyyid Mir Hamza Nigârî ihtifaliyle zevahiri kurtarıp günü daha bir bereketlendiriyoruz.

Meraklısı için: XIX. yüzyılın tanınmış mutasavvıf ve şairlerinden olan ve “Nigârî” mahlasıyla tanınan eş-Şeyh Seyyid Hamza Karabağî (ö. 1886), aslen Azerbaycanlı olsa da hayatının önemli bölümü Anadolu’da geçirmiştir. Harput’ta vefat eden Nigârî -vasiyeti doğrultusunda- Amasya’da toprağa verilmiştir (Daha geniş bilgi için bk. TDV İslam Ansiklopedisi, C XXXIII, s. 85-87).

*

Tıpkı bir gün öncesinde, Amasya’yı selamladığımız saatlerde bu kez onunla vedalaşıyoruz. İki saatlik bir yolculuğun ardından gün dinlenmeden Tokat’a vasıl oluyoruz.

Orta Karadeniz sahil kesimiyle İç Anadolu arasında önemli bir geçit yeri olan Tokat Yeşilırmak havzasında yer alır. Şehir, ortasından Yeşilırmak’ın geçtiği (bu kesimdeki adıyla Tozanlı Suyu) doğu-batı istikametinde uzanan, Kazova adı verilen ovanın güneyindeki dağlar arasından inen Behzat Deresi’nin iki yamacında ve tabanında kurulmuş.

Ağustos ayını selamladığımız günlük güneşlik bir pazar sabahında, yine nefes nefese bir Tokat gezisine başlıyoruz. Tokat’taki rehberimiz bir Tokat sevdalısı, araştırmacı ve koleksiyoncu Hasan Erdem. Gezdiği yerleri tarihî geçmişleriyle öyle doyurucu anlatıyor ki müktesebatına ve anlatımına hayran kalıyorum.

Hz. Mevlâna’nın “iklimi ve insanı mutedil” diye tavsif ettiği Tokat’ın coğrafyası da Amasya’ya nispetle daha mutedil. Tarihî Tokat şehri, Yeşilırmak’ın güney kıyısıyla kale arasında yer alıyor. Tarihî Şehir Meydanı, Taşhan, Sulu Sokak, Arastalı Bedesten, Yağıbasan Medresesi, Saat Kulesi, Latifoğlu Konağı, Mevlevihane… âdeta bir sinema şeridi gibi akıp geçiveriyor.

Aslında çok da geniş olmayan bir alana serpiştirilmiş irili ufaklı birçok ata yadigârını gören gezi arkadaşlarımızdan bazıları Konya’yı ihmal ettiği zehabıyla Osmanlı hakkındaki görüşlerinin müspetten menfiye evrildiğini dahi dillendirdiler. Hemen belirtmeliyim ki Konya’nın yaşadığı bahtsızlık Osmanlı kaynaklı olmaktan çok başta coğrafi ve jeolojik yapısı ile -yerli yabancı- insan kaynaklı. Yazımızın son bölümünde sanıyorum bu konuya da biraz değinirim.

Tokat Şehir Müzesi fakirin “kal’a” yarasına tuz biber ekti. Rehberimiz Hasan Erdem’in büyük katkılarıyla oluşturulan şehir müzesini hayranlıkla gezerken sık sık mahallî yöneticilerimizin kulağını çınlatıyorum. Konya’da bir grup arkadaşla neredeyse çeyrek asırdır her vesileyle dillendirdiğimiz şehir müzesinin güzel bir örneğini Tokat belediyesi hayata geçirmiş.

Lakin illa da kale…

 

Selçuklu’dan bir asker

Kaleye keşfe gider

Nöbetçiler sarınca

Birer tokat aşk eder

 

Atılan her tokattan

Düşer yere askerler

Rivayet belki ama

Yöreye Tokat derler

            (Mehmet Fikret Ünalan)

 

Mahallî rivayete göre, Kont Dracula’nın babası Vlad, Osmanlı’yla yaptığı savaşı kaybedince bir daha Osmanlı’ya saldırmayacağının garantisi olarak oğlunu rehin/esir verir. Kont Dracula, yani III. Vlad, 1442-1448 yılları arasında Osmanlı elinde rehine olarak Nif ve Tokat bölgelerinde diğer beylik şehzadeleriyle birlikte yaşar.

Tokat Kalesi, mutedil bir düzlüğün bitiminde birdenbire yükseliveren -Amasya’daki gibi olmasa da- yalçın bir kayalığın zirvesini ihata ediyor. Gezip gördüğüm bütün kalelerde olduğu gibi, Tokat Kalesi’nin en yüksek burcu üzerinde de al bayrağımız nazlı nazlı dalgalanıyor.

Çelebi’mizin kaleminden Tokat Kalesi:

Tarihçilere göre ilk defa Amasya Kalesini yapan Amalika kavminden Dok’ad adında bir Ferhad işli yapmıştır ki ilk mekân­ları mağara ardı ki hâlâ mağaralarında adam kaybolur.

Sonra yine onların neslinden çoğalarak mağaralardan çıkıp bir yüksek dağın doruğu üzerinde beşgen şekilli kesme taşlı, savaş yeri bir kale yapmıştır ki Amasya Kalesi’ne denk bir sağlam hisar ve dayanıklı bir set yapmıştır.

Kalesi bir yüksek tepe üzerinde, dayanıklı beyaz kesme taş ile yapılmış sağlam bir kaledir, ama o kadar büyük değildir. Fırdolayı büyüklüğü 5.060 adımdır [yaklaşık 5 bin m]. Çevresi burç ve bedenlerle süslenmiş, sanatlı beden dişleriyle bezenmiş, etrafında asla hendeği yok, korkusuz yüksek bir surdur ki Samanyolu gibi göklere baş uzatmıştır. Ve dört tarafı cehennem çukurundan nişan verdiğinden asla hendek olacak yeri yoktur. Bütün etrafı şahin, kartal ve zağanos [doğan cinsinden bir av kuşu] yuvalı elvan renkli kayalardır.

Batı tarafa bakar bir demir kapısı vardır. Hisar içinde dizdar hanesi, kethüda, imam, müezzin ve kale mehterleri hanesi var ve cephane odaları, tahıl ambarları, su sarnıçları ve Ceylân Yolu adında su yolları vardır. Tam 362 ayak kesme kaya taş merdiven ile nehre inilir.

Göklere doğru boy uzatmış yüksek bir kale olduğundan, değme adam bir saatte çıkamadığından gece gündüz kapısı daima kapalıdır. Aşağı şehir halkının bütün değerli malları tamamen kalede korunur. Bütün suçlular ve kanlılar burada mahpustur (Kahraman Dağlı 2010: 5-1/84-87).

*

Evliya Çelebi Konya’ya geldiğinde ise Konya, Karaman vilayetinin paşa sancağıdır. Bugün yerinde yellerin bile esmez olduğu Konya Kalesi’ni de Çelebi’miz şöyle nakleder:

Bu eski şehrin ilk kurucusu, Yunanlılardan “Yanvan Tarihi” sahibinin yazdığına göre Hazret-i Yahya aleyhisselam zamanın­da kayserlerden Harkilan oğlu Aleksandıran oğlu Rişan’dır. Hazret-i Ömer Medine’den balçıklı eliyle,

“Kayserin gözün çıkarırım” diye Rum’a doğru elini uzatınca Allah’ın izniyle Konya’da o an bir çamurlu mübarek el gelip kay­ser tahtında otururken gözünü çıkarır. Daha sonra Hazret-i Ömer’den kayser elçisi gelip kayserin gözünü çıkmış görünce kral acınacak hâlini elçiye anlatır.

Elçi bilir ki, Hazret-i Ömer’in o gün çamurlu eliyle işaret edip kralın gözü çıktığıdır. Hemen elçi bir takrip ile menzilleri kat ederek Hazret-i Ömer’i Kudüs-i Şerif gazasında bulur, Hazret-i Ömer huzurunda Kayser elçisi iman ile şereflenir. Hazret-i Ömer ismini Hüseyin kor. İki kere varıp geldiği için “Hüseyn-i zü’l- cenâheyn (iki kanatlı Hüseyin)” diye künye verirler.

Hazret-i Ömer Kudüs’ü ve Kumame’yi fethedip Mısır di­yarına kumandanlıkla Amr ibnü’l-Âs’ı gönderip fethedince beri tarafta kör kayser korkusundan Konya’yı yeniden yapar, böylece ikinci yapıcı (kurucu) kör Rum kayseri olur.

Sultan Alâeddin Konya Kalesi’ni tekrar istihkam üzere yapıp üçüncü yapıcısı olmuştur.

Daha sonra sene 569 [1172-73] tarihinde yontulmuş taşlar ile Sultan Muizzeddin Kılıç Arslan b. Mesut inşa edip sağlamlık ve­rerek dördüncü yapıcısı olmuştur.

Zel­zeleden yıkılan kaleyi daha sonra Selçuklu Sultanı Keykubad tamir etmiştir. Büyük bir hendek inşa etmiştir ki, de­rinliği 11 zira [yaklaşık 8,5 m], genişliği 50 zira [yaklaşık 38 m] ve yüksekliği 30 melik ziraidir [yaklaşık 23 m]. Dış katındaki sağlam hisarının duvarı fırdolayı 11.000 gerine adımdır [yaklaşık 11.000 m].

Selçuklular zamanında 12 kapı İdi. Osmanlılar zamanında dördü kalıp diğerlerini kapattılar, ama iç kalesinin büyüklüğünü bilmiyorum. Bütün dört köşe beyaz taş ile çeşit çeşit mimari hen­deseler ile yivli, mukarnaslı ve sanki Alanya kuleli ustaca yapılmış dörtgen şekilli sanatlı bir kaledir (Kahraman-Dağlı 2006: 3-1/23-24).

Sultan I. Alâeddin Keykubat tarafından yeniden inşa ettirilen Konya Kalesi, 144 burcu ve 12 kapısıyla Türkiye Selçuklu Devleti’nin payitahtına yaraşır bir savunma yapısıdır. Merkezindeki Alâeddin Tepesi diye bilinen höyüğü çepeçevre çeviren iç kale ve mezkûr tepenin hemen batısında Zindankale olarak adlandırılan ahmedek’i manzumeyi tamamlar. Dahası, şehrin on üç kilometre kadar batısındaki Takkeli Dağ üzerinde yükselen ve Konya’nın fethinde Fatih Sultan Mehmet tarafından yıktırılan, günümüzde Selçuklu Belediyemiz tarafından yeniden ihyasına gayret edilen Gevale Kalesi’ni de unutmuş değilim.

XIX. yüzyıl başlarında Konya’ya gelen William Martin Leake, Leon de Laborde, Mareşal Von Moltke ve C. Texier gibi gezginlerin yazdıklarından bu yüzyılın ortalarına kadar Konya Kalesi’nin ayakta olduğu anlaşılmaktadır. Mezkûr yüzyıl sonlarına doğru Konya’yı ziyaret eden C. Huart ve F. Sarre ise kale harabelerinden söz ederler. Bu durum gösteriyor ki önemini kaybetmiş olsa da XIX. yüzyıl başlarında, diğer bir ifadeyle Tanzimat Fermanı’na kadar Konya Kalesi büyük ölçüde ayaktadır. Konya Kalesi ilk önemli darbeyi Tanzimat Döneminde başlatılan şehirlerin modernleştirilmesi hamlesi bağlamında kârgir binaların yapımının teşvikiyle yemiştir. Konya şehri tamamıyla derin bir toprak katmanı üzerinde kurulu olduğu gibi çevresindeki dağların taşları da dayanıksız andezitlerdir. Konya’da inşaata uygun, dayanıklı taşlar şehrin güneybatısında, yirmi kilometre mesafedeki Gödene’den sağlanmaktadır. Selçuklu Döneminde ayrıca bol miktarda da devşirme taş kullanılmıştır. Temin edilen bu taşlar da sadece kamu binalarının inşasında kullanılmıştır.

Modernleşme adına bu yıkım döneminde Alâeddin Tepesi âdeta bir taş ocağına dönmüş, buradaki kıymetli mazi yadigârları kara barutla patlatılarak yollara döşenmiştir. Konya Kalesi’nin son kalıntıları da 1867 yılında vuku bulan büyük çarşı yangını sonrası Konya Hükümet Konağı ve Kapı Camii’nin yeniden inşalarında kullanılmıştır.

Bu yıkım döneminde Konya valiliği yapan bazı zevatın hâletiruhiyesini yansıtması açısından 1905-1908 yılları arasında Konya valiliği yapan M. Cevat Bey’i zikretmeden geçemeyeceğim. İ. H. Konyalı’nın nakline göre mezkûr valinin görev yaptığı yıllarda Rizo isminde bir Rum mühendisi tarafından tamir etme bahanesiyle Alâeddin Köşkü’nün alt kısmı kazılmış, bundan müteessir olan köşk eyvanının ayakta kalan ikinci katı ve duvarlarının bir kısmı çökmüştür (1907). Köşkün kitabeli çinileri de o vakit Konya’da köşk civarında oturan Alman konsolosu tarafından kendi memleketine gönderilmiştir (Konyalı 1964: 183). Zaten harabe hâlindeki Alâeddin Köşkü’ndeki bu tahribatı gören bazı şahıs ve makamlar, binada meydana gelen tahriplerin önüne geçilmesi hususunda adı geçen validen ricada bulunduklarında vali, binanın ehemmiyetsiz bir yapı olduğunu belirterek: “Merak etmeyin ben size, 200 altın lira ile daha iyisini yaptırırım.” deme gafletini göstermiştir (Yıldırım 1997: 39).

Tanzimat Fermanı’yla hız kazanıp günümüze değin uzanan Konya’nın yıkım döneminde ortadan kaldırılan tarihî eserlerden önemlilerini sayarak konuyu sonlandıracağız: Konya surları (dış ve iç kale), Konya Köşkü, yirmiye yakın şehir hanı, Türbe Hamamı, Konya Bedesteni, Dede Bahçesi, Millet Bahçesi, Sultan Selim İmareti, Türbe Kahvesi, Sulu Kahve, Kayıklı Kahve, buzhaneler, Buğday Pazarı, Baruthane, Muvakkithane, konaklar (Evliya Çelebi’ye göre görkemli Konya konaklarının sayısı 300’dür), Ulvi Sultan Mescidi ve Türbesi, Eflatun Mescidi, Anber Reis Camii ve Türbesi, Tacülvezir Türbe, Hankâh, Mescit ve Medresesi, İnceminareli Mescidi ve talebe hücreleri, Gazezler (İpekçiler) Tekkesi, Söylemezin Tekkesi, Nalıncı Baba Türbesi, Ayabakan Dede Türbesi ve Tekkesi, Şeyh Şerefeddin Türbesi, Kemaliye/Küçük Karatay Medresesi, Sultan Veled Medresesi, Nizamiye Medresesi, Ziyaiye Medresesi (Bunlardan Şerefeddin Türbesi ile Ulvi Sultan Mescidi ve Türbesi Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiştir.). Yanı sıra gelenekli hariciyeli Konya evlerinden hiçbiri bırakılmadığı gibi, ihtişamlı pek çok Ermeni, Rum ve Maruni evinden de kala kala üç beş örnek kalmıştır.

Konya adına oluşan bu karamsar tabloyu biraz yumuşatmak adına Kültür ve Turizm Bakanlığından aldığımız verilerle oluşturduğumuz karşılaştırmalı bir Amasya-Tokat-Konya tescilli yapıları istatistiği ile yazımızı sonlandırıyoruz.

 

TAŞINMAZ KÜLTÜR VARLIKLARI

KONYA

AMASYA

TOKAT

Korunmaya Alınan Sokaklar

-

1

-

Anıt ve Abideler

4

1

-

İdari Yapılar

82

16

27

Kültürel Yapılar

452

144

119

Şehitlikler

5

4

-

Askerî Yapılar

10

3

2

Endüstriyel ve Ticari Yapılar

92

9

14

Dinî Yapılar

450

115

153

Mezarlıklar

92

63

29

Sivil Mimarlık Örneği

537

261

628

Kalıntılar

56

14

34

TOPLAM

1780

631

1006

(https://kvmgm.ktb.gov.tr/TR-44799/illere-gore-korunmasi-gerekli-tasinmaz-kultur-varligi-i-.html)

Hamiş:

Tokat Kalesi’nin eteklerinde, tarihî Sulusokak’ta bulunan ve bir Osmanlı yapısı olan Arastalı Bedesten, günümüzde Tokat Müzesi olarak hizmet vermektedir. Rehberimiz Hasan Erdem Bey bizi buraya getirdiğinde, ilkin müzenin fazla geniş olmayan girişteki avlusunda sergilenen mezar taşları dikkatimi çekiyor. Bu ata yadigârlarına özel ilgim olduğundan kitabelerini okumadan geçemem. Müze girişinin soluna düşen mezar taşlarından enteresan formlu olanı fakiri cezbediyor. Benzerine daha önce hiç rastlamadığım sarı mermerden yapılmış mezar iki bölümden oluşuyor. Yukarı doğru ölçülü bir biçimde daralarak yükselen kaidesinin üzerinde tepesi yuvarlatılmış bir sütunla sonlanan baş taşının iç yüzündeki künyesini okuduğumda kalbim bir kuş gibi çırpınmağa başladı. Zira bu mezar taşı, 1911 ila 1918 yılları arasında aralıklarla üç kez Konya Valiliği görevinde bulunmuş (Altuncuoğlu 2007: 28) Muammer Bey (1874-1928)’in ilk hanımı Faika Hanım’a aitti. Faika Hanım 1915 yılında vefat ettiğinde geride dört evladını bırakmış. Bunlar: Oğulları Demir Fethi, İskender ve Yaşar beylerle kızı Kaya Sabiha Hanım’dır. Oğulları Konya, kızı ise Sivas doğumludur (Altuncuoğlu 2007: 6).

Kitabesine göre Faika Hanım, verem sebebiyle 1331/1915 yılında vefat etmiş. Bu yılda Muammer Bey Sivas valisidir. Henüz il olmayan Tokat da Sivas’ın kazasıdır (Tokat 31 Mayıs 1920 tarihinde Sivas’tan ayrılarak il olmuştur). Yaptığımız araştırmada, ikameti Sivas olan bu hanımın mezarının niçin Tokat’ta olduğuna dair merakımızı gideremedik. Neyse ki defin yerinin Gülbahar Hatun (Meydan) Camii Haziresi ve 1930’lu yıllarda Hatuniye Medresesinin yıktırılması esnasında oradan kaldırılan mezarlardan biri olduğuna dair bir bilgiye ulaşabildik (Dutoğlu 2015: 29).

Mezarın sütunlu şahidenin iç yüzündeki kitabede şunlar yazılıdır:

Bu yerde Sivas

vâlisi Muammer Bey’in

refikası Fâ’ika Hanım

gömülüdür

merhumeyi

ölümden evvel

verem soldurdu

Her şey geçer Tanrı bâkîdir

1331 [1915]

Mezar taşının üçgen prizma formlu sandukasının her iki yanındaki kitabesinde ise Muammer Bey tarafından yazılmış şu mısralar yer almaktadır (Mezar taşı, muhtemelen, oradan oraya taşınırken hem şahidesi hem de sandukası kırılmıştır. Sandukasındaki kırığı betonla tamir etmeğe kalkışan mahir bir el (!) tabiatıyla kitabenin bir bölümünün üstünü kapatmış. Bu hâliyle mahzun taş, kendisine el atacak gerçek bir ehlini muntazırdır.):

Ey tenhâ Türk kadını hayatımın yoldaşı

Sen mi varsın altında kaldırırsam bu taşı

 

Yok sen yoksun cismin var zulmet dolu bu yerde

Sen bir rûhsun gülersin yıldızlarla göklerde

 

Ay doğdukça rûhunu hissettirir bu yerler

Söyler benim hüznümü ağladıkça bülbüller

*

Rûhun gibi muazzez hâtıralar bıraktın

Milletine İskender, Demir, Yaşar bıraktın

 

..... millî yolunda senden bize örnektir

Onda çarpar yüreğin sen ölmedin demektir

 

Artık şenim Fâ’ika’m layık değil gözyaşı

Fâtiha’yla okusun görüp geçen bu taşı

 

Kaynakça:

KONYALI, İ. Hakkı (1964), Âbideleri ve Kitabeleri ile Konya Tarihi, Konya: Yeni Kitap Basımevi.

KAHRAMAN, Seyit Ali-Yücel DAĞLI (haz.) (2005), Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, C 2/1, İstanbul: YKY; (2006), C 3/1, İstanbul: YKY; (2010), C 5/1, İstanbul: YKY.

YILDIRIM, Mustafa (1997), “Konya’da Son Asırda Kaybolan Bazı Türk Yapıları”, (Basılmamış DT), SÜSBE İslam Tarihi ve Sanatları Ana Bilim Dalı Türk İslam Sanatları Bilim Dalı, Konya. (“Konya’da Kaybolan Türk-İslam Eserleri” adıyla basıldı: 2016/Palet Yay.)

DUTOĞLU, Yasemin (2015), “Erenler Diyarında Hayat ve Ölüm”, Kümbet, S 36 (Nisan-Mayıs-Haziran), Tokat: Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği (Toşayad) Yay., s. 27-30.

YAŞAR, Hasan (2014), “Muammer Bey”, Konya Ansiklopedisi, C VII, s. 1.

ALTUNCUOĞLU, Neslihan (2007), “Modern Kayseri’nin Mimarlarından Vali Muammer Bey (1874-1928)”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı, Kayseri.















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder