A. Hayatı
İstanbul
Sultanahmet’te, 17 Rebiyülevvel 1265 [10 Şubat 1849] tarihinde dünyaya geldi. XIII.
yüzyılda Horasan’dan gelip Konya’nın Koçhisar (bugün Ankara’ya bağlı)
kasabasına yerleşen ve kasabaya Şereflikoçhisar adını veren Şereflü aşiretinden
Atçeken (Esbkeşân) Hacı Hasanoğlu ailesindendir. Babası Maliye memurlarından
Hasan Kâmil Efendi’dir. İlk tahsiline Sultanahmet’te Cevrî Kalfa Sıbyan
Mektebinde başladı. 1857’de babasının ölümü üzerine onun yerine aynı daireye
memur olarak alındı. On yedi yaşına kadar Maliye’nin çeşitli kalemlerinde
çalıştı, buradan Şura-yı Devlet ikinci sınıf mülkiye mülazımlığına getirildi
(Haziran 1868). Maliye’de iken aynı kalemde memurluk yapan Abdülhak Hamid ile birlikte
Hacı Edhem Paşazade Kadri Bey’den Arapça, Farsça ve edebiyat dersleri aldı. Bu
arada Cemiyyet-i İlmiyye-i Osmaniyye tarafından verilen halka açık derslere
devam etti. 1864’te Ruzname-i Ceride-i Havadis’te çalışmaya başlayan Ebüzziya,
gazetedeki bir yazı dolayısıyla önce Namık Kemal, onun vasıtasıyla da Şinasi
ile tanıştı ve Tasvir-i Efkâr gazetesine geçti; daha sonra Yeni Osmanlılar
Cemiyeti’ne girdi (1866).
Yirmi yaşlarında
Terakki gazetesinin yazı işleri müdürü olan Ebüzziya böylece gazetecilik
hayatına başladı. Gazetenin ilaveleri olarak Terakki Muhadderat adlı ilk
kadın dergisiyle Terakki Eğlencesi ve Letâif-i Âsâr adıyla iki mizah
dergisi yayımladı. Daha sonra Hakâiku’l-vekâyi’ gazetesinde, Diyojen,
Cıngıraklı Tatar ve Hayal dergilerinde çalıştı. Ebüzziya’nın bu sırada
kendi adıyla neşrettiği bir kısım yazıları hükümette rahatsızlık uyandırdığından
Şura-yı Devlet’teki görevine son verildi (Şubat 1872).
Şinasi’nin ölümü
üzerine Tasvir-i Efkâr Matbaasının sahibi oldu; kısa bir süre sonra Namık Kemal’in
başmuharrirlik yaptığı İbret gazetesi de burada yayımlanmaya başlandı
(Haziran 1872). Okuyucu kesiminden büyük ilgi gören İbret’in tirajının kısa
zamanda süratle yükselmesi Mahmut Nedim Paşa hükümetini ürküttü ve gazete henüz
19. sayısında iken dört ay süreyle kapatıldı (Temmuz 1872). Hemen arkasından İbret’in
sahiplerinden Nuri Bey Ankara mektupçuluğuna, Reşat Bey Bilecik kaymakamlığına gönderildi.
Ebüzziya da İzmir’de yeni kurulan Muhakeme-i Kebire-i Merkeziyye başkâtipliğine
tayin edilerek İstanbul’dan uzaklaştırılmak istendi. Ancak Mahmut Nedim Paşa’nın
yerine getirilen Mithat Paşa’nın sadareti sırasında İzmir mahkemesi lağvedildiğinden
Ebüzziya sürgünden kurtuldu. Namık Kemal’in Gelibolu’ya mutasarrıf olarak tayini
üzerine Hadika adlı bir ziraat gazetesinin imtiyazını aldı. Mithat Paşa’nın
sadaretten azli üzerine bunu siyasi bir gazete hâlinde yayımlamaya başladı (Kasım
1872). Aynı zamanda Tasvir-i Efkâr Matbaası’nda da kitaplar neşretmeye devam
ediyordu.
Hükümet, Hadika’da
neşredilen yazıları aşırı bulup gazeteyi 56. sayısından itibaren iki ay süreyle
kapatınca, Ebüzziya’nın yayıma devam edebilmek için Cüzdan adıyla çıkardığı
dergi daha ilk sayısında hem toplatılıp imha edildi hem de kapatıldı (Şubat
1873). Mithat Paşa’nın azli sonrası kurulan yeni hükümetin izniyle Sirâc’ı
yayımlamaya başladı (Mart 1873). Yayımladıkları yazılar sebebiyle Sirâc ve
İbret hükümet tarafından tekrar kapatıldı (5 Nisan 1873). Ardından da “muzır
neşriyat”ta bulunduğu gerekçesiyle Rodos’a sürgüne gönderildi (10 Nisan 1873).
Burada geçimini
sağlayabilmek için hapishanede hazırladığı yazıları İstanbul’da daha önce
matbaasını teslim ettiği Şemseddin Sami’ye göndererek kendi matbaasında Muharrir
adıyla bir dergi yayımlatmaya başladı (Kasım 1875). Bu tarihe kadar yazılarında
Mehmet Tevfik imzasını kullanırken, bir mahpus ve sürgünün kendi adıyla yazı
yazması yasak olduğundan, bundan sonra büyük oğlu Ziya’ya nispetle Ebüzziya
takma adını kullanmaya başladı. 31 Mayıs 1876’da ilan edilen genel afla İstanbul’a
döndükten sonra gazetelere verdiği ilanlarda (30 Haziran 1876) bundan böyle bu
takma adı isim olarak kullanacağını açıkladı. Bu isim daha sonra ailesine soyadı
oldu.
Rodos’ta
iken, Türk nesrinin geçirdiği gelişmeyi göstermek üzere Batılı tarzda ilk
edebiyat antolojisi olan Numune-i Edebiyyât-ı Osmâniyye’yi hazırladı.
Bu arada Ahmet Mithat Efendi ile birlikte, ülkemizde Batı tarzında eğitime başlayan
ilk okul niteliğindeki Medrese-i Süleymaniyye’yi kurdu (1876). İstanbul’a döndükten
sonra II. Abdülhamid’in hazırlattığı Kanun-ı Esasi çalışmalarına katıldı; aynı
zamanda sarayda kurulması tasarlanan Cem’iyyet-i Mutercimin’e de dâhil edildi.
Meşrutiyetin ilanı, Meclis-i Mebusan’ın açılması, 93 Harbi, bunun ardından
meclisin tekrar kapatılması ve Kanun-ı Esasi’nin yürürlükten kaldırılmasıyla meşrutiyete
bel bağlayan devrin aydınlarının muhalefeti, II. Abdülhamid idaresini bunları çeşitli
memuriyetlerle İstanbul’dan uzaklaştırmaya yöneltti. Devrin diğer bir kısım yönetim
muhalifleri gibi Ebüzziya da Bosna mektupçusu olarak İstanbul dışına çıkarıldı.
Bosna’da vilayet gazetesinin idaresini ve yayımını üzerine aldı. Buradaki görevi,
Bosna-Hersek’in Avusturya tarafından geçici olarak işgaline kadar sürdü.
1890 yılında,
1900’de Konya’ya sürgüne gönderilinceye kadar düzenli olarak yayımladığı salnamelerin
neşrine başladı. Aynı günlerde, Tanzimat devri edebiyatçılarının önemli bir neşir
vasıtası olan Mecmua-i Ebüzziya’yı yayım hayatına koydu (Mayıs
1880). Almanya’dan getirttiği yeni makinelerle kurduğu matbaasında kitap yayımlamaya
da devam eden Ebüzziya, halka okuma alışkanlığı kazandırmak amacıyla Kitabhane-i
Meşahir ve Kitabhane-i Ebüzziya isimleri altında, içinde kendi
eserleriyle Şinasi ve Namık Kemal’in eserlerinin de bulunduğu telif ve tercüme
100’den fazla cep kitabı yayımladı. Bu arada fasiküller hâlinde Lugat-ı Ebüzziya’yı
neşre başladı (1888).
Israrlı
talepleri üzerine II. Abdülhamid tarafından Mekteb-i Sanayi müdürlüğüne getirilen
(Kasım 1891) Ebüzziya, aynı zamanda devrinin önde gelen bir kûfî hattatı ve
arabesk süsleme sanatçısıdır. Yıldız Sarayı’nın salon tezyinatıyla Yıldız Camii’nin
tezyinatı ve levhaları da Ebüzziya’ya yaptırılmıştı. Ayrıca padişahın kendi
eliyle imal ettiği muhtelif ahşap eserlere işlediği “Abdülhamid” amblemleri de
onun istifidir. Ancak mektepte yenilikçi birtakım faaliyetleri ve ders vermek için
Avrupa’dan bazı sanatkâr ustalar getirtmesi üzerine aleyhinde bir jurnal
verildi ve okul müdürlüğünden alınarak Şura-yı Devlet üyeliğine getirildi (Aralık
1892). Burada mümkün olduğu kadar politikadan uzak durmaya çalıştı; Servet,
Malumat, Hazine-i Fünun, İrtika, Musavver Fen ve Edeb gibi
dergi ve gazetelerde değişik konularda yazılar yazdı. Buna rağmen 1893-1900 yılları
arasında on defa tutuklandı; nihayet verilen jurnaller üzerine oğlu Talha ile
Konya’ya sürgüne gönderildi (Nisan 1900).
II. Meşrutiyet’in
ilanı üzerine çıkarılan genel afla İstanbul’a döndü (Temmuz 1908). Bu dönemde
fiilen politikaya atılarak İttihat ve Terakki Fırkası’na girdi; seçimlerde
Konya vilayetinden aday oldu ve Antalya sancağından mebus seçildi. Bu arada matbaasını
yeniden faaliyete geçirdi, Mecmua-i Ebuzziya’yı tekrar yayımlamaya başladı.
Şinasi’nin varislerinden Tasvir-i Efkâr gazetesinin imtiyazını satın
alarak bunu Yeni Tasvir-i Efkâr adıyla çıkarmaya başladı (Mayıs 1909).
31 Mart Vakası’nı takip eden günlerde Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişi,
Sultan Abdülhamid’in hal’i, İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf fırkalarının
kıyasıya mücadeleleri sırasında çıkarmakta olduğu gazete defalarca kapatıldı.
Ebüzziya her defasında isim değiştirerek gazetesini yayımlamaya devam etti.
Zaman zaman tutuklandı, matbaası mühürlendi ve hapse atıldı. Babıali Baskını
ile iktidara geçen yeni hükümetçe serbest bırakıldığının ertesi günü evine dönerken
Kadıköy vapurunda öldü ve Bakırköy Mezarlığı’ndaki aile kabristanına defnedildi
(27 Ocak 1913).
Basın yayın,
gazete ve matbaa tekniği gibi birçok alanda ülkeye çeşitli yenilikler getiren
Ebüzziya Tevfik, bir edebî şahsiyet olmaktan ziyade Tanzimat Devrinin önemli
isimlerini sonraki nesillere tanıtan ansiklopedik bilgiye sahip bir yayımcıdır.
Ebüzziya zihniyet bakımından, bir milletin ancak gelenek ve göreneklerine, millî
ve dinî inançlarına bağlı kalarak ve faydalı her türlü yeniliği benimseyerek gelişebileceğine
inanan muhafazakâr bir Osmanlı aydınıdır. Asla yılmayan bir karaktere sahip
olan Ebüzziya, hayatı boyunca cehaletle ve ülkeye zarar getirebilecek şeylerle
mücadele etmiştir. Rodos ve Konya’daki sürgün hayatı, faaliyetlerinden şüphelenen
devrin yöneticileri tarafından defalarca göz altına alınması, zaman zaman tutuklanması,
matbaasının kapatılması ve hakkında verilen jurnaller onu yıldırmamış, hayatı
boyunca doğru bildiklerini söylemekten çekinmemiştir. Yaşadığı dönemde, Osmanlı
Devleti’nin parçalanmasını önlemek için Osmanlılık bağına önem vermiş ve
devletin Hristiyan dünyası karşısına Müslüman unsurların çoğunluğu ile çıkabilmesi
için sürekli olarak din birliğine ve Müslümanlık kavramına sarılmıştır.
Cevri Kalfa
Sıbyan Mektebi’nden başka herhangi bir okula gitmediği hâlde kuvvetli azmi ve
iradesi sayesinde kendi kendine iyi seviyede Arapça, Farsça, Fransızca, Almanca
ve Rumca öğrenmiş, edindiği geniş bilgi ve kültür sonucunda çıkardığı gazete ve
dergilerle diğer yayın faaliyetleri devrinde tek başına bir mektep olmuştur
(Ebüzziya 1994’ten).
B. Konya’daki
Sürgün Günleri
Konya,
Osmanlı Döneminde devletin sürgün yerlerinden biridir. İstanbul’daki Mevlevi
tekkesi, aynı zamanda Jön Türklerin de toplandıkları yerdi. Konya merkez
tekkesi ile İstanbul’un arası iyi değildi. Mehmed Reşad Efendi Mevlevi tarikatına
intisap etmiş olması ve Mevlevi şeyhinin cülus merasimi sırasında kılıç
kuşatıyor oluşu Konya’yı bir sürgün yeri olarak sürekli göz önünde tutulması
gereken bir yer yapmıştır. Konya, sürgün gönderilen yerlerden biri olmasına
karşın, bilindiği kadarıyla, burada herhangi bir isyan hareketine rastlanmamıştır
(Şimşek 2018: 145).
Ebüzziya
Tevfik’ten bahseden kaynaklar, onun, bir jurnal sonucu Konya’ya sürgün
edildiğinden söz ederler. Konya’da, Ebüzziya Tevfik üzerine bir makale yayımlayan
merhum Celaleddin Kişmir (1919-2008) de bu konu üzerine yaptığı bütün araştırma
ve soruşturmalarının sonuçsuz kaldığına şöyle hayıflanır: “Ebüzziya’nın Konya’ya
nefyi [sürgünü] sebebi bugüne kadar pek kati olarak öğrenilememiştir. Müracaat ettiğimiz
birkaç tarih, edebiyat tarihi ve ansiklopedilerle, kendisini tanıyan ve
sevenlerden öğrendiğimiz ancak pek küçüktür ve pek de kati değildir. Esasen Abdülhamit
ve daha evvelki devirlerde birçok kereler hiçten sebeplerle tevkif, isticvap [sorgulama]
ve nefyedilmişti. Bu sefer de Konya’ya nefyin bir hiç yüzünden olduğu
muhakkaktır (Kişmir 1950: 25 Aralık, 2).
Esasen
sürgünü hususunda kendisi de ketumdur. Konya’ya ayak bastığı günleri anlattığı
hatıralarında buraya sürgün edilme sebebinden söz etmez. Lakin Konya’ya
gelişinin ikinci senesinde İstanbul’da kalan oğlu Velid’e gönderdiği mektubu,
sürgünü üzerindeki sis bulutlarını biraz aralar gibidir:
“...
Zaptiye nazırı olacak mel’unun, Cenabı Hak, kariben [yakın zamanda] belasını
versin ki nezarete memur olduğu günden itibaren, benimle, hem de hasbeten-lillah
[yalnızca Allah rızası için] uğraştı. İki üç kerre matbaamı bastı. (Buradan bir
isim çıkarıldı) yezidini de Allah kahretsin, evladını rezil ve rüsvay ederek
süründürsün ki sizin ikinize de icrayı garez ederek seni tard [uzaklaştırma] (mektepten
tard) ve Talha’yı nefyettirdi. Ne yapayım evladım, kimseye zulmettiğimi, bilerek
bir fenalıkta bulunduğumu bilmiyorum. Bilakis elimden geldiği kadar herkesin
nef’ine [faydasına] çalıştım. Vicdanım, beni kat’a muazzep ve muaheze etmiyor. Şu
hâlde, bu belaya, neden uğradığımı bir türlü takdir edemiyorum. Evvelce de
yazmıştım, şu bulunduğumuz hâle hükm-i kader deyip de müteselli olacak
budalalardan değilim. Vakıa sabrediyoruz. Fakat buna sabır değil, istibar yani
sabr-ı zaruri derler. Mamafih ne olursa olsun elbette şu hâle bir nihayet
mukarrerdir...
Konya,
23 Şubat 902 Peder-i mütehassirin [hasret çeken baban] Ebüzziya Tevfik” (Kuntay
ts.)
Osmanlı
Arşivi’ndeki 19 Nisan 1901 tarihli aşağıdaki belge Ebüzziya
Mehmet Tevfik Bey’in Sultan Abdülhamit’e yazdığı ve hakkındaki suçlamaları
cevaplandırdığı uzunca bir mektup/dilekçedir. Ebüzziya Tevfik Bey’in Konya’ya
gelişinin tam bir yıl sonrasının tarihiyle tarihlendirilmiş bu belge, onun, Konya’ya
sürgün edilmesine ışık tutar gibidir.
“a.
Hû
Şevketli
Efendim
Tevcîhi
ile mübeşşer olduğum hidmetden sarf-ı nazar buyuruldise hîç ye’s yokdur. Fakat sebeb-i
te’hîr olmak üzere kullarını hamiyyet-i dînîye ve millîyeme dokunacak bir
sakîme ile ithâm itmeyiñ. Londra’da neşr olunan risâle Ermeni kaleminden
çıkmışdır Ebü’z-ziyâ’yı âmâl-i Ermeniyeye mürevvic addetmek İmâm-ı Â’zam’a Şîiyyet
isnâd itmek gibidir. İnsânıñ gayret-i millîyesine bu derecelerde ta’arruz revâ
görülmemelidir. Bendelerine böyle bir şey azv olunduğu zamân meftûr olduğum hamiyyet-i
dînîye ve millîyemi pek a’lâ bildikleri cihetle herkesden evvel efendimiz
reddile berâber müfterîyi te’dîb buyurmak muktezâ-yı şân-ı adâletleri idi.
Kullarınca
isnâd-ı mâ-lem-yekün aslâ mûcib-i endîşe olamaz. Fakat insânıñ tâ kalbgâhına
sokulan böyle bir hançer-i iftirânıñ ne derecelerde elîm ve ne mertebelerde
nâ-kâbilü’n-niyâm cerîha peydâ ideceği kıyâs-ı nefs ile ta’ayyün ider
hâletdendir. Binâ’enaleyh kavliñiz bu azv-i sakîmi fart-ı nefretle tazyî’ idenlere
reddile nefsimi o dürlü sebbi’âtdan ebediyyen tenzîh iderim.
Avrupa’ya
gitmek bahsine gelince ânı da efendimize îzâh ideyim: Bu def’a avdetden soñra
ba’zı zevât ile ve hattâ sarây-ı hümâyûnlarında bile lakırdı arasında garbıñ
terakkiyat-ı medeniyesinden bahs olunduğu sırada san’at-ı âcizânem bulunduğu haysiyyetle
tıba’atiñ dahi derece-i terakkiyâtını ta’dâd ve beyân ile (te’essüf iderim ki vaktile
matba’amı burada te’sîs itmişim. Çünki bu kadar ikdâmımla berâber hîç bir şey
kazanamıyorum. Burada on kuruş kazanmak içün dokuz kuruş masraf itmeli. Avrupa’da
ise on kuruş masraf iden bir matba’acı yüz kuruş istifâde idiyor eğer elimde beş
biñ lira bir sermâye olsa idi bugün Avrupa’da mükemmel bir matba’a açar iki
seneye varmadan vatanıma on biñ lira ile avdet iderdim çünki burada dört yüz
lira istikrâz iderek açdığım matba’ayı bile sekiz senede üç biñ liralık bir
hâle getürdim) yollu hasbihâl itmiş idim. İşte efendimiz curnalcileriñ kemâl-i
muvaffakiyetle efendimize bildirdikleri (Avrupa’ya firâr) mes’elesi bundan
ibâretdir.
Farz-ı
muhâl olarak bugün elimde beş biñ lira bulunsa da Avrupa’da bir matba’a açmağa
teşebbüs itsem günâha mı girmiş olurum. Ticâret ef’âl-i memnû’adan mıdır. Cebinde
dört parası olmayan bir Avrupalı memleketimize (Belge
Nu. 1)
b.
gelerek
birkaç sene zarfında milyon sâhibi oluyor da bir Müslümân da Avrupa’da san’atı
sâyesinde kesb-i servet ideceğini ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn bilüb görüyorsa
niçün gitmesün. Avrupa’da bir matba’a açmak mücerred vatanına devletine ihânet fikrinden
mi münba’is olur. Bâhusûs böyle bir fikirde bulunmak bendeñize neden lâyık
görülüyor. Lapsika’da [Leipzig ?] Viyana’da Paris’de üç dâne Türkçe hurûfu câmi’
birer matba’a vardır ki dahâ içinde ne millet-i İslâmiyye ve ne de saltanat-ı
seniyye aleyhinde el kadar bir varaka basılmışdır. Ânlar Arabî ve Fârisî
kütüb-i kadîme ve nâdire tab’ile meşgûldür. Ben kâfir-i ni’met mu’în-i vatan ve
devlet bir güştenî-i bed sîret miyim. Hâşâ kisve-i cemiyyet ve ubûdiyyetim o
dürlü levs-i ağrâzdan bi’l-külliye mutahhardır.
(Tevfîk
Bey on biñ kuruşum olursa Avrupa’ya giderdim) dimek içün mecnûn olmak lâzım
gelür. Çünki on biñ kuruşla Avrupa’da bir matba’a değil (bulvar) üzerinde
gazete satmak içün bir (baraka) bile açılamaz. Ma’lûm-ı hümâyîn-ı şâhâneleridir
ki ihfâ idecek bir fikri olanlar alenen beyân-ı fikir itmezler. Maksadlarını sakîm
olsun müstakîm olsun evlâdından bile ketm iderler. Benim beş biñ liram olsa da
Avrupa’da bir matba’a açsam dimekden (ben Avrupa’ya gidüb devlet ve memleketine
karşı neşriyâtda bulunacağım) ma’nâsı çıkaranlar birtâkım evsiz alçaklardır ki hakîkaten
ânlarıñ ellerinden gelse veya ellerinden tutan bulunsa gidüb devlet ve
milletlerine ihânet iderler. Bu hâlde geçen gün ihsân buyurulan yüz altun
kulunuzu tecrübe içün i’tâ buyurulmuş dimek oluyor. Eğer bundan evvelce ma’lûmâtım
olsa idi ya’nî hakkımdaki şu azvi o parayı ba’zı ihtiyâcât-ı mübrimeye sarf
itmezden evvel haber alsa idim. Cenâb-ı Hakk’a kasem iderim ki müzâyakanıñ soñ
derecesinde bulunduğum hâlde dahi o lutf-ı hümâyînu kabûl itmezdim.
Velîni’metim
bunlarıñ kâffesi bir incir çekirdeği doldurmaz türrehâtdan ibâretdir. Bendeñiz â’ileme
evlâdıma nasıl merbût isem vatanıma vatanımıñ sâhib-i meşrû’ı olan pâdişâhıma
da öyle merbûtum. Â’ilem evlâdım fânîdir fakat cenâb-ı Hak’dan temennî iderim
ki vatanım ve sülâle-i âl-i Osmân ilâ kıyâmü’s-sâ’a pâyidâr olsun. Bunu temennî
itmeyecek bir Müslümân varsa cenâb-ı Hak ism-i Kahhâr’ı hürmetine kahr u tedmîr
itsün.
Ben
zât-ı hümâyûnlarınıñ yakînden bir bende-i hâsı olmamış bile olsam efendimiz
taht-ı Osmânîde teyemmünen câlis bulundukça pâdişâhımı mutâ’-ı meşrû’
tanımayacak kadar hamd olsun akıl ve şu’ûra mâlikim. Ya zât-ı hümâyûnlarından
gördüğüm bunca inâyete karşı nasıl hâ’in olayım. Mülâhaza buyrulsun da ândan soñra
nasıl olmaklığım lâzım geleceğine öyle hüküm buyrulsun.
c.
kullarını
dâimâ bir nazar-ı iştibâh altında bulundurmakdaki mülâhaza-i hümâyûnlarını bir
dürlü añlayamıyorum. Şimdüye kadar hângi şübhe ihânetime hüküm olundu. Niçün hakk-ı
kemterânemde emniyetsizlik gösteriliyor. Altı yedi aydan beri pek çok
iftirâlara hedef olduk. Fakat hamden sümme hamden müfterileriñ yüzleri kara
çıkmakdan başka bir netîce virmedi. Şimdi de hepsi bitdi bendeñizi Londra’da basılan
ve hurûf-ı Ermeni mekâsıdı üzerine yazılan bir risâle ile ithâma kalkışdılar. (Hasbün-allahü
ve kefâ haklarında bu kadar lutf-ı şâhânelerine vesâtat itdiğim Fotograf
Abdullah Birâderleri[1] bile Ermeni
mekâsidine hâdim gördüğüm günden beri yirmi beş senelik iltifâta bakmayarak
terk eyledim. Dokuz aydır kendileriniñ semtine uğramadığım gibi râst geldikce
selâm bile virmedim. Ben vatanımın en kıymetsiz bir avuç toprağına cânımı fedâ idenlerdenim.
Vatanımdan bir kıt’anıñ iftirâkına çalışan hazele ile nasıl olur da
hem-efkâr olurum. Bendeñizi böyle yürek paralayacak ef’âl ile ithâma hamiyyet
ve nısfet-i şâhâneleri nasıl kâ’il olduğuna hâlâ ta’accüb itmekdeyim.
Efendimiz
üç ay evvel ya’nî yirmi beş şa’bânda va’d buyurulub üç zi’l-hiccede fi’ilen
tevcîhi tebşîr buyurulan bir hidmetiñ şuyû’ı akabinde böyle bir iftirâya hedef
olmuşum. Kuluñuz hakkındaki lutf-ı hümâyûnlarını istirkâb eseri değil midir. Bendeñizi
yüz liram olursa Avrupa’ya gidecek diye ihbâr iden şapkalı Frenk her kim ise
meydâna çıksun. Eğer yüzüme karşı söyleyebilür ise bilâ-i’tirâz kabûl iderim.
Eğer
efendimiziñ i’timâdları mücerred bendeleriniñ Avrupa’ya gideceği hakkında sâbit
ise o i’timâdı bertaraf itmek dahi yed-i şâhânelerindedir. Bendeñizi mâddeten
ve menfa’aten hângi bir hidmetle buraya rabt buyuruñuz. Dört senedir dört beş
hidmete arz-ı istihkâk eyledim. Bir ikisi hakkında va’d-ı hümâyûnları da sebk
itmiş iken yine incâz-ı fi’lîsi zuhûr itmedi. İnd-i hümâyûnlarında hîç bir şey’e
istihkâkım olmayub da yalñız efendimize karşı fikr-i isâ’ete mâlik olduğuma mı
i’tikâd buyuruluyor.
Zerre
kadar samimiyyeti olmayanlara eñ mu’tenâ me’mûriyyetler tevdî’ buyuruluyor. Bendeñize
ise taraf-ı hümâyûnlarından tasvîb buyrulan bir mekteb müdîrliği bile henüz
mevkı’-i icrâya konmadan yine taraf-ı hümâyûnlarından istihkâkımıñ fevkinde
görilüb te’hîr buyuruluyor. Sarây-ı hümâyûnları içinde, hâricde duymadık adam kalmamış
iken bendeñize terzîlim revâ görülüyor.
Bendeñiz
zâten o mektebi zarûretimi def’e medâr olur ve bir de sanâyî’-i nefîseye
fıtraten meftûn olduğum memleketime bir hidmet idebilirim diye kabûl itmiş
idim. Yoksa emsâli bendegânem mesânid-i âliyyede bulunduğu hâlde bendeñiz o kadar
dûn bir hidmeti minnetle kabûl idecek derecelerde harîs-i câh değilim. Hattâ ramâzandan
mukaddem kabûlünü arz eylediğim zamân mektebiñ himâye-i şâhânelerine lütfen
kabûlile berâber rütbe-i âcizânemiñ terfî’ini dahi şart-ı kabûl olarak arz itmişdim.
Çekmekde olduğum bâr-ı ıztırâbdan (Belge Nu. 2)
ç.
dolayı
efendimizi lâakal on def’a ta’cîz ve tasdî’ itmedikce beş kuruş buyurulduğunu
bilmiyorum. Ve bir yalan bir ihsân üzerine isnâd olunan bir siyeh ise yüz biñ
altun mukâbilinde tahammül olunur şeylerden değildir. On bir aydır hazine-i
hassa-i şâhâneden ma’âş almadım. Ve böyle me’mûriyetsiz olarak almayacağımı ise
geçende de arz eyledim.
Hâsılı
efendimiz kuluñuzu kendinden sâdır olmayan ef’âl ile mu’âheze buyurmayıñ. Şurasını
arz ideyim tâ Londra’da bir Ermeni kaleminden çıkmış olan bir risâleyi bendeñiz
tarafından yazılmış olmak üzere keşfe kendinde kudret gören dûrbînler biraz da
merkez-i saltanat-ı seniyyelerine kadar intişâr itmiş olan Moskov câsûslarile Londra’da
Paris’de, Marsilya’da bulunan Ermeni komitalarınıñ sevk itdikleri a’zâyı görüb
de âmâl-i mel’ûnânelerini akîm bırakacak tedâbirde bulunmuş olsa velîni’metlerine
dahâ ciddi bir hidmet itmiş olurlar. İ’tikâdındayım. Binâ’enaleyh kendü â’ile-i
evlâd ü ayâlile meşgûl olan bir sâhib-i nâmûsa bu dürlü iftirâlarda bulunanlarıñ
te’dîbini hâme-i istid’â eylerim efendim
Abd-i sâdıkları
Ebü’z-ziyâ Tevfîk”[2]
(BOA,
Y..EE.. / 14-78, 29 Zilhicce 1318, 001-003 [19 Nisan 1901]) (Belge Nu. 3)
a.
Kendi Kaleminden Konya’daki İlk Günleri[3]
“11 Nisan sene 1900 Perşembe,
gece
Konya’ya
ba’de’1-gurûp [gurup sonrası] bir buçukta muvasalat eyledik [ulaştık]. Mehtâp fevkalâde
berrak; istasyon epeyce cesîm [büyük] ve muntazam, geçtiğimiz yerlerde
gördüklerimize kıyâsen bir büyük gar addolunabilir. Bizi zabıta hey’eti
istikbâl etti [karşıladı]. Geniş yakalı, yakasına kürk kaplı bir kaput
giyinmiş; ortaca boylu, merdî [mertlik] ve samimiyet tercüme eden sevimli yüzlü
bir adam bize kendisini: “Vilâyet Polis Ser-komiseri Hasan bendeniz.” diye
tanıttırdı. Tevakkuf [bekleme] salonuna girdik, Şâkir Ağa nâmında bir de
candarma binbaşısı takdim edildi ki bu zâtı vaktiyle Mabeyn-i Hümâyûn’da çavuş
kisvesiyle tanımıştım.
Zâten
tanıdığım bu sima ile henüz tanıdığım Hasan Efendi[4] bana efrâd-ı
zabıtaya hâs olan bürûdet [soğukluk] veyâhûd halkın onlar hakkındaki
telakkileri ile nisbet kabûl etmez sûrette mûnis göründü. İkisi de terbiyeli,
Hasan Efendi ise daha nezîh ve nâzik. Lisânından Rumelili olduğu anlaşılıyor.
İkrâm ettiği sigara bitince Hasan Efendi: “Emrederseniz lândolar hazırdır. Vâli
Paşa da teşrîfinize muntazırdırlar [şereflendirmenizi beklemektedirler]. Doğru
konaklarına gideceğiz, çantalarınızı diğer araba ile misafir olacağınız zâtın
hânesine gönderelim. Paşa ile mülakattan sonra birlikte gideriz” dedi.
“Taşralarda
misâfirperverlik âdât-ı milliyemizden ise de vesâit-i istirâhâti istirahat
vasıtaları] mebzûl [bol] olmayan zamanlardan kalma bu külfete bu zamanda hâcet
yoktur. Elbette şehirde otel bulunur, ikâmetgâh tedârik edinceye kadar temizce
bir otele gireriz. Kimseye bâr [yük] olmak istemem” dedim. Bana; “Burada size
göre otel yoktur. Kapısından girer girmez geri dönersiniz” cevâbını verdi.
Arabalar
İstanbul’da bindiğimiz arabalardan her sûretle muntazam ve nazîf [temiz].
Husûsâ [özellikle] “Viktorya” dedikleri geniş arabalardır. Demiryoluna amûd
[dik] güzel bir şoseye dâhil olduk ki cihetînine [iki tarafında] ikişer sıra
kavak ve söğüt fidanları gars edilmiş [dikilmiş]. Yol, ortası arabalara mahsûs.
Yaya kısımlarıyla berâber yirmi altı metre arzında [eninde] geniş ve müstakim
[düz] bir şose.
Zilhicce’nin
-Konya için- on birinci gecesi olan bu gece “Çünkü biz İstanbul’dan 10
Zilhicce’de Salı sabahı îd-i nahr [Kurban Bayramı] namazı kılınırken çıkmıştık.
Buraya çarşamba günü akşamı geldiğimiz hâlde Konya Kurban Bayramı’nı o gün
yapmıştı” revnâk-ı mehtâp [mehtap parlaklığı] ile ortalık o rütbe latif, o
kadar tâbnâk [parlak] ki kuvve-i bâsırası [görme duyusu] kemâlde olan bir adam
rahatça gazete okuyabilir.
Yarım
kilometreden sonra cephede bir karakolhâne göründü, şoseyi, sağa ve sola olarak
ikiye taksîm ediyordu. Biz karakolhânenin sağ cihetine saptık. Bu kısmın
solunda etrafı parmaklıklı Millet Bahçesi bulunuyor.
Şose
ile karakolhâneye “Ferîdiye” nâmı verilmiş, valilerin çıkmaz sokakları bile
“Hamîdiye” tevsîm eyledikleri [adlandırdıkları] bir zamanda Ferîd Paşa’nın bu
koca cadde ile karakolhâneyi nâmına nisbet etmesi gerçekten büyük bir cesaret!
Sağda
solda câbecâ [yer yer] haymî [çadır biçimli] künbetler görünüyordu. Bunların
âl-i Selçuk [Selçuk oğulları] bakiyyâtından olduğunu tarz-ı mi’mârîlerinden
anladım.
Büyücek
bir çöl hükmünde olan Konya’nın ortasında bu künbetlerin gece görünüşleri Mısır
ihramlarını temsil ediyor.
Her
taraf kerpiç, her yer yıkık duvarlardan, toprak yığınlarından ibaret. Sanki
büyük bir muharebe olmuş, şehir topa tutulmuş da büyût [evler] ve emâkin
[mekânlar] tahrip edilmiş.
Araba
birçok sokaklardan geçerek yirmi dakika sonra meydanımsı bir yerde, iki fener muallâk
[asılı] bulunan bir kapının önünde tevakkuf etti [durdu]. Ufak bir bahçeye,
sonra dört beş adımlık bir mesafede sağ cihetteki kapıdan dâhil-i binâya girdik.
Pek fena yapılmış bir mesken. Dar bir merdivenden ufak bir sofaya çıktık; ufak
bir odaya girdik. Ferîd Paşa mağmûm [kederli] bir simâ ile kıyâm ve istikbâl
eyledi [ayakta karşıladı]. Vechindeki [yüzündeki] renk-i te’essür ca’lî
[yapmacık] değildi. Ben onu başka sûretle, hiç değilse lakayt bir tavırda
görürüm zannında idim. Sevkimize me’mûr olan komiserin avdetinden sonra
te’essürâtını lisânen dahi beyân ederek, misâfir olacağımız mahalde kat’â
[asla] sıkılmaksızın istirâhât etmemizi ifâde ve yarın öğle taâmına [yemeğine] gelmemizi
rica eyledi. Biz de veda edip gittik.
12 Nisan Perşembe
Pek
çok uyumuşum. Misâfir olduğumuz hânenin harem ciheti kâmilen [tamamen] bize
tahsîs edilmiş. Yataklarımız büyük bir odaya yayılmış. Bir sükûn-ı hâmûşâne
[mezarlık sessizliği] temsîl eden bu memlekette ilk hâbgâhımız [yatak odamız]
hâne-i ferdânın [gelecekteki evin] menzil-i evveli [ilk konağı], bir mezâr-ı
istirâhât kadar ta’b-güzâr oldu [yorgunluğumuzu geçirdi]. Vücûdumda bir hafiflik,
bununla berâber yine isti’dâd-ı nevm [uyuma arzusu] var.
Talha
giyinip dışarıya çıkmıştı. Acaba kahvemi kimden istesem? Röbduşambırı arkama alarak
odadan çıktım. Zenci bir hizmetkâr sofada îstâde-i emr idi [emre hazırdı].
“Oğlum bana şekersiz bir kahve getir!” dedim. Şekersiz kaydına lüzûm hissettim.
Çünkü Eskişehir’deki otelde “Sade kahve” dediğim hâlde “Yalnız kahve” mefhûmu
istifhâm etmişlerdi [anlamışlardı]. Yüzümü gözümü yıkadım. Gelip minderin
köşesine, pencerenin önüne oturdum.
Zenci
kahvemi getirdi.
“İsmin
nedir?”
“Tevfîk.”
“Yâ,
adaş imişiz! Sen burada mı doğdun?”
“Hayır
efendim Giritliyim. Muhâcir olduk.”
“Rumca
bilirsin değil mi?”
“Türkçeden
ziyâde.”
“Oğlum
dışarı mı çıktı?”
“Hâriciyede
Şükrü Efendi ile oturuyorlar.” “Konya’da harem dâiresi mukâbiline hâriciye
tesmiye ederler [adlandırırlar] ve ekser hânelerde de harem kısmından hâriç
bulunur. Bu cihetle havluya açılan sokak kapılarına umûmun girip çıkması i’tibâriyle
“cümle kapısı” derler. Ve bu cümle kapısından dâhil olunca harem cihetine ayrı
kapıdan girilir. Büyük hânelerin kâffesinde [hepsinde] böyledir.”
Zenci
Tevfîk fincanı alıp odadan çıktıktan sonra ben de kafesin ardından karşı cihetteki
evleri temâşâya başladım. İnce ince yağmur düşüyor. Gece mehtâbın nazar-firîb
olan [göz aldatan] tâbişi [parlayışı], bu evlerin renk-i kasvet-medârını [iç
daraltan rengini] biraz ta’dîl etmişti [değiştirmişti]. Bu sabahki yağmurlu
hava vahşetini ihfâ edemiyor [saklamıyor], daha muvahhiş [ürkütücü] ve
müstekreh [iğrenç] bir hâle tahvil ediyor [çeviriyor].
Duvarlarda
yağmurun te’sîriyle, Kemâl’in dediği gibi yeni mezarlara, eski tabutlara
yakışacak kadar hâil [korkunç] ve siyâha mâil bir levn-i kasvet-medâra [iç daraltan
renge] bürünüyordu.
Evlerin
sakfları [damları] kâmilen toprakla örtülmüş birer sath-ı müstevî [düz satıh].
Cabecâ [yer yer] hârice uzatılmış tahta oluklardan sapsarı bir çamur akıyor.
Görülen hakîr külbelere [kulübelere] nisbetle misâfir olduğum hâne bir kâşâne-i
muhteşem [muhteşem bir köşk] addolunabilir. Biraz ötede minâresi bülent [ulu]
ve metîn [sağlam] bir câmi görünüyor. Tarz-ı inşâsına nazaran İstanbul mi’mârlarının
eydî-i mahâretiyle [becerikli elleriyle] binâ olunmuş. Bunun daha ilerisinde
yeşil çini ile terkîp olunmuş mahrûtî [konik] bir kule görülüyordu. Bu aralık
içeri giren zenci Tevfîk’ten yeşil kulenin ne olduğunu suâl ettim. “Mevlânâ’nın
türbesi” dedi. Meğer “Kubbe-i Hadrâ” [yeşil kubbe] bu imiş! Hâlbuki kubbe, nısf
[yarım] küre şeklinde olan yuvarlak sakflara [çatılara] alem olmasına nazaran
buna “Kule-i Hadrâ” ıtlakı [denmesi] şâyeste idi [yaraşırdı].
Biraz
sonra Talha geldi. Birlikte Vâli Paşa’nın ikâmetgâhına gitmek üzere sokağa
çıktık. Sâhib-i hâne Hacı Ali Efendi bize refâkat ve delâlet [kılavuzluk] ediyor.
Evin köşesini dolaşınca biraz evvel gördüğüm minâre ile camiin meydânında
bulunduk. Câmi Selîm-i Evvel’in [Birinci Selim’in] imiş. Aynıyla İstanbul’daki
câmiine benziyordu. O anda pîş-i müfekkirede [zihnime düşen] bânî-i muazzamanın
[ulu yaptırıcısının] mehâbet [heybeti] ve şehâmeti [bahadırlığı] tecellî ettiği
gibi hâfızayı tezyîn eden [süsleyen] neşîde-i Hamid’in [Abdülhak Hamit’in şiiri]:
“O
denli sâde ki; hürriyeti kılar teşkîl
O
rütbe sâde ki; ulviyyete verir zînet”
beyti de gûyâ ki bu ma’bed-ı âlî [yüce
mabet] için söylenmişti.
Hâne-i
vâliye gidinceye kadar geçtiğimiz sokaklar, İstanbul’un esvâkına [sokaklarına]
nisbetle hem geniş hem daha temiz. Fakat oluklardan akan sarı sulardan tahaffuz
[korunmak] müşkil. Büyük caddelerden sapılan aralık sokaklar ale’l-umûm
[genellikle] iki taraşı duvar ve kapılardan ibaret. Sokak üzerine ev yok gibi.
Buralardaki evler tahtanî [tek katlı] binalardan ibaret. Pencerelere umûmen
havlu makamındaki bahçeciklere nâzırmış. Refîkimiz bu binâ hava almazsa da yazın
serin ve kışın sıcak olduğunu söyledi.
Vali
Paşa’nın konağı züvvâr ile [ziyaretçilerle] dolmuştu. Meğer îd-i dahiyye [Kurban
Bayramı] günü kimse gelmezmiş. Defterdâr, mektupçu, nâip ve müftü gibi erkân-ı
hükümet diz çöküp oturmuşlar. Sandalîlerde [iskemlelerde] de diğer bâzı zevât
oturuyordu. Telgrafhâne fabrikası müdürü Ferîd Bey “Elyevm [şimdi] Meskûkat-ı
Şâhâne [Darphane] Müdürü” ile Mi’mâr Kemâlettin Bey’leri de miyân-ı huzzârda
[hazır bulunanlar arasında] görünce hayrette kaldım. Acaba bunlar da mı İstanbul’dan
ib’âd olundular [uzaklaştırıldılar], dedim. Meğer bayram ta’tîlinden istifâde
için bir gün evvel gelmişlermiş. Birçok ulemâ ve ta’bîr-i sahîh [doğru
ifadesiyle] ile ziyy-i ulemâ [ulema görünüşlüler] da birçok... tebrîk edip
çıkıyordu. Huzzârdan Müftü Efendiden ma’dâsını [başkasını] Paşa öğle ta’âmına
alıkoymuş olduğundan, birlikte sofraya oturuldu. Bu ana kadar görmediğim bir
yemek geldi. Paşa: “Konya’ya mahsûs “truf”tur. “Domalan” derler; ziyâde alınız
pek lezîzdir” dedi. Fakat truffe ile bunun arasında medeniyetle bedevîyet kadar
fark var. Bir şeyin adına truffe demekle truffe olması lâzım gelirse biz de
kendimizi tekâmül-i medeniyeti hâiz demekle bahtiyâr addetmeliyiz.
Yemek
odasında bir “guguklu” saat vardı. Paşa’nın domalana “truffe” dediği anda “çın
guguk” diye tanîn-endâz [çınlayan] olması o kadar mevkiinde vâki oldu ki belki
bu saatlerin ihdâsından [ortaya çıkmasından] beri böyle bir iddikâk-ı
ma’nîdârda bulunanı görülmemiştir.
Bu
saat Almanya sefîri “Baron Marschall”ın “Schwarzwald-Kara Orman” ma’mûlâtından
bir yâdigâr-ı dostânesi imiş.[5]
14 Nisan Cumartesi
Türbe-i
Celâleddîn-i Rumî’yi ve konağında Mollaoğlu’nu ziyaret:[6]
Misafir
olduğunuz mahalde öğle yemeğini yedikten sonra Hükümet Konağı’na giderek
Komiser Hasan Efendi’ye iâde-i ziyâret etmek istedim.
Hükümet
Konağı kırk ile elli metre arz [genişlik] ve tûlünde [uzunluğunda] bir meydana
nâzır. Hâricen görünüşü oldukça muntazam ve muhteşem bir bina. Bunu İngiliz
Saîd Paşa merhûm vâliliğinde yaptırmış, planını, resmini bizzat çizmiş. Hattâ mi’mârlığını,
inşaât nâzırlığını bile kendi etmiş. Pakat itmâmı [tamamlanması] kuvve-i
karîbeye geldiği [yaklaştığı] bir zamanda infisâl eylemiş [ayrılmış]. Nevâkısı
[noksanları] halefi tarafından ikmâl olunmuş. Bu sebeple birinci katın
tavanları, duvarları boyasız kalmış. Ondan sonra gelen vâliler de hiç bakmamış.
Bu gün muhtâç olduğu meremmet [onarım] lâyıkıyla ifâ edilmek ve tarsîn
[kuvvetlendirme] ü tahkimine [sağlamlaştırılmasına] himmet olunmak lâzım gelse
lâ-akal [en az] üç dört bin lira sarf edilmelidir. Böyle bir masrafa konak hiç
olmazsa otuz kırk sene tezyîd-i hayât etmiş [uzatılmış] olur. Ve illâ on sene
sonra indirâsı [yok olması] muhakkaktır.
Meydanın
ortasına da hiç lüzumu yok iken Âkif Paşa bir şadırvan ikâme etmiş; meydan bu
sebeple letâfetini gâip eylemiş.
Konağın
zeminine beş altı basamaklı bir taş merdivenle çıkılır ki Meclis-i Vilâyet
Odası’nı tutan dört muazzam sütûn bu merdivenin nihâyet bulduğu satıh üzerinde
kâimdir. Bu satıh iki buçuk metre arzında ve altı yedi metre tûlündedir ki vasatında
Bâb-ı Hükümet bulunur. Bu kapıdan atılacak hatve [adım] ile terbî’an [kare
biçiminde] yedi metre bir aralığa duhûl edilir [girilir]. Tekrar bir kapı
gelir. Ve cânibînindeki [yanındaki] ahşap merdivenlerle birinci kata çıkılır.
Bu kapının karşısında diğer bir kapı daha vardır ki iç avluya girilir. Bu avlu
binanın cihât-ı erba’asıyla [dört tarafıyla] mütesâviyen [eşit olarak] müteşekkildir
ve üzeri açıktır. Saîd Paşa merhum bu açıklığı demirden müteşekkil camlı bir
çatı ile setr edecek [örtecek] ve zeminine taş döşetecek imiş.
Komiserin
odası avluya duhûl itibârıyla sağdaki merdivenin müntehâsında [sonunda]
olduğunu aşağıda haber verdiler. Merdivenler ile birinci katın sathı o kadar
berbat, o kadar kirli bir renk almış ki insan ne rütbe süflî-mizâc [alçak
karakterli] yaratılmış olsa yine her hatve ve her nazarda istikrâhtan
[tiksinmekten] kendini alamaz.
Yırtık
ve yamalı bir paçavradan ibâret olan kapı perdesini üstüme sürünmemesi için
şemsiyenin ucuyla alarga ederek kapıyı açtım. Komiser namazda idi. Bir polis de
odanın içindeki bölmede deftere, akşamki trenden çıkmış yolcuların
tezkerelerini kaydediyordu.
Pencerenin
önünde, komiserin makâmına muvâcih bulunan [bakan] koltuklu sandalyeye oturdum.
Kayıt işiyle meşgul olan polis tahminen elli yaşlarında, fakat sinninden
[yaşından] ihtiyâr görünür bir adam idi. Müstağrak olduğu [battığı] fakr ü
hirmân [yoksulluk ve yoksunluk] âdetâ çehresine irtisâm etmiş [izi düşmüş] bir
hâlde idi. İşine o kadar vakf-ı nefs etmiş [kendini vakfetmiş]; yâhûd o kadar
meskenet-me’âb idi [miskinliğini koruyordu] ki ne benim içeriye girdiğimi
gördü; ne de geçip oturduğumu!
Oda
oldukça berbât, lüzûmundan fazla rûh-güzâr [can sıkıcı], mümkün olduğu kadar
sefâlet-nümâ [sefalet gösteren], hâsılı ne kadar mehâsin [güzellikler] varsa
cümlesinden ârî [sıyrılmış], ne kadar me’âyib-i mutasavver [tasarlanmış
kusurlar var] ise cümlesini hâvîdir.
Mükerrem
zât namazın son sünnetini târ-ı edâ etti. Gâlibâ tahiyyâtta iken odanın cihât-ı
sittesini [altı yönünü] nezzâreye vuruşumun [seyredişimin] farkına varmış
olmalı ki ba’de’s-selâm [selam sonrası] duâyı edip de seccâdeden kalkar
kalkmaz: “Odamızın hâline ne kadar hayret etseniz azdır. Vâli Paşa hazretleri
dört defadır Nezâret’e iş’âr ve te’kîd ettiği [birçok kez yazıyla bildirdiği]
hâlde bin beş yüz kuruştan ibâret mesârif-i tefrîşiyeye [döşeme masraflarına]
cevâb-ı muvâfakat gelmedi. İşte yâr ü ağyâra [düşmana] karşı böyle sefalet
içinde yüzmekteyiz.”
Ben,
hafif bir tebessümle iktifâ ettim. Yalnız: “Zabtiye Nezâreti’ndeki müteferrika
[görevli] komiserinin odasına nispetle yine muntazam denebilir” dedim.
Dede
isminde bir kahveciye sâde bir kahve ısmarladı. Kahve cidden güzel
pişirilmişti. Biraz musâhabetten [sohbetten] sonra: “Bana delâlet ederseniz
türbeyi görmek, Mollaoğlu ile de görüşmek isterim” dedim. Ve müte’âkiben: “İsterseniz
bir kerre vâliden istîzân ediniz [izin isteyiniz]. Belki Mollaoğlu’yla mülâkî
olmamda [görüşmemde] her üç taraf için mahzûr-ı mülâhaza ederler” sözünü de
ilâveten îrâd ettim. Cevâben: “Hayır görüşmeniz için hiçbir mahzûr yoktur.
Mu’ârefe [tanışma] hâsıl olduktan sonra da ne vakit arzu ederseniz ziyâret
edebilirsiniz. Sizin için Nezâret’in mektubundan serbestînizi [serbestliğinizi]
takyîd edecek [bağlayacak] sûrette bir emir yok.”
Gülerek:
“Hasan muhâfazamızda tavsiye olunmuyor mu?” dedim. Kendisi de gülerek: “O!... O
hususta şimdiden vaîd ile [cezalandırılmakla] tehdîd olunuyoruz” dedi.
“Hayvanlar!...”
dedim.
Bir
lândoya binerek türbeye gittik. Türbeye Sultan Selim Câmii’nin hazîresi
dâhilinde bir kapıdan giriliyor. Sultan Selimin, câmii türbenin cidârına iki
metre fâsıla ile binâ etmiş olmasına ta’accüp ettim. O kadar vâsi’ [geniş] bir
yerde câmii türbeye bitiştirircesine takrîb edişi [yaklaştırışı], bu pâdişâhın
hâssa-i dûr-endîşîdeki [uzağı görme duyusundaki] kemâline bir şâhit-i
mütehaccir [taşlaşmış bir tanık] addolunsa şâyestedir.
Kapıdan
girilince sağ ve sol cihetleri dervîşânın hücreleri teşkîl ediyor. Sağ tarafta
baştaki hücre aşçı dedenin, zîrâ matbah da o cihette. Sol tarafta baştaki hücre
de türbedâr dedeye mahsûs. Biz sola saptık. Beş metre murabba’ında [eninde ve boyunda]
cihât-ı selâsesi [üç tarafı] parmaklıklı bir bahçeye nâzır olan hücrenin
camekânına girdik. Haylice müsinn [yaşlı] olan Dede Efendi kıyâm etti [ayağa
kalktı]. Biz de “Révérence”ın Mevlevîlere mahsûs olan tarzını taklîden bir “baş
kestik”. Dede ümmî, fakat sevimli ve hâtır-nevâzâne [gönül okşayıcı] idâre-i
lisâna kâdir bir zât. Gayet latîf, gayet tahâret-perver [temiz], her şeyi, esâs
ü [ve] mefrûşâtı bile sâde ve temiz. Kim olduğumu Komiser haber vermeden bana
“Cenâb-ı Pîr’e olan muhabbetiniz sizi buraya sevk etti. Bunda büyük bir feyz-i
ma’nevî muhakkaktır. İki sene mukaddem [önce] istînâf reîsi Esâd Efendi’ye olan
mektûb-ı mevzûnunuzda [vezinli mektubunuzda] Hazret-i Pîr hakkındaki tahiyyâtınızı
[selam ve dualarınızı] okumuştum. İşte temennîniz sûret buldu. Sonu da inşâallah
hayırdır” dedi.
“Şüphe
yok! Cenâb-ı Nâzım-ı Mesnevî, hükümdâr-ı kişver-i manevîdir [mana âleminin
sultanıdır]. Bizleri havze-i hükûmet-i ma’nevîyelerinde [mana hükümeti beldesinde]
her türlü gavâil-i şer ü şûrdan [kötülük ve kavga gailelerinden] masûn
bulunduracaklarından [koruyacaklarından] zâten mutmainim” dedim. Tam dervişçe
olan bu sözlerimden Dede Efendi pek münbasıt oldu [neşelendi].
Dede
Efendi’nin: “Yemen kahvesi sever misiniz?” sualine “Hayır! Ekşimsi olduğıyçün
hoşlanmam” cevâbını verdim. Bunun üzerine: “Derviş Hüseyin! Bana İzmir’den
gelen kahveden pişir!” emrini verdi. Hakîkaten Dede Efendi kahvenin de âlâsını
içiyor. Kahve içilinceye kadar bâzı âfâkî musâhabette bulunuldu. Çelebi Efendi’nin
dâirelerinde bulunup bulunmadıklarını sordum. “Konaktalardır, teşrîf
edecekseniz adam gönderip sorduralım. Belki ‘vahdet’te [inzivada] iseler oraya
kadar zahmet edilmemiş olur” dedikten sonra, Derviş Hüseyin’i gönderdi. Ve tekrâr:
“Haber gelinceye kadar Hazret-i Pîr’i ziyaret edersiniz” demesiyle
“Ayakkaplarım potinden ibarettir. İnşâallah başka vakit geliriz” dedim ise de
“Türbe’de züvvâra mahsûs terlikler vardır. Girseniz” dedi. Ve kalkıp önümüze
düştü.
Türbe-i
Mevlânâ’nın kapıları gümüş levhalarla kaplıdır. Mermer döşemeli ve mermer
şebîkeli [parmaklıklı] bir sahanlıkta birinci kapı bulunuyor. İç tarafta da
ikinci kapı vardır. Türbe tûlânî [uzunlamasına] bir binâdır ki sakfı revâktan
müteşekkil ve vasatında [ortasında] hâricen Kûle-i Hadrâ’nın bulunduğu yerde
bir kubbe görünüyor. Türbede doğrudan doğruya nesl-i Mevlânâ’dan gelen
post-nişîn çelebiler ile evlâd-ı zükûr ve inâs [oğlan ve kızlarından evlatları]
medfûndur. Sultânü’l-ulemâ’nın merkadi de sandûka-i Mevlânâ’nın arka tarafındadır.
Bu tûlânî türbe ile muvâzî [paralel] ve bildiğimiz yolda fakat yekdiğerine
mülâsık [bitişik] üç kubbeyi hâvî olan kısım, mescittir ki Fâtih vüzerâsından
meşhûr Gedik Ahmet Paşa’nın binâ-gerdesidir [yaptırdığıdır]. Mescidi türbeden
iki buçuk metre irtifâında bir bölme ayırmıştır. Kubbe-i Hadrâ’nın mesnetleri
makâmındaki esâtîn [sütunlar] bir buçuk metre kutrunda olarak gerek bunlar ve
gerek revâk-ı türbe Arap üslûbunda nukûş [nakışlar] ile müzeyyen [süslü] ve
müzehheptir [yaldızlıdır]. Sütûndan sütûna rabt edilmiş ufkî [yatay] demirlere
mu’allak kandillerin bâzıları fevkalâde kıymetdâr ma’mûlât-ı züccâciye-i mülevvenedendir
[rengârenk camdan imal edilmiştir]. Hele birkaç tanesi “Sârâ-zen”ler[7] zamanına âit
ma’mûlâttan olmağla takdîr-i kıymette âsâr-ı atîka mütehassısları bile beyân-ı
acz etmektedirler.
Meşâhîrden
[meşhurlardan] İngiliz arkeolog Mister Ramsay: “Eğer satılacak olsa “British
Museum” hesâbına beherine üçer bin lira verirdim” demiştir.
Türbenin
sathı kıymetdâr kalîçeler [küçük halılar], seccâdelerle mefrûştur. Belh’ten
hîn-i hicretinde [hicreti zamanında] Sultânü’l-ulemâ’nın birlikte getirmiş
olduğu kâr-ı kadîm [eski zaman işi] bir seccade dahi müzelerce mahsûd olan
[kıskanılan] âsâr-ı nâdiredendir [nadir eserlerdendir].
Türbenin
cidârlarında [duvarlarında] bazı kelimât-ı müteberrike [mübarek sözler] menkûş
[nakşedilmiş] ise de hat ve resim nokta-i nazarından hiçbir ehemmiyeti hâiz
değildir. Merkad-i Mevlânâ’nın kâin olduğu mahal, zeminden bir metre kadar
mürtefi’ [yüksek] bir settir. Buna üzerleri gümüş kaplanmış iki kademe ile
çıkılıyor. Türbedâr Dede bir huzû’-ı hâşi’âne [huşu içinde tevazu] ile diz çökerek
bu kademeyi telsîm eyledi [öptü]. Ve sonra gerisi geriye giderek hâşi’ân ve
kâimen [ayakta] teveccühte bulundu.
Dede
Efendi o hâlde iken biz de etrafı ve şâyân-ı temâşâ âsârı seyrediyorduk. Türbedâr
duâsını itmâmdan sonra gerisi geriye kapıya kadar gitti ve baş keserek çıktı.
Kapının sağ cihette meşhur “پرپور” [Perpor?]
Fabrikası’ndan çıkma bir kubûr [muhafazalı] saat mevzû’dur ki Selîm-i Sâlis
[Üçüncü Selim] tarafından ihdâ [hediye] edilmiştir.
Türbe
kapısından çıkınca bir az evvel Çelebi Efendi’ye giden Dervîş Hüseyin’i bize
muntazır bulduk. “Aziz efendimiz hâriciyede oturuyorlar”[8] diyerek ve âdet-i
Mevlevîyân üzere baş eğerek çekildi. Biz de Dede Efendi’ye vedâ ile Mollaoğlu
Konağı’na müteveccihen türbenin şimâl tarafındaki kapısından çıktık. Kapıdan çıkar
çıkmaz sol tarafta tarz-ı tedrîs-i kadîmi [eski usul eğitimi] muhafaza etmiş
bir sıbyân mektebi bulunuyor. Çocuklar âvâz-ı bülend [yüksek ses] ile hece-yi
ma’hûdu [malum heceyi] tekrarlıyorlardı.
Mollaoğlu’nun
konağı türbeden iki yüz hatve mesâfede vâki’ ve İstanbul’un eski vüzerâ
konakları tarzındadır. Büyük bir kapıdan vâsi’ bir avluya girilir. Konak bir
katlıdır. Geniş bir merdiven ile büyücek bir dîvânhâneye çıkılır. Bizi külâhlı
bir zât istikbâl ederek dîvanhânenin sol tarafında bir kapıyı irâe etti
[gösterdi]. Zeytûnî bir kalîçe ferş olunmuş büyücek bir odaya dâhil olduk ki
pencerelerin ön tarafı boydan boya bir minderi hâvî idi. Çelebi Efendi minderin
sağında müttekâları[9]
mavun ağacından masnû’ [sanatlı] arîz [geniş] bir serîrde [tahtta] oturuyordu.
Bizi görünce kıyâm, üç ile dört hatve mesâfeden istikbâl etti.
Azîmü’1-cüsse
[iri cüsseli], bülend-kâmet [uzun boylu], sîmâsında mehâbet-i ulviye [ulvi bir
heybet] müncelî [parlak] ve gâyet hafîfü’r-rûh [insanı rahatlatıcı] ve latîf-rû
[güzel yüzlü] olan bu zât, bir câzibe-i hâriku’l-âde ile mütehallî [donanmış]
idi ki vehle-i nazarda [ilk bakışta] insana ilkâ-yı hürmet [saygı ilham] ediyordu.
Musâfaha etmek üzere iki elini birden uzattı. Ve gûyâ bir seyyâle-i hubb ü dâd
[bağış ve güzellik etkisi] cereyân ettirmek istiyormuş gibi samîmiyete delâlet
eden bir şiddetle ellerimi sıktı. Ben de bi’l-mukâbele fart-ı hürmetle [aşırı
saygıyla] ellerini öptüm. Bu eller, muhâfaza-i tarâvetine [körpeliğini korumaya]
en ziyâde hasr-ı i’tinâ [özen gösteren] eden nisvân-ı ekâbir [yaşlı kadn]
elleri kadar güzel ve binâen’aleyh sâhibinin cidden hâiz-i asâlet ve necâbet
olduğu tenâsüb-i enâmilinden [parmaklarının birbirine uyuşundan] müstedill
[belli] idi.
Minderin
ön tarafına sandalîye oturur vaz’da iliştim. Ba’de’t-terhıbât [hâl-hatır
sormadan sonra]: Muvâcehesinde [karşısında] kâid [oturmuş] olan sikkeli bir
zâtı irâe ile “Tarikatçı Efendi” dâîniz [duacınız], dedi. Beni de ismimle ona
bildirdi. Sonra bana teveccühle:
“Hiç
müteessir olmayın beyefendi! Hazret-i Pîr, pîr-i üdebâdır [ediplerin piridir].
Bu cihetle ashâb-ı edeb ü irfânı kurb-i dânişine [bilgisi yakınına] cezb ü cem’
eder. Kat’â iştibâh [şüphe] buyurmayın ki İstanbul’dan tebâüdünüz [uzaklaşmanız]
hakkınızda hayr-ı mahzdır [sırf hayırdır]. Cenâb-ı Pîr Mesnevî’de:
“Tış-cân
ez şîr şeytân bâz-kun
Ba’d
ez-âneş bâ-melek enbâz-kun”
buyuruyorlar. Sizin artık o şeyâtin
[şeytanlar] ile alâkanız münkatı’ oldu (kesildi]; bundan sonra hem-deminiz
[arkadaşlarınız] urefâ-yı kudsiyândır [kutlu ariflerdir]” dediler.
Çelebi
Efendi’nin yalnız meslek ü saffetine değil irfân ü fetânetine [kavrayışına] de
tercüman olan şu tesliyet-âmîz [teselli ile karışık] sözlerinden, bâ-husûs
Mesnevî’den hâle münâsip bir beyit ile te’yîd-i müddeâ etmelerinden
[iddialarını sağlamlaştırmalarından] fevka’l-gâye münferih oldum [rahatladım].
Müşârü’n-ileyh [adı geçen], refîkim olan Komiser Hasan Efendi hakkında da
hüsn-i şahâdette bulundu. Yarım saat kadar musâhabetten sonra tekrar o güzel
elleri seve seve öperek vedâ’ eyledim.
***
Çelebi
Efendi’nin konağından çıkıp da misâfir olduğumuz eve geldiğim dakîkada idi ki
Vâli Paşa’nın çavuşlarından biri nâmıma muharrer [yazılı] bir zarf getirdi. Ve
açınca Mâbeyn Başkâtibi’nin şu telgrafı zuhûr etti:
“Ebüzziyâ
Tevfik Bey me’mûrîn-i devletten olduğu ve matbaacılıkla me’muriyet-i devletin
te’lifi nezd-i hümâyûnda münâsip görülmediği cihetle ehl-i vukûf tarafından
takdîr olunan altı yüz elli lira bedel ile matbaasının Hazîne-i Hassa-i
Şâhâne’den iştirâsı [satın alınması] matlûb-ı âli olduğundan kendisine
teblîğiyle muvâfakatinin istihsâl ve iş’ârı.”
Cevabım
1
Nisan Rûmî târîhli telgrafnâmeyi Vâli paşa aynen teblîğ eyledi. Matbaamın hâvî
olduğu edevâtın kıymet-i hakîkiyesi, matbaadaki mevcut faturalar nâtık olduğu
[bildirdiği] üzere üç bin liraya karîptir. Binâenaleyh ehl-i vukûf denilen
eşhâs kimler ise ya kasden ketm-i hakîkat [gerçeği gizleme] veyâhûd an-cehlin
takdîr-i kıymet etmiş olmalarında iştibâh yoktur. Cidden mübâya’ası [satın alınması]
matlûb ise faturaların nazar-ı itibâra alınması lâzım gelir.
Ebüzziyâ Tevfik
Bu
cevâbın ya aynen benim tarafımdan çekilmesini veyâhûd kendi telgrafnâmesine mezcedilmesini
[katılmasını] leff eylediğim [eklediğim] pusula ile Ferîd Paşa’dan ricâ
eyledim.” (Akgün 1987: 172-183)
b.
Ebüzziya Tevfik’in Konya’daki Geçim Sıkıntısı
Konya’ya
gelmeden önce devletten iki maaş alacağı bulunan Ebüzziya Tevfik Bey, Konya’da
geçirdiği bir aylık sürede de maaş alamamıştır. Mevcut parasının da tükenmesi
üzerine Konya Valiliğine aşağıda sureti aktarılan dilekçeyle başvurur (Dilekçe
metni günümüz Türkçesine aktarılmıştır):
“Dilekçe Suretidir
Acizane
buraya [Konya’ya] geldiğimde para varlığım olan yüz küsur liranın yarısı ev kirası
ve ev eşyası alınması gibi zaruri ihtiyaçların tedarikine harcanmış, kalanı ile
de bugüne kadar geçinilebilmiştir. Evvelce mabeyn-i hümayun başkâtipliğine yazdığım
dilekçemle de bildirdiğim gibi geçen seneden ocak ve şubat aylarının -bordroları
mevcut olarak- gerek oradan gerekse havale ile buradan ödenmesi yüksek
olurlarına bağlı olduğu ve bir de Şura-yı Devlet üyeliğinden azledilmeme dair
resmî ve gayriresmî bir haber olmamasına nazaran hâlen anılan memuriyete sahip
olduğuma itimat gerektiği gibi buraya yollanmam hakkındaki yüce buyruğu tebliğ
eden Çerkez Mehmet Paşa’nın maaşıma zarar gelmeyeceğini ve burada bulundukça ay
ay alacağımı padişah hazretlerinin buyrukları cümlesinden olmak üzere özel bir
biçimde müjdelemiş olması da başkaca güvenç sebebi olmuştu. Şu durumda nisan ve
mayıs ay[lar]ı maaşlarını almaya hak kazanıldığından bordroları
düzenlettirilmek üzere gereken belgeleri onaylanmak ve içişleri muhasebesine
gönderilmek üzere yüce sadrazamlık makamına sunulmak üzere gönderilmiştir. Yüce
makamın malumu olduğu üzere bizim burada, küçük oğlumla annesinin orada
[İstanbul’da] geçimimiz, diğer geçim kaynaklarımızın terkedilmesinden dolayı
şimdiki durumda bu maaşla sınırlı olduğundan lütfen, gerek ödenmemiş maaşlar ve
gerek bu seneden işlemiş ve işleyecek olanlar hakkında gereken emirlerin
sağlanmasına aracı olunmasını istirham eylerim. Bu konuda emir ve ferman emir
sahibi hazretlerinindir. Konya, Mayıs 1900
Ebüzziya Tevfik”
(BOA,
Y..A...HUS. / 407-121-003_001, 29 Safer 1318) (Belge
Nu. 4)
Konya
Valiliği Ebüzziya Tevfik Bey’in maaşlarının ödenmesine dair dileğini Dâhiliye
Nezaretine (BOA, Y..A...HUS. / 407-121-004_001) (Belge
Nu. 5), Dâhiliye Nezareti Sadrazamlığa (BOA, Y..A...HUS. / 407-121-002_001)
(Belge Nu. 6), Sadrazamlık da padişahın özel
kalemine iletir (BOA, Y..A...HUS. / 407-121-001-001) (Belge
Nu. 7). Osmanlı Arşivi’nde aynı konuda başka bir belge mevcut bulunmadığı
için Ebüzziya Tevfik dileğine kavuşmuş olmalıdır. Lakin başka kaynakların
aktardığı bilgilere nazaran Ebüzziya’nın geçim darlığı devam ettiğinden Konya’da
halıcılık gibi başka geçim kaynağı arayışları olmuştur.
c.
Beklenmedik Bir İftira
Konya’ya
gelişinin üçüncü ayında Dâhiliye Nezaretinden Konya Valiliğine gönderilen 12
Temmuz 1900 tarihli bir yazı Ebüzziya Tevfik hakkında yakışıksız bir şikâyeti
dillendirmektedir. Şikâyetin kaynağı Yunan sefaretidir. Yunan sefareti yazılı
şikâyetini Hariciye Nezaretine sunmuş, Hariciye Nezareti gereğini Dâhiliye
Nezaretine, bu nezaret de Konya Valiliğine havale etmiştir. Şikâyet konusu Ebüzziya
Tevfik Bey’in, hizmetkârı Kostantina adlı Yunan kadınını din değiştirmeye zorlamasıdır.
Mezkûr sefaret aynı zamanda Yunan kadınının İstanbul’a gönderilmesini istemektedir
(BOA, DH.MKT. / 2378-16, 25 Rebiyülevvel 1318 [23 Temmuz 1900]). (Belge Nu. 8)
Konya
Valiliği duruma hemen el koyarak Yunan kadın Kostantina’yı sorguya alır. Kadın
sorgusunda; üç ay önce Ebüzziya Tevfik Bey’in hanımıyla birlikte Konya’ya geldiğini,
bir ay kadar sonra da bunların hizmetinden ayrılarak yeterli bir maaş ile elli
beş gündür Yüzbaşı Mahmut Bey’in hanesinde hizmetçilik yaptığını, Tevfik Bey’in
hanesinde çalıştığı süre içinde din değiştirmesi için hiçbir baskıya maruz
kalmadığını, Konya’ya gelirken İstanbul’daki akrabasına haber vermediğini,
akrabası da kendisini hükümet aracılığıyla bedavaya İstanbul’a aldırtmak için
bu yalan beyanla Yunan sefaretine başvurduğunu belirtir. Bunun üzerine Konya
Valiliği mezkûr kadının ifadelerini ve olayın asılsızlığına dair kendi
kanaatini havi yazıyı Dâhiliye Nezaretine gönderir (BOA, HR.TH.. / 246-27, 30 Ağustos
1900 [4 Cemaziyelevvel 1318]). (Belge Nu. 9)
Dâhiliye
Nezaretinin de Konya Valiliğinin yaptığı soruşturma sonucuna göre Ebüzziya
Tevfik’in hizmetçisi Kostantina’ya din değiştirmesi zorlamasının yalan bir beyan
olduğunu, bu sonuçtan Yunan sefaretinin de bilgilendirilmesi dileğini önce
telgraf ardından resmî yazıyla Hariciye Nezaretine bildirmesiyle Ebüzziya Tevfik
aklanır ve konu kapanır (BOA, DH.MKT. / 2378-16, 25 Rebiyülevvel 1318 [23 Temmuz
1900]). (Belge Nu. 10, 11)
ç.
Halıcılığı
Ebüzziya
Tevfik, geçimine katkı sağlamak üzere Konya’da halıcı dokumacılığına el atıp,
yanı sıra halı ticareti yapmaya karar verir. Bu sayede Selçuklu halılarının
ihyasını da sağlamış olacaktır.
Konya’da,
desenleri ile, kûfî yazıları ile, geleneksel Selçuklu halıcılığını 20. yüzyıl
başında canlandıran Ebüzziya Tevfik, devrinin edip, gazeteci, yayıncı,
matbaacı, siyaset adamı olarak tanınmış çok yönlü bir şahsiyeti olduğu gibi aynı
zamanda, devrinin en kudretli kûfî hat ve kendi tabiri ile “Türkî” dediği
arabesk (Rumi) tezyinatın üstadıdır da. Oğlu Talha Bey, Galatasaray Sultanîsinin
son sınıfında iken siyasi faaliyette bulunmak ithamıyla babasıyla beraber
sürgüne yollanmış, kûfî yazı ve arabesk bezemelerde başarılı, teknik konularda
bilgili ve icat gücü kuvvetli olan 20 yaşında bir gençtir (Ebüzziya 1985:
465-466). Bu sıralarda Vali Ferit Paşa’nın Konya’da bir halı-kilim sergisi açma
faaliyetine girişmiş olması Ebüzziya’lar için başka bir şevk kaynağı olmuştur.
Ebüzziya,
oğlu ile beraber işe koyulmuş, İstanbul’dan kûfî çalışma dosyalarını getirtmiş,
desenleri hazırlamış, pratik ve teknik icatlarda pek becerikli olan oğlu Talha’nın
halı tezgâhlarında yaptığı ilavelerle kurulan yeni tarz tezgâhta ilk duvar [seccadeleri]
“levha seccadeler” dokunmuştur (Ebüzziya 1985: 469). Ebüzziya bu iş için Ladik’ten
halıcı ustaları getirmiştir (Akgün 1987: 7).
Bu
seccadelerde Konya’daki Selçuklu eserlerinin değişik yerlerinden alınmış motiflerin
yanı sıra Sultan Abdülhamit’e dokundurmak amacıyla kûfî hatlı birtakım imalı
ibareler de yer almaktadır. “El-hükmü li’l-galib [Geçerli olan hüküm daima galip
olanındır]”, “El-fevzü li’l-ilmi leyse’l-fevzü li’l-âlemi [Zafer ve ilerleme
ancak ilim ile olur, âlem (bayrak) ile olamaz]”, “El-Hakku ya’lû velâ yu’lâ
aleyh [Hak yücedir, O’ndan yücesi yoktur]” gibi... (Ebüzziya 1985: 485)
Ebüzziya
Tevfik’in bu duvar seccadelerine dokunacak sözleri tamamen siyasî bir maksatla seçtiğini
ispat eden elimizde bir belge vardır: Dokuttuğu “El Fevz...” ibareli bir
seccadesini, Paris’te Ahmed Rıza Bey’e[10] hediye olarak
gönderirken kullandığı kartvizitine yazdığı şu satırlardır (Ebüzziya 1985: 487):
“Mîrim
Efendim
Mahsûl-i
menfâ olan bu kâlîçeyi zât-ı fezâ’il-simât-ı sâmîlerine olarak i’mâl itdirdim.
Üzerinde hatt-ı kûfî ile “el-fevzü li’1-ilmi leyse’l-fevzü li’l-alemî” mısrâ’ı
muharrerdir. Siz ise bu kavle bihakkın mâsadak olduñuz. Çünki ihrâz itdiğiñiz
fevz ve zafer ilim ve ictihâdıñız netîcesidir ki umûm ebnâ-yı vatan şükür-güzâr-ı
hidmetiñizdir. (...)”[11] (Ebüzziya 1985: 472).
d.
Sultan Abdülhamit’e Suikast
Meşrutiyet fikrinin Konya’ya intikali ne zamandan
itibaren, ne şekilde ve hangi aktörlerle intikal ettiği hususu ele alındığında 1895’lerden
itibaren etkili olmaya başladıkları görülen birbirleri ile iç içe geçmiş başlıca
birkaç aktör ile karşılaşılır: Sürgünler, askerî/sivil bürokratlar ulema/meşayih/muallimler
ve mülkî idareciler (Aslaner 2008: 77).
Bilindiği gibi Abdülhamid’in siyasî pozisyonunu muhafaza
etmek için kullandığı en önemli araçlardan birisi kendine muhalif olan ve bir şekilde
meşrutî fikirlere sahip kişileri çeşitli görevlerle veya herhangi bir görev
vermeksizin İstanbul’dan uzaklaştırmak/sürgüne göndermekti. Ancak, bir yönü ile
başarılı olan bu politika muhalefeti siyasî merkezden uzaklaştırırken aynı
zamanda bu muhalif görüşlerin taşrada yayılmasını/yerleşmesini sağlayan en önemli
faktörlerden de birisi olmuştur (Aslaner 2008: 79).
Bu durumun Konya için de geçerli olduğunu görmek
için siyasî
sebeplerden ötürü sürülenlere ve faaliyetlerine biraz daha yakından bakmak
yeterli olacaktır. Meclis-i Ayan üyelerinden İngiliz Ali Bey’in dışında
Konya’ya sürülenler arasında Ziya Paşa ve Ebüzziya Tevfik Bey gibi Yeni Osmanlı
hareketinin önemli ve aktif üyeleri de vardı. Ziya Paşa Konya’da az bir süre
kaldığı için çok fazla etkili olmamış olabilir, ancak aynı durumun 1900-1908 yılları
arasında Konya’da ikamet etmek zorunda kalan Ebüzziya Tevfik için de geçerli
olduğu söylenemez. Ebüzziya Tevfik Bey’in, muhtevalarına dair elde kesin
bilgiler olmamakla beraber, evinde toplantılar düzenlediği, sürgünlüğü
döneminde Jön Türkler içerisinde cereyan eden tartışmalara kayıtsız kalmadığı,
Ahmet Rıza Bey ile irtibat hâlinde olduğu bilinmektedir. Ebüzziya’nın Konya’da
bir yıl hapiste yatması da onun birtakım faaliyetlerde bulunduğunun ve muhalif
fikirlerin intişarına dair çalışmalar yaptığının işareti olarak kabul
edilebilir. Mesela Bekir Sami Paşa Medresesi talebelerinden İbrahim Hakkı
Konyalı’nın Ebüzziya Bey ile ilişki içerisinde olduğunu, aynı şekilde İslam Eserleri
Müzesi’nin ilk müdürlerinden olan ilmiye kökenli Abdulkadir Erdoğan’ın modern
fikirlerle tanışmasında Ebüzziya Tevfik Bey’in evinde yapılan toplantıların ve
sonradan İttihat ve Terakki Cemiyeti Konya şubesi reisliği yapacak olan
ilmiyeden Sivaslı Ali Kemali ve diğer sürgünlerle olan ilişkisinin etkili olduğu
bilinmektedir (Aslaner 2008: 79-80).
Bu günlerde Ebüzziya’dan başka evinde ihtilalci
toplantılar düzenleyen bir de Konyalı vardır: Kâzım Hüsnü Bey. Kâzım Hüsnü Bey’in
evinde on beş günde bir yapılan toplantılara Ebüzziya Tevfik, Arnavut Murat,
Maarif Müdürü İzmirli Azmi (1914’te Konya valisi), Kadaifçizade Süleyman
Efendi, Babalık gazetesi sahibi Yusuf Mazhar, Baytar İbrahim, Ebüzziya’nın
ev sahibi, Ebuzziya oğlu Talha ve dönemin medrese sahibi ünlü müderrislerinden
Abdülbasir Efendi’nin oğlu Abdülaziz Efendi (Arabacı ts.: 12).
Abdülaziz
Efendi, ilk tahsilini mahalle mektebinde yaptıktan sonra babasının medresesine
devam etti. Medrese eğitimini tamamlayamayan Abdülaziz Efendi, mizaç olarak
küçük yaştan itibaren atılgan, cesur, gözünü budaktan sakınmaz birisiydi.
Uzunca boylu, iri pazılı, kara-kısa değirmi sakallı, siyah saçlı, kuvvetli bir
eylem adamıydı. Sanata ilgisi büyüktü. Halıcılık başta olmak üzere birçok sanat
dalı ile ilgilendi. Bir ara Mısır’da halıcılık tahsil eden Aziz Efendi, gizlice
de bombacılık öğrendi. Bundan dolayı suikast teşebbüslerinden birini, bomba ile
gerçekleştirmeyi tasarlamıştır (Arabacı ts.: 12).
Sürgün Ebuzziya; jandarmanın beklediği evden,
nöbetçiye para verilerek gece alınmakta, sabaha yakın kimse görmeden geri
bırakılmaktaydı.[12]
Ebüzziya, toplantılarda hürriyet hakkında konuşmalar yapmakta, “esaretten
kurtulmanın yollarını” anlatmaktaydı. Bazen medyumluk yapıp, oğlu Ziya’nın
ruhunu çağırıp, toplantıya katılanların baygınlık geçirmelerine, korkmalarına
sebep olmaktaydı. Grup üzerindeki etkisi büyüktü. Bu, “gizli membalardan akıp
gelen bir hürriyet ve inkılâp havasının tesiri”; gençleri, baştaki “kızıl Sultan
aleyhinde kin ve gayzla” doldurmaktaydı. O kadar ki, artık “feverana hazır
hâle” gelmişlerdi. Sansür tarafından yasaklanmış şiirler, kitap ve gazeteler,
gizlice ellerinde dolaşmakta, iç dünyalarındaki ateşi yakmaktaydı. Aziz Efendi,
bunların en hırslılarındandı. Kendinde, tek başına “istibdadı devirecek bir
kuvvet” görmekteydi. Evlenip bir yuva kurmayı düşünmezdi. “İstibdat kâbusundan
kurtulmayı” sabit fikir hâline getirmişti. Karşılaştığı herkesi, Abdülhamit
karşısındaki tavrı ile ölçmekteydi. İlk düşüncesi, hürriyet kahramanı saydığı Ebüzziya’yı
kaçırmaktı. Fakat Ebüzziya, ondaki cesaret ve teşebbüs gücünü, padişaha
suikasta yöneltti.
Hırslı bir fedai olan Abdülaziz, eyleme hazırdı:
“Yeter ki padişahın gözleri gözlerime değsin; hiç silah kullanmadan gırtlağını
sıkmak suretiyle işini bitiririm” demekteydi. Bundan sonra sıra, padişaha nasıl
ulaşılması gerektiğini planlamaya kalmıştı. Bir komite kurup, planlar
hazırladılar. Sonunda sultana hediye edilmek üzere sanat değeri olan bir halı
dokunmasına, bunun takdimi esnasında da tabanca veya bıçakla suikastın
gerçekleştirilmesi planı üzerinde mutabık kaldılar (Arabacı ts.: 12-13).
Ebüzziya,
Hünkâra takdim edilmek üzere dokunacak bir halıya uygun yazı olarak, diğer
levha halılarda yaptığı gibi, telmihte bulunur bir söz konamayacağını da takdir
etmektedir. Neticede en uygun yazının, Hünkârın kendi isim ve sıfatlarını
taşıyan bir ibare olabileceğine karar vermiş ve “es-Sultanü’l-muazzam el-Gâzî
Abdülhamid Hân-ı Sânî Edam’Allahü milkehû” (Yüce Sultan Gazi İkinci Abdülhamid
Han, Allah mülkünle daim etsin) sözlerini hazırlamıştır.
Ebüzziya
Tevfik’in Sultan Abdülhamid’i hiç sevmediği hem muhakkak hem de malumdur. Buna
rağmen, herhangi bir telmih sayılmayacak bir ayet-i kerime, bir hadis-i şerif
veya kelam-ı kibar seçmeyip de Hünkârın isim ve sıfatlarını havi bir ibare
yazıp, üstelik de, “Edam’Allahü” (Allah daim etsin) duasını eklemesinin sebebi,
çok muhtemeldir ki, kendisini hatırlatıp af edilmeği ummuş olmasındandır. Zira
halı takdim edildiğinde Hünkâr, yazı ye desenlerin kimin eseri olduğunu sormasa
bile, bunun Ebüzziya’nın elinden çıktığını derhal anlayacak kadar onun kûfî
tarzını hem tanımakta hem de sevmektedir. Nitekim Yıldız Hamidiye Camii’ni inşa
ettirdiği zaman, camiin kubbesinin iç kuşağını çevreleyen kûfî sureyi ve camiin
duvarlarına işlenmiş bütün kûfî hatları, arabesk tezyinatı ve Yıldız Sarayı’nın
muayede salonu ile diğer bazı odalarında bulunan arabesk süslemelerin hepsini
Ebüzziya’ya yaptırmıştır
Yine
Sultan Abdülhamid, Ebüzziya’nın kendisi için yazdığı kûfî “Abdülhamid” istifini
benimsemiş, merakı olan ince marangozluk işleri ile vakit geçirdiği zamanlarda
imal ettiği zarif mobilyalara oyma hâlinde nakşetmiştir.
Ebüzziya’nın
Sultana takdim edilecek bu halıyı hazırlamağı kabul etmesinin bir maksadı da
çalışıldıktan sonra, Konya’da, Selçukî devrinde olduğu nefasette halı
dokunabileceğini Hünkârın gözleri önüne sererek dikkatini çekmek ve Konya
halıcılığının gelişmesi için Devletin himayesini sağlamak da olabilir.
Abdülaziz
Konevî hazırlanan modelin süratle dokunmasına girişmiştir. Dokumanın itinalı ve
mükemmel olması için o devir Konya’sının ileri gelen ailelerinin kızları ve
hanımları çalışmışlardır. Bunlar: Konya DP mebusu Muammer Obuz Bey’in teyzesi
Hatice Saydut Hanım, Konya CHP mebusu büyük Kâzım Bey’in kız kardeşi (Belediye
Reisi Küçük Kâzım Bey’in eşi) Hatice ve küçük kızı Fatime hanımlar, Abdülvahid
Çelebi’nin eşi ve kızıdır.
Halı
hazır olunca, Abdülaziz Efendi Vali Ferit Paşa’nın mabeyne hitaben tavsiye
mektubunu da alarak İstanbul’a hareket etmiştir.
Sultan
Abdülhamid’in, kendisine nadide bir hediye takdim olunduğu zaman, bunu getireni
huzuruna kabul etmek ve atiyesini [hediyesini] kendi eliyle vermek âdeti
vardır. Abdülâziz Efendi de bunu bilmekte ve Hünkâr kendisine atiyesini sunarken
onu vurmak niyetindedir.
Vali
Ferit Paşa’nın takdim mektubu ile mabeyne müracaat eden Abdülaziz Efendi,
tanınmış ulemadan Abdülbasir Efendi’nin de oğlu olmak dolayısıyla, mabeyne vaki
müracaat Sultana arz edilmiş ve huzura kabul iradesi çıkmıştır. Abdülaziz Efendi,
kabul günü tabancasını da koynuna koyarak halısını saraya götürmüştür. Ancak devlet
erkânı dışında, huzura kabul olunacak kimselerin mabeyince üstleri
aranmaktadır. Abdülaziz Efendi’nin de üstü aranınca koynundaki tabancası
bulunmuştur. Vaziyet Hünkâra arz edilmiş, Sultan yine de huzura gönderilmesini
emretmiştir. Halıyı kabul eden Hünkâr, Abdülaziz Efendi’ye, halıyı dokuyanlara
dağıtılmak üzere, içinde bir miktar altın bulunan atiye kesesini vermiştir.
Abdülaziz
Efendi huzurdan çıktıktan sonra “tabanca ile huzura girme teşebbüsünde bulunmak”dan
dolayı tutuklanarak hapsedilmiş, bir müddet sonra da hapiste vefat etmiştir.
İkinci
Meşrutiyetin ilânından sonra, İttihat ve Terakki Hükümeti, Abdülaziz Efendi’nin
mezarını tespit etmiş ve üzerinde: “Abdülbasir Hoca zade Abdülaziz Konevî
burada metfundur” ibaresini taşıyan bir taş diktirmiştir.
Abdülaziz
Efendi’nin tutuklanıp hapse atılmış olduğu haberi Konya’ya ulaşınca, hele “tabanca
ile huzura girme teşebbüsünde bulunmuş olmak” dolayısıyla hapsedildiği öğrenilince,
kendisi ile teması olan herkes dehşete düşmüştür. Bu arada kendisine mabeyne
hitaben tavsiye mektubu vermiş olan Vali Ferit Paşa da müşkül mevkide
kalmıştır.
Ancak
Sultan Abdülhamid olayın üzerinde durmamış, meseleyi büyütmemiş, Konya’da
soruşturma açtırmamıştır. Bununla beraber, Vali Ferit Paşa’nın tavsiyesi
üzerine Ebüzziya Tevfik, halıcılık faaliyetle nihayet vermiştir (Ebüzziya 1985:
490-493).
Diğer
bir rivayete göre sultana suikast süreci şöyle cereyan etmiştir:
Halının, gizli bir şekilde meydana getirilmesi
gerekmekteydi. Onun için Konya Mebusu Kâzım Hüsnü, halıyı üç kız kardeşi;
Hatice (ö. 1949), Nazime (ö. 1957, Selçuk Es’in annesi) ve Naciye’ye (ö. 1918)
dokuttu. Halı, ihtilal ekibini Yıldız’a götürecek, ideal bir malzeme heyecanı
ile kontrol edilerek üç buçuk ayda tamamlandı. Dört metre yirmi santim boy ve
bir metre yirmi santim eninde olan, ipek ve yünden dokunan halı seccade;
kıyıları ipek ibrişimden saçaklarla çevrilip, gülsuyu ile tütsülenerek kâğıda sarılıp
sandığa kondu. İstanbul’da sadrazam, eski Konya Valisi Avlonyalı Ferit Paşa’ydı.
Ferit Paşa, sürgün Ebüzziya Tevfik ile gizlice mektuplaşmaktaydı (Ferit Paşa,
Ebüzziya’nın ikinci hanımı İffet Hanım’ın öz dayısıdır). Halının sultana takdim
işini, Ferit Paşa yapacaktı. Bu iş için Sadaretten, Mabeyne yazılacak tezkere müsveddesine
kadar hazırlandı. Özel bir mektupla birlikte halıyı Aziz Efendi, Ferit Paşa’ya
götürdü. Yalnız Ferit Paşa, Konya’dan tanıdığı Aziz Efendi’ye, huzura çıkma
konusunda aracılık etmedi. Hediyeyi, bizzat kendisi sunup cevap getireceğini
belirtti. Halıyı dokuyanların adını aldı. Ertesi gün, Sadarette Aziz Efendi’yi
kabul eden sadrazam, hediyeyi takdim ettiğini, Padişahın da halıyı dokuyan üç
kıza ayrı ayrı üç “Şefkat Nişanı” ile 500 lira Hamidiye “el-Gazi altını” ihsan
ettiğini, ayrıca gayretlerinden dolayı Aziz Efendi’ye de yüz sarı lira ihsan
ettiğini haber verdi.
Müjde, tasarılarına uygun olmasa da Aziz Efendi,
verilenleri alarak Konya’ya geri döndü. Komite ile toplantısında, huzura kabul
edilse idi sarığı içinde sakladığı küçük tabanca ile suikastı gerçekleştireceğini,
ama Ferit Paşa’nın bu işi engellediğini anlattı. Toplantıya, İdadi resim
öğretmeni Akşehirli Bekir de katılmıştı. Bekir Efendi ile Ebüzziya’nın özel
görüşmesi sonucu, İstanbul’da örgütlenen gizli bir teşkilâtın desteği alınarak,
ikinci suikast planlandı. Buna göre, İstanbul’daki örgüte, imzasız şifreli
gizli bir mektup yazılacaktır. Mektubun, Aziz Efendi üzerinde bulunması
tehlikesine karşı, ayakkabılı bir tedbir alındı. Yeni bir çift ayakkabı
hazırlanarak mektup, ayakkabının ökçesine yerleştirilip kapatıldı. Aziz Efendi,
İstanbul’daki ihtilalcilerle buluşunca, onlar aracılığı ile bir şekilde saraya
girecek ve ceketinin sol kol içine yerleştirdiği on beş santimetre boyundaki
keskin bıçakla suikastı gerçekleştirecekti. Aziz Efendi, İstanbul’a gitmek
üzere hareket etti. Fakat ihtilalci grup içinde, toplantılara katılan Baytar
Müfettişi Tatar İbrahim; Dâhiliye Nezaretine telgrafla, Ebuzziya’nın bir
adamının, suikast niyetiyle yanında ayakkabıya gizlenmiş bir mektup da olduğu
hâlde yola çıktığını haber verdi. İstanbul’a geldiğinde tedbir alan polis, Aziz
Efendi’yi tutukladı. Ökçedeki yazı çıkartılıp, ayakkabılar eline verilerek
sorguya alındı. Uzun sorguda o, arkadaşlarından kimseyi ele vermedi. Ticaret
için İstanbul’a geldiğini belirtse de kabul edilmeyerek hapsedildi. Hapisliği
süresinde eline bıçak, makas vb. kesici araç verilmediği için tırnakları,
saçı-sakalı uzadı.
Abdülaziz Efendi, 29 Ağustos 1908 tarihinde Dersaadet
Umumi Hapishanesi’nde ve II. Meşrutiyet’in ilanından sonra vefat etti.
Hapishanedeki para ve eşyası ile ilk tutuklandığı sıra kurulan komisyonun
emanete aldığı parası, ağabeyine teslim edildi (Arabacı ts.: 13-14).
e.
Sürgünde Mahpusluk
Ebüzziya
Tevfik Bey’in Konya’ya sürgün edildiği yıllarda il postanelerinde, sansür
memurları marifetiyle onun gibi “mimli” kişilerin mektuplarının okunduğu
aşağıda zikredilecek belgelerin muhtevasından anlaşılmaktadır. Nitekim Ebuzziya
Tevfik Bey’in, 1902 yılı yazı sonlarında Mamuretülaziz [Elâzığ] Tercümanı Hüsnü
Bey’e gönderdiği bir mektubunda bazı ifadelerinin sakıncalı bulunması sebebiyle
muhakeme altına alınması iradesi yanı sıra kendisine asılsız suçlamalarda
bulunanlar hakkında da gerekli işlemlerin yapılması hususu idareyi oldukça
meşgul etmiştir. Bu konuda Osmanlı Arşivi’ndeki belgelere göre Posta ve Telgraf,
Dâhiliye ve Maarif Nezaretleriyle Sadrazamlık arasında 3 Ağustos 1902-19 Ocak
1903 tarihleri arasında dokuz yazışma vaki olmuştur (BOA, DH.MKT. / 560-14, 10
Cemaziyelevvel 1320 [15 Ağustos 1902]). Bu yazışmalardan Ebüzziya Tevfik’in Mabeyn-i
Hümayun Başkâtipliğine aşağıdaki savunma yazısını gönderir.
“a.
Hû
Mabeyn-i Humâyûn Cenâb-ı
Mülûkâne-i Başkitâbet Celîlesine
Atûfetlü
efendim hazretleri
Ma’mûretü’l-azîz
tercümânı Hüsnî Bey’e yazdığım cevâbnâmeniñ bir fıkrasında ilcâ-yı bahisle “Muhâlî
temennî hamâkatdir dirler. Şu kadar var ki bizim bulunduğumuz hâlleriñ ve ânıñ
sebebleriniñ tahavvül ve zevâlini temennî idersek muhâlî temennî itmiş ve binâ’enaleyh
humekâ sırasına geçmiş sayılmayız. Baña zulm iden kim olursa olsun hattâ babam
dahi olsa mâdâm ki ânı ta’mîr-i zulme iğrâ nâ-kâbildir. Girüb gitmiş i’âde-i
hayretim nâmına tahmînde bulunurum” dimiş olmaklığım birtâkım sû’-i tefsîrâta sebebiyyet
virmişdir.
Kulunuzuñ
yazdığını biliyor bir bendeñiz olduğum tasdîk buyuruluyor i’tikâdındayım. Sâniyen
buraya muvâsalatımızdan berü (hâl ve sana’atimiz icâbı olarak) gerek bendeñize
gelen ve gerek bizden giden mektûblarıñ postahânelerce açılmağa ma’rûz
bulunduğunu dahi bilmekliğimiz tabî’idir.
Bu
hâlde yazdığı şey’iñ ma’nâsını ve gönderdiği mektûblarıñ umûmen açıldığını
biliyor bir adam öyle zan olunduğu gibi kendüsini varta-i sû’-i zana uğradacak
söz yazmaz. Fıkra meydândadır. Bu cevâbı müstelzim olan Hüsnî Bey’iñ mektûbu da
orada isticvâbe [sorgulama] meyânında mevcûddur. Lütfen mütâla’a buyurulursa tamâmile
añlaşılur ki o fıkra bir Alman şâ’iriniñ mülâhazasını tenkîden serd idilen
mütâla’anıñ sevkıyle yazılmışdır. (Hâller) ve (müsebbibler) ta’bîrleri her
dürlü iştibâhı [şüphe etmeyi] sâlib [gösteren] değil midir. (Hâllerden) maksad
her ikimiziñ bulunduğu hâl-i felâket, ve (müsebbibler)den maksad bu felâketiñ
vukû’una îfâ’-i sebeb iden eşhâsı ve tahavvülü temennî olunan hâl, bulunduğum
hâller ve zevâlini temennî itdiğimiz müsebbibler bu felâkete uğramaklığımıza
sebebiyet virenler olmağla, baña zulm iden her kim olursa olsun, hattâ babam
dahi olsa mâdâm ki ânı ta’mîr-i zulme iğrâ nâ-kâbildir girüb gitmesini temennî
iderim kavli dahi bi’t-tabî’ o müsebbiblere ve eşedd ve akvâsına râci’ olmak
lâzım gelmez mi.
(el-Bâdî
azlem) [ilk yapan en zalimdir] kaziyyesi [hükmü] meydânda iken bu ibâreniñ sû’-i
taksîrine mahal var mıdır. Bulunduğumuz hâl, (hâl-i zulm) olduğuna göre fâ’il zâlim
müsebbibler değil midir. Zîrâ anlar bâdîdir bâdî ise fâ’il ve binâ’enaleyh
zâlimdir. Şimdi bu ibâreyi (Belge Nu. 13)
b.
mahmil-i
karîbi [yakın anlamı] dururken te’vîlât-ı dûrâdûr ile ma’tûfun-aleyhinden [maksadından]
ayurub da penâh-ı mazlûmîn olan hilâfetpenâh efendimize atf itmek ayruca bir
zulüm değil midir.
Mümkün-müdür ki (e’s-Sultân-ı zıllu’llâhi
fî’l-arz ye’vî ileyhi küllü mazlûm[în]) hadîs-i sahîhile mefârık-ı enâma sâye-sâz-ı
adl-i ilâhî ve kâffe-i mazlûmîniñ me’vâ ve penâhı olduğu âmme-i Müslimîne tebşîr
buyurulan pâdişâh-ı İslâm’a bu hakîkati bilen bir Müslümân tarafından (hâşâ)
zulüm isnâd idilebilsün. Zâlim meydânda ve zâlimden dâd mı alacak penâh-ı
mazlûmîn zıll’ullâhi fî’l-arz efendimiz olduğu hadîs-i nebevî ile müsbet iken
ben ma’âzallahı ta’âlâ peygamberimi de mükezzib [yalanlayan] olabilirim. O hâlde
ben ne şenî’ bir mahlûk imişim.
Firârî
Mahmûd Paşa’nıñ[13]
bendeñizi kaçırmak üzere iki İngiliz göndereceğini hâkî [hikâye eden] olan
telgrafnâme-i devletlerine virdiğim cevâb sırasında “velî-i ni’met efendimize
karşusına sevâbıkımdan yine de hâle ve istikbâle â’id husûsâtdan dolayı
vicdânımda kat’iyyen mes’ûl bulunduğum cihetle müsterîhim sözile nefsimi velî-i
ni’met efendimiz haklarında her dürlü sakîme [bozuk, sakat] irtikâbından
[kötülüğünden] tenzîh itmişdim ki şübhesiz bu bir intâk-ı hakîkî (?) olmak
üzere ilhâm-ı ilâhî ile kalbimden sâdır olmuşdur. Fe-lillâhi’l-hamd:
Evrâk-ı
isticvâbiyem [sorgu evrakım] görülür ise zâlim ile ibkâ’ [sürekli] olunan zulüm
ve sebeb-i şikâyetim ve zâlim hakkındaki temennî-i vâki’iñ hikmeti tamâmile ma’lûm
olur.
Fakat
şurasını arz iderim ki o fıkraya her ne ma’nâ virilmiş olsa ânı lisân-ı mahkemeye
düşürmek istinbât olunan [çıkarılmak istenen] ma’nâdan ziyâde câlib-i te’essüfdür.
Eğer
benim o kavlimden cidden bir ma’nâ-yı sakîm istifhâm olundu ise beni mahkemeye
sevke ne ihtiyâc var idi. Çünki ben doğrudan doğruya sırf pâdişâhıma â’id
olduğumdan beni istediği vechile mücâzât [cezalandırma] ve mu’âhezede [azarlamada]
bi’t-tabi’ pâdişâhım râci’dir. Evet mahkemeye gitdim. Fakat nasıl bir ye’s ve
elemle gitdiğimi cenâb-ı Hak bilir.
Bendeñiz
buraya sevk olunurken Çerkes Mehmed Pâşâ ile hak-pâ-yı şâhâneye ref’ itdiğim [yükselttiğim]
arîzamda (fahâmet-i hümâyûnlarına kumandanından emir alan bir nefer gibi derhâl
inkiyâd iderek Konya’ya nehy oldum) dimiş ve bu mu’âmeleden dolayı ref’-âvâz
şikâyet itmiş idim. Çünki ne zamân olsa pâdişâhımıñ gördüğüm mu’âmeleye gayr-i
müstahak ve binâ’enaleyh mazlûm bulunduğuma vâkıf olarak hakkımı zâlimden alacağına
emîn idim.
Mahkemeniñ
bu meseledeki ictihâdı ise bütün bütün yañlışdır. Beni mahkemeye tevdî’ iden
maksâd-ı mücerred benim cezâ görmekliğim değildir. Belki tefsîr-i ibâre ile ta’yîn-i
hakîkatdir. Hâl böyle iken mahkeme benim
c.
oraya
sevk olunuşumdan mücâzât görmekliğim hâşâ mültezem-i âlî bulunduğuna hükm itmek
gibi bir zehâba düşerek herhâlde o fıkradan velev ba’îd olsun bir ma’nâ-yı
sakîm istihrâcına çalışmış ve müdâfa’ât-ı vâkı’amı nazar-ı i’tibâre almaksızın
garîb bir sûretde i’tâ-yı karâr eylemişdir.
Şikâyetim
ise ta’yîn olunan cezâdan değil cezânıñ şeklindendir. Çünki o cezâyı müstelzim
olan ayıb ve âr ile ve emn-i ubûdiyetim leke-dâr idilmişdir. Bu ayıb ve şenârî
[pek çirkin] ve leke-i şenâ’at-medârı hîçbir vakit kabûl itmem. Dünyâ bir araya
gelse benim o ibâremden öyle bir maksad-ı sakîm istihrâcına ihtimâl yokdur. Kendimi
bir iftirâya karşu müdâfa’aya nasıl mecbûr isem bu dürlü ma’ânî-i sakîmeye
mahmûl olabilecek [yüklenebilecek] akvâl sudûrundan da o sûretle tenzîh-i nefs
iderim. Mûmâileyh Hüsnî Bey’de iki seneden berü yazdığım yüz kadar mektûbum bulunduğundan
merhameten [acıyarak] ânları zabt itmelerine emir virilebilir ve mektûblarım
getürilüb birer birer mütâla’a buyurulur ise o zamân nasıl bir bende-i sıdk-şi’âr
[bağlı bende] olduğum nazar-ı hakîkat öñünde zâhir olur.
Baña
efendimiz ben pâdişâhımdan otuz sene zarfında gördüğüm eltâfıñ cümlesinden
kıymetdâr ve hassaten uluv-fıtrat-ı hümâyûnuñ azametine dall olduğu haysiyyetle
ömrüm oldukca kalbimde bir cevher-i ulvî şeklinde şa’şa’a-dâr olan bir lütuf
gördüm ki o da bu âciz kullarını huzûr-ı hümâyûnlarile şeref-yâb itdikleri bir
günde hasta oğlumuñ hâlini istifsâr ile berâber ilâc tavsiyesi ve hârâ-yı hümâyûndan
merhameten kısrak südü tahsîsi gibi hîç bir kimseniñ idrâk itmediği bir inâyet-i
âle’l-âldir [pek yüksek bir yardımdır]. İşte böyle bir efendiye ve öyle bir
lutf-ı âlem-bahâya karşu artık benden böyle bir mel’anet südûruna nasıl ihtimâl
virilebilir.
Buraya
geldiğim günden beri şikâyetimi kime hasr eylemiş olduğum ve zulm ile kimi yâd
itmekde bulunduğum ve merhamet ve adâleti ne tarafdan intizâr eylediğim i’timâd-ı
hümâyûna mazhariyetle mübeccel olan vâlî pâşâdan da istiknâh olunabilir [araştırılabilir].vâkı’a
müşârünileyh ile öteden berü ihtilâf meşreb hasebile aramızda burûdet ve hele
şu mes’eleniñ hüdûsundan berü İstanbul’daki oğlumdan gelen mektûbları
virdirmemeğe kadar hakk-ı âcizânemde iltizâm-ı şiddetinden dolayı bi’t-tabi’
münâferet olmakla [nefret etmekle, tiksinmekle] berâber sıdk ve nâmûs hasebile
ketm-i hakîkat itmez sanırım. Bâkî her hâl ve mahalde pâdişâhına â’id olan bu
abd-i kadîmiñ sevâbık-ı fâhire-i abdiyyeti nazar-ı i’tibâre alınarak âña göre
mu’âmele buyurulmasını merhamet ve inâyet-i pâdişâhîden istid’â iderim fermân
Fî
22 Rebi’ü’l-evvel sene 1320 [29 Haziran 1902]
Abd-i sâdık-ı hümâyûn
Ebü’z-ziyâ Tevfîk”[14]
(BOA,
Y..EE.. / 15-82, 22-001-002 Rebiyülevvel 1320 [29 Haziran 1902]) (Belge Nu. 14)
Ebüzziya’nın
bu satırları kendisini kurtarmaya yetmemiş, neticede bir yıl ev hapsiyle cezalandırılmıştır.
Vali Ferit Paşa’nın Mabeyn-i Hümayun Başkâtipliğine gönderdiği aşağıdaki yazı
da Ebüzziya’nın ev hapisliğine dairdir:
“Hû
Konya Vilâyeti
489
Mâbeyn-i Hümâyûn-ı
Mülûkâne-i Başkitâbet Celîlesine
Atûfetlü
Efendim Hazretleri
Ma’mûretü’l-azîz
vilâyeti tercümânı Hüsnî Bey’e gönderdiği hezeyân-âmiz bir mektûbuñ münderecâtından
dolayı Konya’da ikâmete me’mûr Ebüzziyâ’nıñ taht-ı muhâkemeye alınmasile hâsıl
olacak netîceniñ arz ve iş’ârı muktezâ-yı irâde-i seniyye-i hazret-i
hilâfet-penâhîden bulunacağı ve mezkûr mektûbuñ buraya irsâli içün Posta ve
Telgraf Nezâretine teblîgât icrâ idildiği gibi fıkarât-ı muzırresini hâkî
[hikâye eden] diğer bir mektûbuñ sûreti dahi gönderildiği şeref-vârid olan 24
Mayıs sene 318 târîhli ve biñ altı yüz otuz yedi numerolu tahrîrât-ı aliyye-i
atûfîlerinde beyân buyurulmuş ve mektûb-ı mezkûr nezâret-i müşârünileyhâdan
vürûd iderek mütâla’a-güzâr-ı çâkerânem olmuşdur infâz-ı emr ü fermân-ı hümâyûn-ı
mülûkâneye müsâra’at-ı vecîbe-i zimmet-i ubûdiyyet olmağla Ebüzziyânıñ hemân
taht-ı istintâk [sorguya alınma] ve muhâkemeye alınmasını derhâl bir tezkire-i
mahsûsa ile istînâf-ı müdde’î-i umûmîliğine ve tahkîkât-ı istintâkiyyeniñ sür’at
ve selâmet-i cereyânına dikkat ve nezâret itmesi lüzûmu dahi kezalik bâ-tezkire
vilâyet adliyye müfettişliğine teblîğ ve ihtâr olunduğu gibi hânesi de me’mûrîn-i
mahsûsa ma’rifetile basdırılarak her tarafı taharrî idildiği hâlde doğrudan
doğruya bu işi ta’alluk ider mühim bir evrâk bulunamamışdır dâ’ire-i istintâka
celb ile taht-ı isticvâye alınan Ebüzziyâ sâlifü’z-zikr [daha önce bahsedilen] mektûbuñ
câlib-i nazar-ı dikkat olan fıkarât-ı muzırresindeki ma’nâ-yı maksûdu kendüsiniñ
buraya teb’îdine [uzaklaştırılmasına] sebeb olan zabıta nâzırı ile sâ’ir ba’zı
zevâta masrûf [sarf edilmiş] olub zât-ı akdesî hazret-i hilâfet-penâhîye olan
sadakât-ı ubûdiyyetiniñ ber-kemâl bulunduğunu ma’rız-i îzâh ve te’vîlde [arz
ettiği açıklama ve yorumda] beyân ve ifâde itmiş ise de bu te’vîlât ve müdâfa’âtı
cihet-i adliyyece de kanâ’at-bahş-ı vicdân olamamasına mebnî lüzûm-ı
muhâkemesine karar virilerek mahkemece bir sûret-i husûsiyyede muhâkemesi
derdest-i icrâ olduğundan netîcesiniñ başkaca arz ve iş’ârı mukarrer
bulunmuşdur tahkîkât-ı vâkı’aya nazaran mevzû’-ı bahs olan mektûbuñ Konya
Postahânesince tutulamaması mahzâ zarfı üzerindeki yazınıñ bi’l-iltizâm hatt-ı dest-i
ma’rûfuna pek de beñzemeyecek sûretde yazılmış olmasından ve o gün posta mu’âmelâtına ketebeden
[kâtiplerden] biriniñ nezâret itmesile mektûb âdî bir vâsıta ile îsâl
idilmesinden ilerü geldiği añlaşılarak ancak bundan soñra da sâ’ir bir sûret ve
vâsıta ile postahâneye mektûb gönderecek olunur ise hemân bi’t-tevkîf hükûmete
teslîmi lüzûm-ı kat’îsi posta me’mûrlarına ekîden [kesin biçimde] tekrâr ve ihtâr
olduğu gibi muhâfazasına me’mûr olanlar dahi yeñiden değiştirilerek hîçbir
taraf ile muhâbere itmesine ve kimse ile ihtilât itmesine meydân virmeyecek
derecede müteyakkız muktedir-i diğer me’mûrlar bi’t-tayîn kâfî ahvâl ve
harekâtı şiddetli bir tarassud ve takayyüd altına alınmış ve bundan soñra
hânesinden dışarıya çıkmayub orada mahbûs ve mevkûf durması bi’l-vâsıta kendüsine
teblîğ olunarak her dürlü ihtilât ve münâsebâtı kat’ idilmiş olmağla arz ve beyân-ı
hâle cür’et kılub ol-bâbda emr ü fermân hazret-i men-lehü’l-emriñdir fî 13 Rebi’ü’l-evvel
sene 1320 ve fî 6 Haziran sene 318
Konya Vâlisi
bende
mühür: Mehmed Ferîd”[15]
(BOA, Y..PRK.UM.. / 58-104, 13 Rebiyülevvel 1320 [20 Haziran 1902]) (Belge Nu. 15)
Osmanlı
Arşivi’ndeki kendisine dair belgelere göre Osmanlı idari sisteminde hukuk
müşavirliği, vilayet tercümanlıkları, mutasarrıflık gibi türlü görevlerde bulunan
Selanikli Hüsnü Bey, Ebüzziya’nın kendisine yazdığı mektup münasebetiyle Konya’ya
getirtilip burada Ebüzziya ile birlikte yargılanmıştır. Yargılama sonucu suçsuz
bulunan Hüsnü Bey bilahare de Konya il tercümanlığı görevine getirilmiştir.
M.
Tevfik Biren Konya’ya vali olarak gidince burada sürgün bulunan Ebüzziya Tevfik
ve Selanikli Hüsnü Bey’le görüşür. Konya’da kaldığı müddetçe bu kişiler evine
gidip gelmiş kendileriyle görüşmüştür. İkisinin de çok kıymetli insanlar
olduğunu, özellikle Ebüzziya’nın matbuat tarihinde daima ismi yaşayacak
kimselerden olduğunu ifade eder. Kendisinin talebi üzerine bir aralık afv-ı
şahaneye mazhariyeti hakkında Mabeyn Başkitabetine istekte bulunmuş olmasına
rağmen bunun bir faydası olmadığını ve Ebüzziya Tevfik Bey Meşrutiyet’in
ilanına kadar Konya’da kaldığını ifade eder (Şimşek 2018: 167; 356 Nu.lu dipnot).
Ebüzziya’nın
Sürgün Sonrası Konya Mebusluğu
Ebüzziya,
Konya’da bulunduğu sekiz yıllık süre içinde Vilâyet gazetesinde yazılar
yayımlamış, dille ilgili çalışmalar yapmıştır. Öteden beri kûfî hat ve arabesk
tezyinatla uğraşan Ebüzziya, Konya’da bu sanat gücünü duvar seccadelerine yansıtmış;
bu sürgün yerinde kûfî yazılı ve arabesk tezyinatlı nefis duvar seccadeleri
dokumuştur.
Onun
Konya’da sürgün hayatı yaşamasına şair ve yazarlar ilgisiz kalmamıştı. Mesela şair
Eşref, oğlu Talha ile Konya’da sürgünde bulunan Ebüzziya’ya hitaben şu kıtayı
yazmıştır:
“Bi-iznillâh
olursun mazhar-ı aff-ı şehinşâhî,
Uyarsın
sen de bundan sonra âheng-i umûmîye.
Refîk
eyler Hüdâ tevfîkini, sabret elem çekme,
Muvakkat
bir misâfirsin Celâleddin-i Rûmî’ye...”
E.
Tevfik, II. Meşrutiyetin ilanından (1908) sonra çıkan afla İstanbul’a döndükten
sonra İttihat ve Terakki Fırkasına giren Ebüzziya, yapılan seçimler sonucunda,
1908 Kasımında, Antalya mebusu olur (Gür
1990: 39-40). O dönemde Antalya Konya’ya bağlı bir sancak olduğundan
dolayısıyla o, bir Konya mebusudur.
Osmanlı Arşivi’nde Ebüzziya Tevfik’in Konya’daki
sürgün günlerine dair yaptığımız bu taramanın son belgesi 5 Nisan 1911 tarihlidir.
Dâhiliye Nezareti Umumi Muhaberat Dairesinden Konya Valiliğine gönderilen “mahremâne”
[gizli] yazı onun evine yapılacak bir suikast haberi üzerinedir. Mezkûr yazının
muhtevası günümüz Türkçesiyle şöyledir:
“Antalya
mebusu Ebüzziya Tevfik Bey’in Konya İstasyonunda yer alan evini yakmak üzere
kendisine ne suretle para teklif edildiğine dair adı geçen mebusa gönderilip teslim
olunan imzasız mektup ekte gönderildi. İçeriğine nazaran gizli bir biçimde araştırma
yapılarak neticesinin ve mektup sahibinin hüviyeti hakkında sağlanan bilginin
bildirilmesi ve mektubun iadesi konusunda...” (BOA, DH.H... / 47-13, 05
Rebiyülahir 1329 [5 Nisan 1911])
Yeri
gelmişken Ebüzziya Tevfik’in Konya’da inşa ettirdiği bu ev, 1924-1932 yılları
arasında Jandarma Zabit Mektebi olarak hizmet verdikten sonra 1970’lerin sonuna
doğru yıktırılarak yerine Askerlik Şubesi binası inşa olunmuştur.
KAYNAKÇA:
AKGÜN,
Adnan (1987), “Ebüzziyâ Tevfik’in Mecmûa-i Ebüzziyâ’daki Hâtıraları”, Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi),
İstanbul.
ARABACI,
Caner (ts.), “Abdülaziz Efendi”, Konya Ansiklopedisi, C I, s. 12-14.
ARSLAN,
Mehmet-Gunil Özlem AYAYDIN CEBE (2019), “Ebüzziya Tevfik”, Türk Edebiyatı
İsimler Sözlüğü, (http://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/ebuzziya-tevfik,
27.06.2020/17.00)
ASLANER,
Serhat (2008), “Taşrada Jön Türklük yahut Meşrutiyet Fikrinin Konya’ya İntikali”,
Dîvân/Disiplinler Arası Çalışmalar Dergisi, C 13, S 25, s. 75-99.
COŞKUNLAR,
Şahap Nazmi (1957), “Ebüzziya Tevfik, Hayatı, Eserleri”, Türk Kütüphaneciler
Derneği Bülteni, C 6, S 4, s. 64-76.
EBÜZZİYA,
Ziyad (1985), “Konya Halıcılığı ve Ebüzziya Tevfik’in Siyasi Mesajlı Halıları”,
Türk Halk Edebiyatı ve Folklorunda Yeni Görüşler, I, Ankara: Konya
Kültür ve Turizm Derneği Yay., s. 465-494.
(1994), “Ebüzziyâ
Mehmed Tevfik”, TDV İslam Ansiklopedisi, C X, s. 374-378.
GÜR,
Âlim (1990), “Ebüzziya Tevfik’in Hayatı, Dil, Edebiyat, Basın, Yayın ve Matbaacılığa
Katkıları”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve
Edebiyatı Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı, (Doktora Tezi), Ankara.
KİŞMİR,
Celaleddin (1950), “Ebüzziya Tevfik Bey Konya’da ve Süleyman Nazif’e Bir
Mektubu”, Yeni Konya, (Tefrika: 25-30 Aralık 1950).
KUNTAY,
Mithat Cemal (ts.), “Ebüzziya Tevfik ve Oğlu Velid Ebüzziya”, Son Posta,
Taha Toros Arşivi, Dosya Nu. 8 (http://hdl.handle.net/11498/36327).
MUŞMAL,
Hüseyin (2007), “1901 Yılında Konya’da Açılan Halı-Kilim Sergisi ve 1899
Tarihli Sergi Talimatnamesi”, I. Uluslararası Türk El Dokumaları Kongresi, 01-02
Kasım 2007, (Ed. Ahmet Aytaç), Konya: SÜSAM Başkanlığı Yay.
ŞİMŞEK,
Gülsüm (2018), “II. Abdülhamid Dönemi Siyasi Sürgünler”, Akdeniz
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı, (Basılmamış
Doktora Tezi), Antalya.
Arşiv
Belgeleri:
BOA,
DH.MKT. / 2378-16, 25 Rebiyülevvel 1318
BOA,
HR.TH.. / 246-27, 30 Ağustos 1900
BOA,
Y..A...HUS. / 407-121, 29 Safer 1318
BOA,
DH.MKT. / 2397-90, 04 Cemaziyelevvel 1318
BOA,
DH.MKT. / 560-14, 10 Cemaziyelevvel 1320
BOA,
Y..A...HUS. / 517-200, 30 Zilhicce 1325
BOA,
Y..PRK.UM.. / 53-57, 20 Zilkade 1318
BOA,
DH.H... / 47-13, 05 Rebiyülahir 1329
BOA,
Y..EE.. / 14-78, 29 Zilhicce 1318
BOA,
Y..EE.. / 15-82, 22 Rebiyülevvel 1320
BOA,
Y..PRK.UM.. / 58-104, 13 Rebiyülevvel 1320
BOA,
BEO / 2824-211785, 15 Rebiyülevvel 1324
[1]
Abdullah Biraderler veya “Abdullah Frères” Osmanlı İmparatorluğu’nda
fotoğrafçılık sanatının kurucuları olarak tanınan ve her üçü de Ermeni asıllı
olan Viçen (1820-1902), Hovsep Abdullahyan (1830-1908) ve Kevork (1839-1918)
kardeşlerin ticari adıdır (https://tr.wikipedia.org/wiki/Abdullah_Biraderler, 25.06.2020/13.25.
[2]
Günümüz Türkçesiyle:
a.
Hû
Şevketli Efendim
Yöneltilmesiyle müjdelendiğim hizmetten vazgeçildiyse hiç karamsarlık
yoktur. Fakat erteleme sebebi olmak üzere kullarını dinî ve millî değerlerime dokunacak
bir bozuklukla suçlamayın. Londra’da yayımlanan kitapçık Ermeni kaleminden
çıkmıştır. Ebüzziya’yı Ermeni emellerine taraftar saymak; İmam-ı Azam’a Şiilik
isnat etmek gibidir. İnsanın millî gayretine bu derecelerde saldırı layık
görülmemelidir. Bendelerine böyle bir şey yakıştırıldığı zaman yaratıldığım dinî
ve millî değerlerimi pekâlâ bildiklerinden dolayı herkesten evvel efendimiz karşı
çıkmakla beraber iftiracıya haddini bildirmek adaletlerinin şanı gereği idi.
Kullarınca iftira yakıştırması asla endişe sebebi olamaz. Fakat
insanın ta can evine sokulan böyle bir iftira hançerinin ne derecelerde acı ve
ne mertebelerde iyileşmesi imkânsız yara oluşturacağı kendini yerine koymakla belirir
durumlardandır. Binaenaleyh sözünüz bu çirkin yakıştırmayı aşırı nefretle boşuna
harcayanlara karşı çıkmakla nefsimi, o türlü sövgülerin ebediyen dışında
tutarım.
Avrupa’ya gitmek bahsine gelince onu da efendimize açıklayayım:
Bu defa döndükten sonra bazı kişilerle ve hatta kutlu saraylarında bile lakırdı
arasında Batının medenî gelişmelerinden bahsolunduğu sırada acizane sanatım bulunduğu
haysiyetle kitap basmanın dahi gelişme derecesini sayma ve beyanla (teessüf ederim
ki vaktiyle matbaamı burada kurmuşum. Çünkü bu kadar çabamla beraber hiçbir şey
kazanamıyorum. Burada on kuruş kazanmak için dokuz kuruş masraf etmeli. Avrupa’da
ise on kuruş masraf eden bir matbaacı yüz kuruş istifade ediyor. Eğer elimde beş
bin lira bir sermaye olsaydı bugün Avrupa’da mükemmel bir matbaa açar iki
seneye varmadan vatanıma on bin lira ile dönerdim; çünkü burada dört yüz lira borçlanarak
açtığım matbaayı bile sekiz senede üç bin liralık bir hâle getirdim) yollu sohbet
etmiştim. İşte efendimiz jurnalcilerin tam bir başarıyla efendimize
bildirdikleri (Avrupa’ya firar) meselesi bundan ibarettir.
Mesela bugün elimde beş bin lira bulunsa da Avrupa’da bir matbaa
açmağa teşebbüs etsem günaha mı girmiş olurum? Ticaret yasak işlerden midir? Cebinde
dört parası olmayan bir Avrupalı memleketimize
b.
gelerek birkaç sene zarfında milyon sahibi oluyor da bir Müslüman
da Avrupa’da sanatı sayesinde servet kazanacağını akıl ve gözlemle bilip görüyorsa
niçin gitmesin? Avrupa’da bir matbaa açmak yalnızca vatanına devletine ihanet fikrinden
mi ileri gelir? Özellikle böyle bir fikirde bulunmak bendenize neden layık
görülüyor. Lapsika’da [Leipzig?] Viyana’da Paris’te üç tane Türkçe harfi bir
araya getirmiş birer matbaa vardır ki daha içinde ne İslam milleti ve ne de yüce
saltanat aleyhinde el kadar bir kâğıt basılmıştır. Onlar Arapça ve Farsça eski ve
nadir kitapların basımıyla meşguldür. Ben vatan ve milletin yardımlarına
nankörlük eden öldürülmeye layık kötü yaradılışlı biri miyim? Hâşâ, toplum ve
kulluk kisvem, o türlü kötü niyetlerden tamamen arınmıştır.
(Tevfîk Bey on bin kuruşum olursa Avrupa’ya giderdim) demek için
deli olmak gerekir. Çünkü on bin kuruşla Avrupa’da bir matbaa değil (bulvar)
üzerinde gazete satmak için bir (baraka) bile açılamaz. Kutlu şahanelerinin malumudur
ki saklayacak bir fikri olanlar açıkça fikir beyanı etmezler. Maksatlarını bozuk
olsun doğru olsun evladından bile gizlerler. Benim beş bin liram olsa da Avrupa’da
bir matbaa açsam, demekten (ben Avrupa’ya gidip devlet ve memleketine karşı yayımda
bulunacağım) manası çıkaranlar birtakım evsiz alçaklardır ki hakikaten onların
ellerinden gelse veya ellerinden tutan bulunsa gidip devlet ve milletlerine ihanet
ederler. Bu hâlde geçen gün bağışlanan yüz altın, kulunuzu denemek için verilmiş
demek oluyor. Eğer bundan evvelce malumatım olsaydı yani hakkımdaki şu yakıştırmayı
o parayı bazı çok gerekli ihtiyaçlarıma harcamaktan evvel haber alsaydım Cenab-ı
Hakk’a yemin ederim ki darlığın son derecesinde bulunduğum hâlde dahi o kutlu lütfu
kabul etmezdim.
Velinimetim bunların tamamı bir incir çekirdeği doldurmaz saçmalardan
ibarettir. Bendeniz aileme, evladıma nasıl bağlıysam vatanıma, vatanımın meşru sahibi
olan padişahıma da öyle bağlıyım. Ailem, evladım ölümlüdür; fakat Cenab-ı Hak’tan
temenni ederim ki vatanım ve Osman oğulları sülalesi kıyamet saatine kadar kalıcı
olsun. Bunu temenni etmeyecek bir Müslüman varsa Cenab-ı Hak Kahhar ismi
hürmetine ezip yok etsin.
Ben kutlu zatlarını yakından bir has bendesi olmamış bile olsam
efendimiz Osmanlı tahtında -uğur sayarak- oturdukça padişahımı meşru itaat
edilen tanımayacak kadar hamdolsun akıl ve şuura sahibim. Ya kutlu zatlarından
gördüğüm bunca yardıma karşı nasıl hain olayım? İyice düşünülsün de ondan sonra
nasıl olmam gerekeceğine öyle hüküm buyrulsun.
c.
kullarını daima bir şüphe nazarı altında bulundurmaktaki kutlu
düşüncelerini bir türlü anlayamıyorum. Şimdiye kadar hangi şüphe ihanetime hükmolundu.
Niçin aciziniz hakkımda emniyetsizlik gösteriliyor. Altı yedi aydan beri pek
çok iftiralara hedef olduk. Fakat şükürler ve şükürler olsun müfterilerin yüzleri
kara çıkmaktan başka bir netice vermedi. Şimdi de hepsi bitti bendenizi Londra’da
basılan ve Ermeni harfleriyle [onların] maksatları üzerine yazılan bir kitapçıkla
suçlamaya kalkıştılar: Allah yeter, artar. Haklarında bu kadar şahane
lütuflarına aracılık ettiğim Fotoğrafçı Abdullah Biraderleri bile Ermeni maksatlarına
hizmet eder gördüğüm günden beri yirmi beş senelik hatıra bakmayarak terk
eyledim. Dokuz aydır kendilerinin semtine uğramadığım gibi rast geldikçe selam
bile vermedim. Ben vatanımın en kıymetsiz bir avuç toprağına canımı feda edenlerdenim.
Vatanımdan bir cüzün bölünmesine çalışan alçak ile nasıl olur da fikirdaş
olurum? Bendenizi böyle yürek paralayacak fiiller ile suçlamaya şahane değer ve
insafları nasıl inandığına hâlâ taaccüp etmekteyim.
Efendimiz, üç ay evvel yani yirmi beş şabanda vaat buyrulup üç
zilhiccede fiilen verilmesi müjdelenen bir hizmetin duyulması sonrasında böyle
bir iftiraya hedef olmuşum. Kulunuz hakkındaki kutlu lütufları çekememe eseri
değil midir? Bendenizi, yüz liram olursa Avrupa’ya gidecek, diye ihbar eden şapkalı
Frenk her kimse meydana çıksın. Eğer yüzüme karşı söyleyebilirse hiç itirazsız
kabul ederim.
Eğer efendimizin itimatları yalnızca bendelerinin Avrupa’ya gideceği
hakkında sabit ise o itimadı ortadan kaldırmak da şahane ellerindedir. Bendenizi
maddeten ve menfaaten hangi bir hizmetle buraya bağladınız? Dört senedir dört
beş hizmete istihkak arz eyledim. Bir ikisi hakkında kutlu vaatleri de vaki
olmuşken yine fiilen yerine getirildiği görülmedi. Kutlu katlarında hiçbir şeye
istihkakım olmayıp da yalnız efendimize karşı kötü fikir sahibi olduğuma mı inanılıyor?
Zerre kadar samimiyeti olmayanlara en seçkin memurluklar veriliyor.
Bendenize ise kutlu taraflarından uygun görülen bir okul müdürlüğü bile henüz yürürlüğe
konmadan yine kutlu taraflarından istihkakımın üstünde görülüp erteleniyor. Kutlu
sarayları içinde, dışında duymadık adam kalmamışken bendenize rezilliğim uygun
görülüyor.
Bendeniz zaten o okulu sıkıntılarımı gidermeye destek olur ve
bir de güzel sanatlara yaradılıştan vurgun olduğum memleketime bir hizmet edebilirim,
diye kabul etmiştim. Yoksa kulunuz benzerleri yüce makamlarda bulunduğu hâlde bendeniz
o kadar aşağı bir hizmeti minnetle kabul edecek derecelerde makam hırslısı
değilim. Hatta ramazandan önce kabulünü arz eylediğim zaman okulun şahane himayelerine
lütfen kabulüyle beraber aciz rütbemin terfiini dahi kabul şartı olarak arz etmiştim.
Çekmekte olduğum ıstırap yükünden
ç.
dolayı efendimizin en az on defa başını ağrıtıp, canını sıkmadıkça
beş kuruş buyurulduğunu bilmiyorum. Ve bir yalan bir bağış üzerine isnat olunan
bir iftira ise yüz bin altın karşılığında tahammül olunur şeylerden değildir. On
bir aydır padişahımızın şahsi hazinesinden maaş almadım. Ve böyle görevsiz olarak
almayacağımı ise geçende de arz eyledim.
Kısacası efendimiz kulunuzu kendinden görülmemiş fiillerle kınamayın.
Şurasını arz edeyim, ta Londra’da bir Ermeni kaleminden çıkmış olan bir kitapçığı
bendeniz tarafından yazılmış olmak üzere keşfe kendinde kudret gören dürbünler
biraz da yüce saltana merkezine kadar yayılan Moskof casuslarıyla Londra’da Paris’te,
Marsilya’da bulunan Ermeni komitalarının gönderdikleri üyeleri görüp de hain
emellerini başarısız bırakacak tedbirlerde bulunmuş olsa velinimetlerine daha
ciddi bir hizmet etmiş olurlar inancındayım. Bundan dolayı kendi çoluk çocuk ve
ailesiyle meşgul olan bir namus sahibine bu türlü iftiralarda bulunanların haddinin
bildirilmesini yazıp dilerim efendim.
Sadık kulları
Ebüzziya Tevfik
[3]
Ebüzziya Tevfik, Konya’daki ilk günlerini ve Konya’ya ait ilk izlenimlerini “Rûznâme-i
Hayâtımdan Ba’zı Sahâ’if” başlığı altında Mecmû’a-i Ebüzziyâ’nın 11. cildinin
112 (8 Eylül 1911: 1084-1088) ve 113 (15 Eylül 1911: 1105-1112). cüzlerinde yayımlamıştır.
[4]
Bu zât geçende vefât etmiş ve vefâtı, hele şu zamanda zâyiâttan bulunmuştur
(Ebüzziya’nın notu).
[5]
112. cüz’ün sonu.
[6]
Çelebilerden bizzât hâiz-i makâm olana Konya’da Mollaoğlu derler (Ebüzziya’nın
notu).
[7]
Sarazen: İslam’ın doğuşundan itibaren Orta Çağ-Latin Hristiyan literatüründe
genelde “Hristiyan olmayanlar” özelde de “Araplar/Müslümanlar” için kullanılan
bir tabirdir ki, ilgili dönem-literatürde Müslümanlar için büyük oranda bu
kavram kullanılmıştır.
[8]
Dervîşân arasında postnişîn zâta azîz ıtlak olunur. (Ebüzziya’nın notu)
[9]
mütteka: Baş tarafı hilâl şeklinde olan ve otururken koltuk altına
alınıp üzerine dayanılan âlet, dayangaç.
[10]
Ahmed Rıza Bey (1858-1930), İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen kurucularındandır
ve Auguste Comte’un pozitivizm felsefesini Türkiye’ye taşıyan kişidir (https://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmed_Rıza).
Şûrâ-yı Devlet ve Âyan Meclisi üyelerinden ve Konya sürgünlerinden İngiliz Ali [Rıza]
Bey (1830-1884)’in oğludur.
[11]
Bugünkü Türkçe ile: “Sürgün mahsulü olan bu küçük halıyı fazilet örneği olan
yüce şahsınız için yaptırdım. Üzerinde kûfî yazı ile “el-fevz” mısraı yazılıdır.
Siz de bu söze hakkıyla layık bulunuyorsunuz. Zira bilgi ve içtihadınızla elde
ettiğiniz başarı ve zafer dolayısıyla bütün vatan evlatları hizmetlerinize müteşekkirdir.”
[12]
Ebüzziya Tevfik’in evinde, “muhafaza” adı altında sıkı bir gözetim altında
olduğu Konya Valiliğinin, Yıldız Sarayı Başkâtipliğinden gönderilen 10 Mart
1901 yazıya cevaben gönderdiği 11 Mart 1901 tarihli şu yazıdan anlaşılmaktadır:
“Hû
Yıldız Sarây-ı Hümâyûnu
Başkitâbet Dâ’iresi
Konya Vilâyet-i
Seniyyesine
C 25 Şubat sene 316 [10 Mart 1901] Ebü’z-ziyâ
Tevfîk Bey’iñ Konya’ya vürûdu târîhinden şimdiye kadar bir senedir muhâfazasına
soñ derece i’tinâ olunarak ve hattâ dâ’i-i şübhe olan bir uşağı yanından ayırtdırılarak
zâhirde kendüsine hidmet itmek ve hakîkatde emr-i muhâfazası bir kat-dahâ
takviyye idilmek maksadile gîceli gündüzlü müsta’id bir zabtıyye neferi
ma’iyyetine terfîk olunduğu gibi bidâyetde ülfet peydâ itmek istediği ba’zı zevât
ile olan ihtilât ve münâsebeti de külliyen tahdîd idildiği ve kendüsine
ser-rişte-i şikâyet virilmeyecek bir sûret-i münâsebede îfâ idilmekde olan bu
vazîfe-i tarassuduñ sâye-i şâhânede âtiyen dahi elden geldiği kadar hüsn-i
îfâsında zerre kadar tecvîz-i kusûr idilmeyeceği arz olunur efendim fî 26 Şubat
sene 316 [11 Mart 1901]
Konya Vâlîsi
Ferîd”
Günümüz Türkçesiyle:
“Ebüzziya Tevfik Bey’in Konya’ya geldiği tarihten şimdiye kadar
bir senedir korunup gözetilmesine son derece özen gösterilmektedir. Öyle ki şüphe
davetçisi olan bir uşağı yanından ayırtılarak görünürde kendisine hizmet etmek,
gerçekte korunması işi bir kat daha takviye edilmek maksadıyla geceli gündüzlü
yetenekli bir jandarma eri maiyetine arkadaş olunduğu gibi önceleri yakınlık
oluşturmak istediği bazı kişilerle olan görüşme ve ilişkileri tamamıyla sınırlandırıldığı
ve kendisine şikâyet sebebi verilmeyecek bir ilişki biçiminde yapılmakta olan
bu gözetleme vazifesinin padişahımız sayesinde gelecekte de elden geldiğince
güzellikle yerine getirilmesine zerre kadar kusura izin verilmeyeceği arz
olunur efendim.
Konya Valisi
Ferit”
(BOA, Y..PRK.UM.. / 53-57, 20 Zilkade 1318 [11 Mart 1901]) (Belge Nu. 12)
[13]
Kaptan-ı Derya Gürcü Halil Rifat Paşa’nın oğlu, Sultan Abdülmecid’in damadı ve
Prens Sabahattin’in babası olan Damat Mahmud Celaleddin Paşa (1853-1903) olsa
gerektir (https://tr.wikipedia.org/wiki/Damat_Mahmud_Celâleddin_Paşa_(1853-1903),
26.06.2020/15.45).
[14]
Günümüz Türkçesiyle:
a.
Hû
Yüce Padişahlık
Özel Kalem Müdürlüğü Başkâtipliğine
Merhametli efendim hazretleri,
Elâzığ tercümanı Hüsnü Bey’e yazdığım cevap mektubunun bir
fıkrasında konu gereği: “İmkânsız temenni ahmaklıktır, derler. Şu kadar var ki
bizim bulunduğumuz hâllerin ve onun sebeplerinin değişmesini ve ortadan
kalkmasını temenni edersek imkânsızı temenni etmiş ve bundan dolayı ahmaklar
sırasına geçmiş sayılmayız. Bana zulmeden kim olursa olsun, hatta babam dahi
olsa, mademki onu zulmün tamirine hırslandırma mümkün değildir. Girip gitmiş hayretimin
yenilenmesi namına tahminde bulunurum” demiş olmam birtakım kötü yorumlara
sebebiyet vermiştir.
Kulunuzun yazdığını biliyor, bir bendeniz olduğum tasdik
buyuruluyor inancındayım. İkinci olarak buraya geldiğimizden beri (hâl ve sanatımız
icabı olarak) gerek bendenize gelen ve gerek bizden giden mektupların postanelerce
açılmağa maruz bulunduğunu da bilmemiz tabiidir.
Bu hâlde yazdığı şeyin manasını ve gönderdiği mektupların genellikle
açıldığını biliyor bir adam öyle zan olunduğu gibi kendisini kötü zan
tehlikesine uğratacak söz yazmaz. Fıkra meydandadır. Bu cevabı gerektiren Hüsnü
Bey’in mektubu da orada sorgulama arasında mevcuttur. Lütfen incelenirse tamamıyla
anlaşılır ki o fıkra bir Alman şairinin düşüncesini tenkit için söylenmiş değerlendirmenin
yönlendirmesiyle yazılmıştır. (Hâller) ve (müsebbipler) tabirleri her türlü şüpheyi
gösteren değil midir? (Hâllerden) maksat her ikimizin bulunduğu sıkıntılı durum
ve (müsebbipler)den maksat bu sıkıntının oluşmasını ortaya çıkaran sebep olan kişileri
ve değişmesi temenni olunan hâl, bulunduğum hâller ve ortadan kalkmasını temenni
ettiğimiz müsebbipler bu felâkete uğramamıza sebebiyet verenler olmakla, bana
zulüm eden her kim olursa olsun, hatta babam dahi olsa madem ki onu zulmün tamirine
hırslandırmak mümkün değildir, girip gitmesini temenni ederim sözü de elbette o
müsebbiplere ve en şiddetli ve en kuvvetlisine ait olmak lazım gelmez mi?
(İlk yapan en zalimdir) hükmü meydanda iken bu ibarenin kusurunun
kötülüğüne mahal var mıdır? Bulunduğumuz hâl, (zulüm hâli) olduğuna göre fail,
zalim müsebbipler değil midir? Zira onlar sebep olanlardır; sebep olanlar ise fail
ve dolayısıyla zalimdir. Şimdi bu ibareyi
b.
yakın anlamı dururken uzak yorumlarıyla maksadından ayırıp da mazlumların
koruyucusu olan halifelik koruyucusu efendimize yöneltmek ayrıca bir zulüm
değil midir?
Mümkün müdür ki (Sultan, Allah’ın
arzdaki gölgesi ve zulme uğrayan herkes ona sığınır) sağlam hadisiyle çelişen, çeşitli
insan topluluklarına ilahi adaletin gölgesini sunan ve bütün mazlumların sığınma
yurdu ve koruyucusu olduğu Müslüman topluma müjdelenen İslam padişahına bu hakikati
bilen bir Müslüman tarafından (hâşâ) zulüm isnat edilebilsin! Zalim meydanda
ve zalimden adalet mi alacak mazlumların koruyucusu, Allah’ın yeryüzündeki
gölgesi efendimiz olduğu Peygamberin hadisi ile müspet iken ben, yüce Allah
saklasın, peygamberimi de yalanlayan olabilirim. O hâlde ben ne kötü bir mahlukmuşum!
Firari Mahmut Paşa’nın bendenizi kaçırmak üzere iki İngiliz göndereceğini
hikâye eden devletlilerinin telgrafnamesine verdiğim cevap sırasında “Velinimet
efendimize, karşısına sabıkalarımdan yine de hâle ve geleceği ait hususlardan
dolayı vicdanımda katiyen mesul bulunduğum cihetle müsterihim, sözüyle nefsimi
velinimet efendimiz haklarında her türlü bozuk, kötü işlerinden tenzih etmiştim
ki, şüphesiz bu gerçek bir dillendirme olmak üzere ilahi bir ilhamla kalbimden
sadır olmuştur. Hamd Allah’a mahsustur:
Sorgu evrakım görülürse zalim ile sürekli olan zulüm ve şikâyet
sebebim ve zalim hakkındaki oluşan temenninin hikmeti tamamıyla malum olur.
Fakat şurasını arz ederim ki, o fıkraya her ne mana verilmiş
olsa onu mahkemenin diline düşürmek, çıkarılmak istenen manadan ziyade üzüntü
çekicidir.
Eğer benim o sözümden cidden bir bozuk mana anlaşıldıysa beni
mahkemeye sevke ne ihtiyaç vardı? Çünkü ben doğrudan doğruya sırf padişahıma ait
olduğumdan beni istediği biçimde cezalandırma ve kınama da elbette padişahımın
hakkıdır. Evet mahkemeye gittim. Fakat nasıl bir üzüntü ve karamsarlıkla gittiğimi
Cenab-ı Hak bilir.
Bendeniz buraya sevk olunurken Çerkez Mehmet Paşa ile padişahımın
ayağı toprağına yükselttiğim dilekçemde (kutlu yüceliklerine kumandanından emir
alan bir er gibi derhâl boyun eğerek Konya’ya sürgün oldum) demiş ve bu muameleden
dolayı yüksek sesle şikâyet etmiştim. Çünkü ne zaman olsa padişahımın, gördüğüm
muameleyi hak etmemiş ve dolayısıyla mazlum bulunduğuma vâkıf olarak hakkımı zalimden
alacağına emindim.
Mahkemenin bu meseledeki içtihadı ise bütün bütün yanlıştır. Beni
mahkemeye veren yegâne maksat, benim ceza görmem değildir. Belki ibarenin
yorumuyla hakikatin belirlenmesidir. Hâl böyle iken mahkeme benim
c.
oraya sevk olunuşumdan ceza görmem, kesinlikle, yüce gereklilik
bulunduğuna hükmetmek gibi bir zanna düşerek herhâlde o fıkradan, isterse uzak
olsun, bozuk bir mana çıkarmaya çalışmış ve yaptığım savunmaları dikkate
almaksızın garip bir biçimde karar vermiştir.
Şikâyetim ise belirlenen cezadan değil, cezanın şeklindendir. Çünkü
o cezayı gerektirecek olan ayıp ve utanmayla ve kulluk güvenim lekelenmiştir. Bu
ayıp, pek çirkin ve kötülük vesilesi lekeyi hiçbir vakit kabul etmem. Dünya bir
araya gelse benim o ibaremden öyle bir bozuk maksat çıkarmasına ihtimal yoktur.
Kendimi bir iftiraya karşı savunmaya nasıl mecbursam, bu türlü bozuk anlamları yüklenebilecek
sözlerin çıkışından da o suretle kendimi tenzih ederim. Adı geçen Hüsnü Bey’de
iki seneden beri yazdığım yüz kadar mektubum bulunduğundan acıyarak onları almalarına
emir verilebilir ve mektuplarım getirilip birer birer değerlendirilirse o zaman
nasıl bir sadakatle bağlı bir bende olduğum hakikat bakışları önünde görülür.
Bana efendimiz, ben padişahımdan otuz sene zarfında gördüğüm lütufların
cümlesinden kıymetli ve özellikle kutlu yüce yaradılışın/padişahın büyüklüğüne delil
olduğu şerefle ömrüm oldukça kalbimde bir ulvi cevher şeklinde gösterişli olan
bir lütuf gördüm ki o da bu aciz kullarını kutlu huzurlarıyla şeref
kazandırdıkları bir günde hasta oğlumun hâlini sormakla birlikte ilaç tavsiyesi
ve kutlu haralarından acıyarak kısrak sütü ayrılması gibi hiçbir kimsenin idrak
etmediği pek yüksek bir yardımdır. İşte böyle bir efendiye ve öyle bir âlem pahası
lütfa karşı artık benden böyle bir kötülük çıkmasına nasıl ihtimal verilebilir?
Buraya geldiğim günden beri şikâyetimi kime ayırdığım, zulüm ile
kimi andığım, merhamet ve adaleti ne taraftan beklediğim, kutlu güvene erişmekle
yüceltilen vali paşadan da araştırılabilir. Gerçi adı geçenle öteden beri uyuşmaz
yaradılışımız sebebiyle aramızda soğukluk ve hele şu meselenin ortaya
çıkışından beri İstanbul’daki oğlumdan gelen mektupları verdirmemeğe kadar acizanem
hakkında şiddeti layık görmesinden dolayı elbette nefret olmakla beraber doğruluk
ve namusluluk sebebiyle gerçeği saklamaz sanırım. Sürekli her hâl ve mahalde padişahına
ait olan bu eski kulunun, sabıkaları, övündüğü kulluğu göz önünde tutularak ona
göre muamele buyurulmasını padişahımın merhamet ve lütfundan dilerim. Buyruk...
29 Haziran 1902
Padişahın sadık kulu
Ebüzziya Tevfik
[15]
Günümüz Türkçesiyle:
Hû
Konya Valiliği
489
Yüce Mabeyn-i
Hümayun Başkâtipliğine
Merhametli Efendim Hazretleri
Elâzığ vilayeti tercümanı Hüsnü Bey’e gönderdiği hezeyan
karışmış bir mektubun içindekilerden dolayı Konya’da ikamete memur Ebüzziya’nın
yargılanmaya alınmasıyla elde edilecek neticenin yazıyla sunulması halifeliğin
koruyucusu hazretlerinin yüce buyrukları gereğinden bulunacağı ve mezkûr mektubun
buraya gönderilmesi için Posta ve Telgraf Nezaretine resmen bildirildiği gibi zararlı
bölümlerini anlatan diğer bir mektubun sureti de gönderildiği şerefle gelen 24
Mayıs sene 318 [6 Haziran 1902] tarihli ve bin altı yüz otuz yedi sayılı yüce
sadrazamlığın yazılarında beyan buyurulmuş ve mezkûr mektup, adı geçen mezkûr
nezaretten gelerek acizane tarafımdan incelenmiştir. Kutlu padişahın buyruğunu süratle
yerine getirmek yüklendiğimiz kulluğumuzun bir borcu olduğundan Ebüzziya’nın
hemen sorgulama ve yargılamaya alınmasını derhâl özel bir yazıyla istinaf genel
savcılığına ve sorgulama soruşturmasının sürat ve güvenlikle geçmesine dikkat
ve nezaret etmesi lüzumu da keza yazıyla il adliye müfettişliğine tebliğ ve dikkat
çekildiği gibi hanesi de özel memurlar aracılığıyla bastırılarak her tarafı arandığı
hâlde doğrudan doğruya bu işi ilgilendirir mühim bir evrak bulunamamıştır. Soruşturma
dairesine getirilerek sorgulamaya alınan Ebüzziya, daha önce anılan mektubun dikkat
çeken zararlı bölümlerindeki kastettiği manayı kendisinin buraya uzaklaştırılmasına
sebep olan zabıta nazırı ile diğer bazı kişiler sarf edilmiş olup, halifeliğin
koruyucusu hazretlerinin pek temiz kişiliğine olan kulluk bağlılığının mükemmel
bulunduğunu arz ettiği açıklama ve yorumda belirtmişse de bu yorum ve savunmaları
adliye tarafından da vicdani kanaatin oluşmamasına dayanılarak yargılanmasının
gereğine karar verilerek mahkemece bir özel bir biçimde yargılanması ele
alındığından neticesinin başkaca yazıyla sunulması kararlaştırılmıştır. Olayın
araştırılmasına nazaran söz konusu olan mektubun Konya Postanesince
tutulamaması, yalnız zarfı üzerindeki yazının bile bile bilinen el yazısına pek
de benzemeyecek biçimde yazılmış olmasından
ve o gün posta işlemlerine kâtiplerden birinin denetlemesiyle mektup adi
bir vasıta ile gönderilmesinden ileri geldiği anlaşılarak ancak bundan sonra da
diğer bir biçim ve vasıta ile postaneye mektup gönderecek olunursa hemen alıkonularak
hükümete tesliminin kesin gereği posta memurlarına kesin biçimde tekrar edilip hatırlatıldığı
gibi muhafazasına memur olanlar da yeniden değiştirilerek hiçbir taraf ile haberleşmesine
ve kimse ile görüşmesine meydan vermeyecek derecede uyanık diğer memurların yeterince
tayiniyle durum ve hareketleri şiddetli bir gözlem ve kayıt altına alınmış ve
bundan sonra hanesinden dışarıya çıkmayıp orada mahpus ve tutuklu durması aracıyla
kendisine tebliğ olunarak her türlü görüşme ve ilişkileri kesilmiş olduğunu arz
ve durum beyanına cüret edip, bu konuda emir ve ferman emir sahibi
hazretlerinindir. 20 Haziran 1902
Konya Valisi
bendeleri
mühür: Mehmet Ferit